Avrupa 2023'te "aşırı" hava olayları yaşadı

Dünya fosil yakıt emisyonlarının etkisini giderek daha fazla hissederken Avrupa kıtasının da iklimi değişiyor. Avrupa İklim Durumu raporuna göre geçen yıl kıtada birbiriyle çelişenaşırı hava koşullarıyaşandı.

Raporu Dünya Meteoroloji Örgütü ile birlikte yazan Avrupa Birliği'nin Copernicus İklim Değişikliği Servisi (C3S) direktörü Carlo Buontempo, "2023'te Avrupa şimdiye kadar kaydedilen en büyük orman yangınına, en yağışlı yıllardan birine, şiddetli deniz sıcak hava dalgalarına ve yaygın yıkıcı sellere tanık oldu" diye konuştu.

Avrupa 2020'den bu yana tarihinin en sıcak üç yılını yaşarken 2007'den bu yana ise en sıcak 10 yılını yaşadı.

Milyarlarca euroluk sel hasarı 

2023 yılında Avrupa ortalamadan yüzde 7 daha fazla yağış gördü. Kıtadaki nehirlerin üçte biri "yüksek" sel eşiğini aştı, bazılarında şiddetli su baskını yaşandı. 

Uluslararası Afet Veri Tabanına göre sel, Avrupa çapında yaklaşık 1,6 milyon insanı etkileyerek en az 40 kişinin ölümüne neden oldu. Fırtınalar 63 kişinin ölümüne neden olurken, orman yangınlarında 44 kişi hayatını kaybetti. Hava ve iklimle ilgili olaylar yaklaşık 13 milyar 400 milyon euro hasara neden oldu. Bunların yüzde 80'inden fazlası su baskınlarıyla ilgiliydi.

Dünya Meteoroloji Örgütü (WMO) Genel Sekreteri Celeste Saulo, "İklim krizi bizim neslimizin en büyük sorunu. İklim eyleminin maliyeti yüksek görünebilir, ancak eylemsizliğin maliyeti çok daha yüksek" dedi. 

Avrupa daha fazla aşırı sıcaklık yaşıyor

C3S ve WMO araştırmacılarına göre, Avrupa genelinde iklim değişikliği ile bağlantılı sağlık sorunları da arttı.

Sıcaktan ölen insan sayısı son 20 yılda yüzde 30 civarında artarken, 2023'te "aşırı sıcaklık stresinin" yaşandığı rekor sayıda gün görüldü.

"Aşırı sıcaklık", sıcak çarpması gibi sağlık sorunlarından kaçınmak için harekete geçmenin gerekli olduğu 46 santigrat dereceği aşan sıcaklıklar olarak tanımlanıyor.

Temmuz ayında sıcak hava dalgasının en yüksek olduğu dönemde,  güney Avrupa'nın yaklaşık yüzde 41'i güçlü, çok güçlü veya aşırı sıcaklık stresi yaşadı . "Isı stresi", insan vücudunun nem, rüzgar hızı, güneş ve termal radyasyon gibi faktörlerle birlikte yüksek sıcaklıklara nasıl tepki verdiğini gösteren bir ölçü olarak tanımlanıyor. 

Avrupa'da ısı stresi riskleri hafife alınıyor

Uzun süreli ısı stresi insanların sağlık durumunu olumsuz yönde etkileyebilir. Özellikle küçük çocuklar, yaşlılar ve önceden sağlık sorunları yaşamış kişilerde yorgunluk ve sıcak çarpması riskini artırır. 

Raporu yazan uzmanlara göre kamuoyu -sağlık çalışanları da dahil olmak üzere- artan sıcaklığın yarattığı riskleri hafife alıyor.

Alp buzulları eriyor ve ormanlar yanıyor

Yüksek sıcaklıklar, kışın kar azlığı nedeniyle Alpler'de "olağanüstü" buz kaybı yaşayan Avrupa'nın buzullarına da zarar verdi. Copernicus'un raporuna göre, son iki yılda Alpler'deki buzullar hacimlerinin yaklaşık yüzde 10'unu kaybetti.

 Yunanistan'da 2023'te 18-29 Temmuz tarihlerinde 10 gün içerisinde 667 yangın meydana geldi.
Yunanistan'da 2023'te 18-29 Temmuz tarihlerinde 10 gün içerisinde 667 yangın meydana geldi.null Nicolas Economou/NurPhoto/picture alliance

Sıcaklık ve kuraklık aynı zamanda 2023'te Avrupa genelinde meydana gelen kontrol edilemeyen yangınların da tetikleyicileri arasında yer alıyor. Yıl boyunca Londra, Paris ve Berlin büyüklüğünde bir alan yandı. Yunanistan, AB'de şimdiye kadar kaydedilen en büyük orman yangınını yaşadı ve yangın, Atina'nın iki katı büyüklüğünde bir bölgeyi yok etti.

Avrupa neden bu kadar aşırı ısınma görüyor?

Avrupa, sıcaklıkların küresel ortalamanın iki katından fazla artmasıyla dünyanın en hızlı ısınan kıtası. Copernicus'un direktör yardımcısı Samantha Burgess'e göre bu durum kısmen Avrupa'nın Kuzey Kutbu'na olan yakınlığından kaynaklanıyor. Kuzey Kutbu dünyanın geri kalanına göre yaklaşık dört kat daha hızlı ısınıyor.

Burgess, Avrupa'da hava kalitesinin artmasının da ısınmaya katkıda bulunduğunu çünkü havada güneş ışığını yansıtarak soğumaya yardımcı olan daha az parçacık bulunduğunu söyledi.

Rapordaki olumlu gelişme: Yenilenebilir elektrik rekoru

Avrupa'da yenilenebilir enerji kaynaklarından üretilen elektrik geçen yıl yüzde 43'e ulaşarak rekor kırdı. 2022'de bu oran yüzde 36 idi. Sonbahar ve kış fırtınaları rüzgar enerjisini önemli ölçüde artırdı ve nehirlerdeki yüksek su seviyeleri daha fazla hidroelektrik üretti.

Bu rakamlara göre yenilenebilir kaynaklardan elde edilen elektrik miktarı, iki yıldır iklim krizini artıran fosil yakıtlardan elde edilen elektrik miktarını aşıyor. Ancak raporu yazan uzmanlar gezegenin ısınmasına neden olan sera gazı emisyonlarının artmaya devam ettiğini vurguladı.

Burgess, iklimin istikrara kavuşuncaya kadar gezegenin yeni hava rekorları kırmaya devam etmesinin muhtemel olduğunu söyledi. Burgess, El Nino iklim düzeninin bu yıl sona ereceğini hesaba kattıklarında Avrupa'da önümüzdeki yazın sıcaklık rekoru kırmayacağını sözlerine ekledi.

DW Türkçe'ye sansürsüz nasıl ulaşabilirim?

Yunanistan Ege'de Türkiye'nin tepkisini çeken "deniz parkı" planını açıkladı

Yunanistan, başkent Atina'da düzenlenen ve yaklaşık 120 ülkeden temsilcilerin katıldığı Okyanuslarımız Konferansı'nda iki yeni deniz parkı oluşturma planını duyurdu.

Yunanistan Başbakanı Kiryakos Mitsotakis konferansta yaptığı konuşmada, parkların biyolojik çeşitliliği ve deniz ekosistemlerini korumak için oluşturulacağını söyledi. Yunan Başbakan, 780 milyon euro değerindeki program çerçevesinde deniz dibinde trol avcılığının yasaklanacağını, plastik ve mikroplastik kirliliğiyle mücadele edileceğini ifade etti.

Mitsotakis "Okyanus, insanlığa hizmetinin bedelini ağır bir şekilde ödemiştir. (Okyanus) hayati bir yaşam ve geçim kaynağı olmuştur. Biz ise buna karşılık nazik davranmadık" ifadelerini kullandı.

Ege'de 8 bin kilometrekarelik alana yayılacak

Deniz parklarından birinin İyon Denizi'nde deniz memelileri ve kaplumbağaları korumak için, diğerinin ise Ege Denizi'nde deniz kuşlarını korumak için oluşturulacağı kaydedildi. Ege'de planlanan deniz parkının toplam 8 bin kilometrekarelik alana yayılacağı ve çoğunlukla küçük kayalık adacıkları kapsayacağı belirtildi. Mitsotakis, planın hayata geçmesiyle Yunanistan'ın deniz koruma alanlarının yüzde 80 oranında artacağını ve bunun Yunan karasularının yüzde 30'una denk geleceğini belirtti.

Deniz dibinde trol avcılığının 2030 yılı itibarıyla tüm deniz koruma alanlarında yasaklanacağını belirten Mitsotakis, 2030 yılına kadar sudaki plastik kirliliğinin 2019 yılı seviyelerine göre yüzde 50, mikroplastiklerin ise yüzde 30 oranında azaltılacağını söyledi.

Yunanistan'ın planına göre 2026 yılından itibaren deniz koruma alanlarını gözetlemek için insansız hava araçları, uydular ve yapay zekanın kullanıldığı bir "bilimsel izleme ve gözetleme sistemi" devreye girecek.

Türkiye Dışişleri Bakanlığı binası
Türkiye Dışişleri Bakanlığı binasınull Diego Cupolo/NurPhoto/picture alliance

Türkiye: Yunanistan çevreyi istismar ediyor

Yunanistan'ın deniz parkları oluşturma planına Türkiye daha önce tepki göstermişti. Dışişleri Bakanlığı 9 Nisan tarihli açıklamasında "Yunanistan'ın, Ege sorunları bağlamında öteden beri hemen her platformdan istifade etme çabası içinde olduğu bilinmektedir. İlişkilerimizde son dönemde görülen yumuşamaya rağmen, Yunanistan'ın bu defa da çevreyle ilgili hususları istismar ettiği görülmektedir" denilmişti. Ayrıca "Ege sorunlarını ve egemenliği uluslararası anlaşmalarla Yunanistan'a devredilmemiş bazı ada, adacık ve kayalıkların statüsüne ilişkin hususları kendi gündemi çerçevesinde kullanmamasını Yunanistan'a tavsiye ederiz" ifadelerine yer verilmişti.

Açıklamada ayrıca "AB dahil üçüncü tarafları da Yunanistan'ın çevre programlarına yönelik siyasi hamlelerine alet olmaması konusunda ikaz etmek isteriz. Öte yandan, uluslararası deniz hukukunun kapalı ya da yarı kapalı denizlerde kıyıdaş devletler arasında çevre konuları dahil işbirliğini teşvik ettiğini, bu bağlamda ülkemizin Ege Denizi'nde Yunanistan'la işbirliğine her zaman hazır olduğunu hatırlatırız. Bu vesileyle, Yunanistan'ın statüsü tartışmalı coğrafi formasyonlar üzerinde yaratması muhtemel fiili durumları kabul etmeyeceğimize tekraren dikkat çekeriz. Söz konusu Deniz Parklarının Ege Denizi'nde iki ülke arasındaki sorunlar bağlamında hukuki açıdan hiçbir sonuç doğurmayacağını yineleriz" denilmişti.

Atina ise bu açıklama sonrasında Türkiye'yi "bir çevre konusunu siyasallaştırmakla" itham etmişti.

Avrupa Birliği Komisyonunun Çevre, Okyanuslar ve Balıkçılıktan Sorumlu Üyesi Virginijus Sinkevicius
Avrupa Birliği Komisyonunun Çevre, Okyanuslar ve Balıkçılıktan Sorumlu Üyesi Virginijus Sinkeviciusnull Louiza Vradi/REUTERS

Avrupa Birliği'nin katkısı ne olacak?

Avrupa Birliği okyanusları korumak ve sürdürülebilirliği teşvik etmek için 3 milyar 500 milyon euro ayırmayı kabul etti. Avrupa Birliği Komisyonunun Çevre, Okyanuslar ve Balıkçılıktan Sorumlu Üyesi Virginijus Sinkevicius "Okyanus kim olduğumuzun bir parçası ve ortak sorumluluğumuzdur" dedi.

Avrupa Birliği fonlarının büyük kısmı Kıbrıs, Yunanistan, Polonya, Portekiz ve İspanya'da sürdürülebilir balıkçılık ve tarım için 14 yatırım ve bir reformu desteklemek için kullanılacak. Konferansta tüm ülkelerin 10 milyar dolardan fazla değerde 400'den fazla yeni taahhüt açıklaması bekleniyor.

Konferansın yapıldığı binanın duvarına yansıtılan yazıda "Okyanusumuz Satılık Değil" ifadeleri yer alıyor.
Greenpeace'in konferans sırasındaki protesto eylemi. Konferansın yapıldığı binanın duvarına yansıtılan yazıda "Okyanusumuz Satılık Değil" ifadeleri yer alıyor.null GREENPEACE GREECE/AFP

Çevreciler konferansı ve Yunanistan'ın planını nasıl değerlendiriyor?

Çevre örgütleri Okyanuslarımız Konferansındaki taahhütleri yeterli bulmuyor. Greenpeace konferansa katılan liderlerden denizleri korumak için daha somut adımlar atmalarını istedi. Greenpeace Yunanistan'ın İcra Direktörü Nikos Haralambidis, konferansın "hükümetler için şimdiye kadar yaptıkları açıklamalardan ötürü kendilerini tebrik etmek için bir fırsat" olmaması gerektiğini söyledi.

Greenpeace, Doğal Hayatı Koruma Vakfı ve diğer çevre kuruluşları uzun zamandır Yunanistan'ı Helen Çukurunda enerji ve maden kaynaklarını araştırmak için derin deniz sismik araştırmalarına izin verdiği için eleştiriyor. Güneybatı Yunanistan ile Girit Adası arasında bir yay gibi uzanan, 5 bin 200 metre derinliğindeki Helen Çukuru, Akdeniz'in ispermeçet balinalarına ve diğer başka memelilere ev sahipliği yapıyor. Balıkçılık, gemi kazaları ve plastik kirliliği bu canlıların yaşam alanlarını tehdit ediyor.

Yunanistan Çevre ve Enerji Bakanı Teodoros Skilakakis, Helen Çukurunun da tümüyle deniz koruma bölgesi ilan edilip edilmeyeceği sorusuna verdiği yanıtta, yeşil bir ekonomi için gelecek on yıllara yayılan fonlar gerektiğini söyledi. "Yaptığımız her işte daha verimli olmamız gerekiyor. Ve tepkimizi ideoloji ile tetiklemek yerine bilimle, verimilikle, yatırımla tetiklemeliyiz" diyen Yunan Bakan, "Bunun için de paraya ihtiyacımız olacak. Ekonomik büyüme yokken adaptasyona para vererek bu zorluğun üstesinden gelebileceğimizi düşünenler varsa onlar bu dünyada yaşamıyordur" yanıtını verdi.

Çevreciler Yunanistan'a İyon Denizi'ndeki doğal gaz arama faaliyetlerini de durdurma çağrısı yapıyor.

DW, AFP, AP, Reuters / EC, BK

DW Türkçe'ye engelsiz nasıl erişebilirim?

Yapay zeka: Dünya nereye gidiyor?

    

Türkiye'de milyonlar kirli hava soluyor

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı 2023 yılına ait Hava Kalitesi İzleme Raporu'nu açıkladı. 

Rapora göre Türkiye'de ölçüm yapılan istasyonların yarıdan fazlasında partikül madde kirleticisi (PM10) için ulusal limit değer aşıldı. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) limit değeri açısından ise hava kalitesi iyi olan sadece 7 istasyon bulunuyor.

Bakanlığın verileri hava kalitesinde alarm zillerinin çaldığını gösterse de durum bundan da kötü olabilir.

Rapora göre mevcut 20 istasyonda hiç PM10 ölçümü yapılmazken, çalıştırılan istasyonların dörtte birinden yüzde 90'ın altında veri alındı. Hangi istasyonun kaç gün çalıştırıldığı ise bilinmiyor.

Partikül madde nedir?

Partiküler maddenin esas kaynakları fabrikalar, enerji tesisleri, yakma tesisleri, inşaat faaliyetleri, yangınlar ve rüzgâr olarak sıralanıyor. Partiküllerin boyutu aerodinamik çapları 2,5 mikrometreden (μm) küçük olanlar PM2,5 ve 10 mikrometreden küçük olanlar PM10 olarak tanımlanırken, bu partiküller solunum sisteminde depolanabiliyor. 

Türkiye'de PM10 için yıllık ortalama limit değer bir metreküpte 40 mikrogram (µg m-3) iken Dünya Sağlık Örgütü'ne göre bu değer 15. 

Dünya Sağlık Örgütü, PM2,5 için ise yıllık ortalama metreküpte 5 mikrogram limit değer belirlerken, Türkiye'de bu partikül madde için Hava Kalitesi Değerlendirme ve Yönetimi Yönetmeliği'nde belirlenen herhangi bir ulusal limit bulunmuyor.

Kahramanmaraş en kirli havaya sahip

Çevre, Şehirlik ve İklim Değişikliği Bakanlığının Hava Kalitesi İzleme Raporu'na göre PM10 ölçülen 324 istasyonun 20'sinden veri alınamazken kalan 304 istasyonun 157'sinde yıllık ulusal limit değer aşıldı. 76 istasyondan ise yüzde 90'ın altında veri alınabildi.

Geçen yılın PM10 ölçümlerine göre Türkiye'de havası en kirli illerin başında metreküpte 125 mikrogram ortalama değerle Kahramanmaraş geliyor. 

Rapora göre Kahramanmaraş Kent Meydanı'nı, İstanbul-Göztepe (116), Hatay-İskenderun Merkez (96), Malatya, Iğdır ve Konya-Selçuklu (86), Mersin-Akdeniz (84), Kahramanmaraş-Elbistan ve Osmaniye (79), Aydın-Nazilli ve Konya-Karatay (77) izliyor.

Havası en temiz yerler neresi?

Hava kirliliği 304 istasyonun 297'sinde ise Dünya Sağlık Örgütü'nün limit değerinin (metreküpte 15 mikrogram) üzerinde.

Raporda DSÖ'ye göre PM10 limiti açısından en temiz havaya sahip olan yerler Kastamonu-Azdavay (12) ve Sinop-Erfelek (12) oldu.

Bu istasyonları Antalya-Alanya (13), Balıkesir-Erdek (14), Konya-Sarayönü (14), Trabzon-Uzungöl (15), Artvin-Hopa (15) izledi.

Artvin Hopa'daki istasyondan yüzde 90'ın altında kısıtlı veri alınabildi.

İstanbul'da havası en kirli ilçe Göztepe

İstanbul'da PM10 ölçümü yapılan havası en kirli ilçe ise Göztepe. İlde 38 istasyon bulunurken, mevcut istasyonların 5'inde yüzde 90'ın altında veri alınabildi. İstasyonların hepsinde Dünya Sağlık Örgütü'nün belirlediği sınır değer aşıldı. PM10 ölçümü, 15 istasyonda ise ulusal limit değerin üzerinde gerçekleşti.

Yıllık ortalama metreküpte 116 mikrogram PM10 değeri ile ilk sırada gelen Göztepe'yi, Kağıthane (60), Sultangazi-3 (58), Tuzla (56), Kartal (55), Esenyurt (53), Mecidiyeköy ve Yenibosna (52) takip etti.

Veri alınan toplam 304 istasyonun 87'sinde 2022'ye göre PM10 konsantrasyonunda artış yaşanırken en yüksek artış Kahramanmaraş'ta gerçekleşti. 

İstanbul'da veri alınan 38 istasyonun 15'inde PM10 kaynaklı hava kirliliği arttı. Bağcılar, Başakşehir, Beşiktaş, Büyükada, Esenyurt, Göztepe, Kağıthane, Kartal, Kumköy, Selimiye, Sultangazi, Tuzla, Ümraniye, Üsküdar ve Yenibosna önceki yıla göre havası daha da kirlenen ilçeler oldu. 

İstanbul'da yüksek binalar ve sis
İstanbul da hava kirliliğinin yaşandığı kentlerden null DHA

Sedat Durel: İnşaat ve denetimsiz yıkımlar etkili

DW Türkçe'ye konuşan Çevre Mühendisleri Odası (ÇMO) İstanbul Şubesinden Sedat Durel, "PM10 ölçümleriniz kötüyse, halk her şeyi solumuş olabilir" diyor. 

PM10'un toz olarak düşünebileceğini, tozun en temel kaynaklarından birinin ise inşaat olduğunu vurgulayan Durel, "Ülke koca bir şantiye alanına çevrilmişken, denetimsiz, tedbirsiz yıkımlar yapılırken kaliteli bir hava solumanız, PM10 kriterlerine uygun sonuçlar elde etmeniz imkânsızdır. Buna elbette deprem bölgesindeki kontrolsüz hafriyat taşımı ve sulama yapılmaksızın gerçekleşen hasarlı yapıların yıkımları ile sanayi kaynaklı kirliliği de eklemek gerekir" diye devam ediyor.

"Veri eksikliği başlı başına problem"

Durel'e göre Türkiye'de hava kirliliği konusunda veri eksikliği de problemlerin başında geliyor.

Sedat Durel, her şeyden önce ilgili istasyonların ölçüm yapmadıkları gün sayısının raporda yer almadığını söylüyor:

"Raporda okuduğumuz ortalama değerler yılın kaç gününün değeri? 10 mu, 100 mü, 365 mi? Bunu bilmiyoruz. Yıllardır Bakanlığın bu eksikliklerini ifade etmemize rağmen rapor bu bilgiyi gölgeliyor. Bu bağlamı ile ifade edilen değerleri bilimsel olarak yorumlamak çok doğru değil. Ancak rapor bu haliyle bile durum vahim diyor."

Öte yandan Durel, PM10 için yıllık ortalama bir limit varken ayrıca 24 saatlik maruziyet için de ayrı bir limit değerin söz konusu olduğunu hatırlatıyor. "DSÖ'nün, AB'nin ve Türkiye'nin 24 saatlik ortalama limit değeri 50 mikrogram. Bu değerin yılda 35 kezden fazla aşılmaması gerekir" diyen Durel, Bakanlığın raporunda bu kısma da hiç değinilmediğini söylüyor.

Hangi sağlık sorunlarına yol açıyor?

Hava kirliliği sağlıklı olmanın önündeki en önemli engellerden biri. Dünya Sağlık Örgütü, PM10'un solunum yolu sorunlarına neden olabileceğine, özellikle astım gibi solunum yolu hastalığı olan bireylerde semptomların artmasına ve solunum fonksiyonlarında bozulmaya yol açabileceğine işaret ediyor.

Örgüte göre PM10'a uzun süre maruz kalınması; kalp krizi, inme, hipertansiyon gibi kardiyovasküler hastalıklar ve akciğer kanseri riskini artırabilir. Akciğer fonksiyonlarını olumsuz etkileyen PM10, KOAH gibi akciğer hastalıklarının semptomlarını kötüleştirebilir.

P2,5 ise PM10 parçacığının daha da küçüğü (dörtte biri ve ondan küçüğü) anlamına geldiğinden bu hastalıkların daha da ağırına sebep olabiliyor. 

Çevre Mühendisleri Odası (ÇMO) İstanbul Şubesinden Sedat Durel
Çevre Mühendisleri Odası (ÇMO) İstanbul Şubesinden Sedat Durelnull privat

Sedat Durel, PM2,5 için Türkiye'de bir limit olmadığı gibi istasyonlarda da ölçümlerinin düzenli olarak yapılmadığına işaret ediyor.

Durel, "Maalesef düzenli ve yeterli bir veriye sahip olmadığımız için PM2,5 kriteri açısından nasıl bir hava solduğumuzu bilmiyoruz. Ölçümün az dahi olsa yapıldığı bölgelerden de bugüne dek görüldüğü üzere limitleri aşan çok sayıda ölçüm verisi ile karşılaşıyoruz" diye ekliyor.

Fethiye karbonmonoksitte birinci

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığının raporuna göre karbonmonoksit ölçümlerinde de 324 istasyondan 168'inden veri alınamadı. Bu rakam istasyon sayısının yarısından fazla.

Karbonmonoksit açısından en kötü havaya sahip yerlerin başında Muğla geliyor. Rapora göre Muğla-Fethiye ilk sırayı, Kahramanmaraş Kent Meydanı ikinci sırayı alırken onu Muğla-Milas, Bursa Nilüfer, Aydın-Trafik, Denizli-Sümer, İzmir-Kemalpaşa, Aydın-Nazilli, Muğla-Trafik ve İzmir Torbalı izliyor.

Karbonmonoksit konsantrasyonlarında 2023'te önceki yıla göre, Gaziantep, Kars, Trabzon, Erzurum, Burdur, Konya, Kütahya, Manisa, Mersin, Nevşehir, Niğde, Osmaniye, Sakarya, Samsun, Tekirdağ, Trabzon, Uşak, Yozgat, Zonguldak, Kırıkkale, Amasya, Ankara ve İstanbul'un çeşitli bölgelerinde artış; Kahramanmaraş, Aydın-Trafik, Bursa-Nilüfer, Kayseri, Denizli (Çivril, Sümer), İzmir (Torbalı, Kemalpaşa ve Bornova) ile Muğla'da ciddi bir artış söz konusu.

Renksiz, kokusuz ve tatsız bir gaz olup karbon içeren yakıtların eksik yanması ile ortaya çıkan karbonmonoksit, birincil bir hava kirletici. Karbonmonoksit seviyelerinin kontrol altında tutulmaması, solunum yolu hastalıkları, zehirlenme, kardiyovasküler rahatsızlıklar ve nörolojik sorunlara yol açabiliyor.

Çözüm ne olabilir?

Sedat Durel, karbonmonoksitin başta taşıt emisyonları olmak üzere yanma reaksiyonunun olduğu her yerde (sanayi gibi) açığa çıkabileceğini vurguluyor. Durel, dolayısıyla karbonmonoksit konsantrasyonunun yüksek olduğu şehirlerde öncelikle başta enerji santralleri olmak üzere sanayi kaynaklı ve ardından da ulaşım kaynaklı salımın azaltılması için derhal tedbirlerin alınması gerektiğine işaret ediyor.

Sağlıklı bir çevrede yaşam hakkına dikkat çeken Durel'e göre hava kirliliğine çözüm üretecek politikalar bir an önce hayata geçirilmeli. Yerel yönetimler de bunun bir parçası olmalı.

Hükümetin kalkınma planının, enerji, maden ve inşaat şirketlerini ekonomik olarak destekleyip denetimden uzaklaştırdığına işaret eden Durel'e göre, bu durum hava kirliliği açısından kötü bir karne ortaya çıkarıyor. 

Çözüm için atılması gereken adımları "Sanayi salımlarının kamu tarafından sıkı bir denetime tabi tutulması, bu denetimlerin özel şirketlere terk edilmemesi, gereksiz madenlerin kapatılması, mega projelerin sonlanması, tüm yıkım ve inşaat işlerinin kamu tarafından denetlenmesi, bunlar için de kamunun meslek örgütleri ile beraber hareket etmesi" diye sıralayan Durel, ÇMO İstanbul Şubesi olarak yerel yönetimlerden de bunu beklediklerini ifade ediyor.

 

DW Türkçe'ye sansürsüz nasıl erişebilirim?

Erzincan İliç'teki tehlikeli yığın ne olacak?

Erzincan'ın İliç ilçesinde Anagold Çöpler Altın Madeni'nde yığın liç alanının kayması sonucu oluşan facianın üzerinden iki hafta geçti.

Toprak altında kalan dokuz işçiye henüz ulaşılamazken Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığından yapılan son açıklamaya göre 50 kişilik ekip bölgede çalışıyor. Topraktan ve sudan alınan numunelerde ise henüz kirliliğe rastlanmadı. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Mehmet Özhaseki alandan günde dokuz kez numune alındığını ve bu numunelerin üç ayrı laboratuvarda incelendiğini söyledi.

Kayan kütlenin nasıl ortadan kaldırılacağına ya da bu yönde bir çalışma yürütülüp yürütülmediğine dair ise resmi bir açıklama yapılmadı. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Alparslan Bayraktar, heyelan alanında 400 bin kamyonluk toprak kütlesi olduğuna işaret etmişti.

Bu kütlenin içeriğinde siyanürün yanı sıra altın, bakır gibi değerli madenlerin de yer aldığı ağır metaller söz konusu. Peki bundan sonra ne yapılmalı? Kayan kütleye ne olacağı içeriğindeki cevher nedeniyle firmanın inisiyatifinde mi yoksa bu kütle atık olarak değerlendirilip bertaraf mı edilmeli?

"Toprağa sızan siyanür solüsyonu tehlike oluşturuyor"

Meslek odalarına göre kayan kütlenin ivedilikle izole edilmiş bir alana taşınarak bertaraf edilmesi gerekiyor. Bölgede yürütülen çalışmalar konusunda ise açıklanması gereken pek çok husus var.

DW Türkçe'ye konuşan Çevre Mühendisleri Odası İstanbul Şube Sekreteri Utku Fırat'a göre Bakanlığın yapmış olduğu "topraktan ve sudan alınan numunelerde henüz kirliliğe rastlanmadı" açıklaması bazı izahatlara muhtaç.

Çevre Mühendisleri Odası İstanbul Şube Sekreteri Utku Fırat'
Çevre Mühendisleri Odası İstanbul Şube Sekreteri Utku Fıratnull Ethem Tosun/DW

Fırat, "Analizi yapılan yüzey ve yeraltı suları ile ağır metaller için hangi metotların kullanıldığı, toprak numunelerinde hangi parametrelere bakıldığı ve sonuçları kamuoyuyla paylaşılmalıdır. Toprak kirliliğinin tespitinde, kontamine olduğu düşünülen alandan alınan numuneler hangi derinliğe kadar inilerek alınmıştır, açıklanmalıdır" diyor.

Heyelanla birlikte geniş bir alana yayılan yığın liçinin, siyanür solüsyonu içeriğine sahip olduğunu vurgulayan Utku Fırat, projenin Çevresel Etki Değerlendirme Raporu'na göre proseste sodyum siyanür, nitrik asit, sülfürik asit, sodyum hidroksit, silika, bakır sülfat gibi tehlikeli kimyasalların kullanıldığına işaret ederek ekledi:

"Dolayısıyla tüm bu kimyasalları içeren siyanür solüsyonuyla yıkanmış yığın liçi, heyelanla birlikte geniş bir alana, özellikle de Fırat Nehri yönüne doğru yayılarak hem Fırat Nehri hem de toprak kirliliği için büyük bir tehlike doğurmaktadır. Buradan süzülen siyanür solüsyonu toprağı kirletecek, süzülerek yeraltı sularına karışacak ve bu yeraltı sularının ulaştığı yüzey sularını kullanılmaz hale getirecektir. Özellikle kış aylarında yağışların da etkisiyle siyanür solüsyonu ve içeriğindeki tehlikeli kimyasalların toprak ve yeraltı suyuna karışma süresi kısalacaktır."

"Yığın liçi sızdırmaz bir zemine taşınmalı"

Utku Fırat'a göre yapılması gereken öncelikle madenin tüm faaliyetinin süresiz olarak durdurulması.

Solüsyonla yıkanmış yığın liçinin, içeriğinde altın, gümüş, bakır gibi değerli madenlerin de bulunduğu cevher olduğuna dikkat çeken Fırat, "Dolayısıyla Anagold Madencilik için ekonomik değeri bir malzemedir. Ancak mevcut durumda bahse konu cevher yaşam alanlarını yok etmekle tehdit eden bir tehlikedir. Bu cevherin ivedilikle sızdırmaz zemine sahip alana taşınması gerekmektedir" diye konuşuyor.

Fırat, eğer taşınmaya başlanan yığın liçi bir atık olarak değerlendirilecekse de Atıkların Düzenli Depolanmasına Dair Yönetmelik hükümlerince 1. Sınıf düzenli depolama tesislerinde depolanması gerektiğini vurguluyor.

"İzole edilip bertarafı gerekli"

DW Türkçe'ye konuşan Jeoloji Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi'nden yüksek jeoloji mühendisi ve A sınıfı iş güvenliği uzmanı Kemal Önder Presciler de kayan ve akan yığın liçinin maden alanında işleme tabi tutularak atık hale geldiğini vurgulayarak kütlenin bertaraf edilmesi gerektiği görüşünü paylaşıyor.

Erzincan İliç'te altın madeni bulunan bölge
Erzincan İliç'te altın madeni bulunan bölge null DHA

Presciler, "Her şeyden önce bu kayan yığının Fırat nehrine ve Bağıştaş barajına olan mesafesinin 300-400 metre olduğu düşünülürse, orta ve uzun vadede bir çevre felaketi, bir ekokırım yaşanmaması için iyi izole edilmiş bir alana taşınıp bertarafı gereklidir" diyor.

Presciler'e göre yaklaşık 10 milyon metreküp olduğu ifade edilen kayan 400-500 bin kamyonluk toprak malzemesinin en iyimser  3-4  yıl içinde temizlenmesi yani bertarafı beklenebilir.

Hangi yönetmeliğe dayanıyor?

Kemal Önder Presciler, bununla ilgili düzenlemenin 15 Temmuz 2015 tarihinde 29417 sayılı Resmi Gazete de yayınlanarak yürürlüğe girmiş Maden Atıkları Yönetmeliği olduğunu, ilgili bakanlığın ise Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı olduğunu söylüyor. Presciler, bu yönetmeliğin, 2872 sayılı Çevre Kanunu'nun 3, 8, 11, 12, 13. maddeleri ile 644 sayılı Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkındaki Kanun Hükmündeki Kararnamenin 2, 8, ve 9. maddelerine dayanılarak hazırlandığını ekliyor.

Sahada yapılacak her türlü çalışmada ise 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği kanunu ve ilgili mevzuat hükümlerinin uygulanması gerektiğini vurgulayan Presciler, çalışanlara tam vücut koruyucu, yüz koruyucu, solunum koruyucu kişisel koruyucalar tedarik edilmesinin önemine dikkat çekiyor.

Nasıl bir tehlike söz konusu?

İliç'teki altın madeninin açık işletme olup liç işleminde sodyum siyanür çözeltileri kullanıldığına işaret eden Presciler, liç yığını içinde altının yanı sıra gümüş, bakır, demir, arsenik, kurşun, kadmiyum gibi toksik özellikteki ağır metal bileşiklerinin yer aldığını, bu ağır metallerin toprağa, yüzey ve yeraltı sularına karışma riski olduğu gibi ekokırıma da sebep olabileceğini vurguluyor.

Jeoloji Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi'nden yüksek jeoloji mühendisi Kemal Önder Presciler
Jeoloji Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi'nden yüksek jeoloji mühendisi Kemal Önder Presciler null privat

Ağır metal birikimiyle toprağın tarımsal üretim için verimsiz bir hal aldığını, atmosfer kirliliğinde de önemli bir yer alan ağır metallerin, toz partikülleri halinde toprak ve su yüzeylerine geçebildikleri gibi topraklardan sızarak veya erozyonla taşınarak da su kaynaklarını kirletebildiğini söyleyen Presciler, "Ayrıca hayvan ve insanların, ağır metalleri soluması, teması veya besin zinciriyle alması sonucu birçok sağlık problemi ortaya çıkar. Toprak, bitki, su ve atmosfer üzerinde bir kısır döngüye sahip olan ve insan sağlığını büyük oranda olumsuz etkileyen ağır metallerin, mutlak suretle riskleri minimize edilmeli ve derhal önlemler alınmalıdır" diyor.

"Farklı disiplinlerle ortak çalışma yapılmalı"

Kayan ve akan kütle altında membran şilte ve geçirimsiz bir kil yada beton olmamasının, siyanür tuzlarının ve ağır metallerin toprak, yüzey suları, kaynak ve yeraltı sularına karışma riskini artıracağına işaret eden Presciler, bu tespitlerin sağlıklı yapılabilmesi ve mühendislik önlemlerin belirlenebilmesi için kamuoyunun doğru bilgilendirmesinin önemine dikkat çekiyor. Presciler, "TMMOB'a bağlı Jeoloji Mühendisleri Odası, Kimya Mühendisleri Odası, Çevre Mühendisleri Odası, Ziraat Mühendisleri Odası ve ilgili diğer kamu kuruluşları ile Türk Tabipler Birliği gibi farklı disiplinlerin ortaklaşa yapacakları çalışmalar ile kısa, orta ve uzun vadeli riskler ve mühendislik çözüm yolları ortaya konmalıdır" diye ekliyor.

DW Türkçe'ye konuşan Jeoloji Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Sami Teymurtaş da meslek odalarından bir çalışma grubu oluşturularak alanda çalışma yapılmasının önünün açılması ve ulaşılan bilgilerin verilerin kamuoyu ile paylaşılması çağrısı yapıyor.

Kısa vadede neler yapılmalı?

İliç'te liç işlemi için kullanılan, siyanür tuz ve bileşikleri ile diğer kimyasal katkı ve maddelerin hangi oran ve nispette kullanıldığının reel olarak bilinmediğine dikkat çeken Teymurtaş, "Kayan ve akan liç yığınından muhtelif lokasyon ve derinliklerinden toprak numuneleri alınarak bağımsız test laboratuvarlarında analizleri yapılmalı ve kullanılmış kimyasalların nispet ve oranları kamuoyu ile paylaşılmalıdır" diyor.

Jeoloji Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Başkanı Sami Teymurtaş
Jeoloji Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Başkanı Sami Teymurtaşnull privat

Sabırlar deresi içinde ve çevresinde liç yığınının olmadığı alanlarda uzmanlarca belirlenecek lokasyonlarda yeraltı suyu test kuyuları açılması gerektiğini belirten Teymurtaş, böylelikle kısa vadede kimyasal atık ve ağır metallerin yeraltı sularına etkilerinin belirlenebileceğine dikkat çekiyor.

Yine kısa vadede yığın liçinin durağanlığının sağlanması gerektiğini vurgulayan Teymurtaş'a göre çalışanların yanı sıra çevre ve köylerde yaşayanların da sağlık kontrolleri sıklıkla yapılmalı ve bu insanlar tıbbi gözlem altında tutulmalı.

"Fay segmentinin riski belirlenmeli"

Sami Teymurtaş uzun vadede alınması gereken önlemleri ise şöyle sıralıyor:

"Tüm reel bilgi ve analiz sonuçları kamuoyu ile paylaşılmalı, alınacak aksiyonlar belirlenmeli. Numune alma sınırları genişletilmeli. Yağış ile birlikte yığın liçinin içindeki siyanür tuz ve ağır metallerin yeraltına ve yeraltı suyuna sızması önlenmeli. Yığın liçinin Sabırlar vadisi içindeki akışı bariyerlerle önlenmeli, Bağıştaş barajı ve Fırat nehrine olabilecek olası sızmaların önüne geçilecek acil tedbirler alınmalı. Yığın liçinin tamamen izole edilmiş güvenli bir ortama taşınması için çalışmalar başlatılmalı."Öte yandan yığın liçi sahasının hemen doğusundan geçen ve aktif bir fay olan Munzur Fay segmentine işaret eden Teymurtaş, bu fay segmentinin risk ve tehlikelerinin belirlenmesi, acil durum eylem planlarının da yeni risklere göre tekrar revize edilmesi gerektiğini vurguluyor. 

DW Türkçe'ye sansürsüz nasıl ulaşabilirim?

Altı soruda siyanürlü altın madenciliği

Erzincan'ın İliç ilçesinde bulunan Anagold Çöpler Altın Madeni'nde yığın liç alanının kayması sonucu oluşan faciada toprak altında kalan 9 işçiyi bulmaya dönük çalışmalar devam ederken bölgedeki çevresel risklerin boyutları da henüz netlik kazanmadı.

DW Türkçe'ye konuşan uzmanlar ise siyanürlü altın madenciliğinin risklerine dikkat çekerek yaşanan felaketin bir sürpriz olmadığı görüşünde. Anagold örneği tedbirsizlik ve denetimsizlik sonucu altın madenciliğinin yol açtığı tehlikenin ne kadar büyüyebileceğini gözler önüne sererken, çevre ve halk sağlığı alanında faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşları, meslek odaları ve bu alanda çalışan uzmanlara göre siyanürlü madencilik böyle bir kaza olmasa dahi doğa ve insan sağlığı için ciddi riskler barındırıyor.

Peki siyanürlü altın madenciliği nedir, nasıl bir çevresel tahribata yol açabilir? Altı soruda derledik:

Siyanürlü altın madenciliği nasıl yapılıyor?

Siyanürlü altın elde etme yönteminde ocaktan çıkarılan cevher, öğütme işlemi sonrası siyanürle karıştırılarak altının cevherden ayrılması sağlanıyor. Bu işlem sırasında altının yanı sıra gümüş, bakır, demir, arsenik, kurşun gibi başka ağır metaller de ayrışıyor.

Jeoloji Yüksek Mühendisi ve Tıbbi Jeoloji Uzmanı Dr. Eşref Atabey, altın cevherlerinin doğada kütle halinde bulunmadığını belirterek "Altın cevherleri kayaçların içinde saçılmış halde bulunur. Toz şeker tanelerinin bir kayaç içinde çok dağınık bir şekilde dağıldığı şeklinde düşünebiliriz" diyor. Atabey, altın içeren kayaçların iş makineleriyle alındıktan sonra bunların değirmenlerde kırılıp öğütüldüğünü ve belli bir milimetre boyutuna getirildiğini aktarıyor. 

Maden Yüksek Mühendisi Necati Yıldız ise uygun boyuta kırılmış ya da öğütülmüş cevherin içeriğindeki altının siyanür ile çözeltiye alınması işleminin "siyanürle özütleme" olarak adlandırıldığını belirterek, özütleme yönteminin yığında özütleme ve tankta özütleme olmak üzere ikiye ayrıldığını anlatıyor.

Yıldız'ın verdiği bilgiye göre öğütülmüş cevher, su ve siyanür karıştırılarak tankta ya da kırılmış cevherden oluşturulan yığınların üzerine siyanür püskürtülerek siyanür çözeltisine alınıyor. Siyanür çözeltisine alınan altın, bu çözeltiden değişik yöntemlerle çöktürülerek ya da absorbe edilerek kazanılıyor.

Zeminin geçirimsiz olması siyanürün toprağa karışmaması için büyük önem taşıyor. Zemin geçirimsizliğini sağlamak için kil, asfalt, çimento ve plastik örtü gibi değişik malzemeler kullanılıyor. Bu zemin üzerine, 10-20 santimetre kalınlığında tabana sızan altın yüklü çözeltinin süzülebilmesi için çakıldan bir tabaka oluşturuluyor. Siyanür çözeltisi yığın üzerinden tabana 3-5 gün arasında ulaşıyor ve tekrar tekrar veriliyor. Yığında siyanürle özütleme işlemi 60-90 gün arasında sürüyor.

Şirketler tarafından neden tercih ediliyor?

Maden Yüksek Mühendisi Necati Yıldız, günümüzde altını ekonomik olarak çözeltiye alabilen tek kimyasal maddenin siyanür olduğunu belirtiyor. 

Yıldız'ın verdiği bilgiye göre yığında özütleme yönteminde ilk yatırım ve işletme maliyetleri düşük, yatırım ve yatırımın geri dönüş süresi kısa ve diğer yöntemlere göre çok daha kolay. Yöntemin metal kazanım oranı ise yüzde 75'ler civarında.

Maden şirketlerine göre altın üretmenin en ekonomik yöntemi siyanür kullanmak
Maden şirketlerine göre altın üretmenin en ekonomik yöntemi siyanür kullanmaknull Ueslei Marcelino/REUTERS

Altın üretim yöntemi cevherin yapısına bağlı olsa da şirketlerin 'daha az yatırımla daha çok kar etme' ilkesiyle hareket ederek altın üretiminde yığında özütlemeyi tercih ettiğini vurgulayan Yıldız, "Çünkü yabancı sermaye her zaman toplumun vereceği olası tepkiye karşı tesis için yatırım yapmak istememekte, gerektiğinde arkasında bir şey bırakmadan çekip gitmektedir. Bu nedenle genellikle taşeronlarla çalışmakta, ekipmanı kiralamakta ya da ekipman kiralamayı taşeron aracılığı ile yaptırmaktadır" diye ekliyor.

Çevre Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi'ne göre de siyanür, maden patronları için en verimli yöntem. Bu şekilde daha düşük maliyetle altın üretimi gerçekleştirilebiliyor. Ancak burada çevresel maliyetler hesaba katılmıyor.

Eşref Atabey, "Maden şirketlerinin en büyük kazancı, çevreyi düzenlemek, sağlıklı bir maden çevresi oluşturmak için harcayacakları parayı harcamayıp bunu kar hanelerine koymaları. Esas kazançları orada" diyor.

Örneğin İliç'teki Anagold Çöpler Altın Madeni'nde üretimin 45 derece yamaçta yapıldığını, normal şartlarda burada üretim yapılmaması gerektiğini vurgulayan Atabey, "Bu kadar eğimli yamaçta sen yamaca pasa atık depoluyorsun. Nasıl önlem alacaksın? Mümkün mü önlem? Alman için de masraf yapman lazım. Milyarlarca dolar. Önüne duvar mı örersin, devasa basamaklı betonlar mi yaparsın? Dere sularına karışıyor, onu nasıl önleyeceksin? Bir sürü önlem alırsan, kazancın yarıdan fazlasını çevreye yatırman lazım. O zaman da yanaşmıyorlar" ifadelerini kullanıyor.

Hangi çevresel risklere kapıları aralıyor?

TEMA Vakfı, öncelikle arama işlemi sırasında yüzlerce noktada sondajlar açıldığını, bu noktalara ulaşım olmaması durumunda, sondaj noktasında araçların çalışması için orman alanlarında binlerce ağaç kesildiğini, mera ve tarım alanlarının zarar gördüğünü belirtiyor. Maden alanında yapılan sıyırma işlemiyle de içinde canlıların yaşadığı toprak katmanının ortadan kalktığını vurgulayan TEMA, içeriğinde cevher bulunan katmanın alınabilmesi için yapılan patlatmaların da yer altı suyunun beslenmesinde azalmaya, madenin yakın çevresindeki arazilerde toprak kaymalarına ve yoğun toz ve gürültüye neden olduğuna dikkat çekiyor.

Erzincan bir çevre felaketiyle mi karşı karşıya?

Sodyum siyanürün ise toprak içindeki altını topraktan ayırırken toprakta zararsız bileşikler halinde bulunan arsenik, antimon, kadmiyum, kurşun, cıva, molibden gibi element ve ağır metalleri de serbestleştirip zararlı forma dönüştürdüğüne işaret eden TEMA, bir altın madeni etrafında bulunan yüzey sularından, topraktan, suda yaşayan bitki ve böceklerden, kara bitkilerinden, kuşlardan alınan örneklerde arsenik düzeyinin yüksek olduğunun saptandığına dikkat çekiyor. TEMA, ayrıca şebeke sularındaki cıva düzeyinin artışının atık havuzlarıyla ilişkili olduğunun, atık depo alanlarında gerçekleşen sızıntı ve taşmalar sonucunda suya ve toprağa kadmiyum karıştığının bilimsel çalışmalarla ortaya konduğunu belirtiyor. 

Su kaynakları da atık havuzlarından gerçekleşen sızıntılar, havuzların yıkılması, taşması ve benzeri kazalar ya da atıkların doğrudan nehirlere ve denizlere dökülmesi, asit maden drenajı gibi pek çok farklı süreçle birlikte kirleniyor.

Örneğin, Avustralya Nortpareks'de 1995'de gerçekleşen bir atık havuzu kazasının ardından şirket yetkilileri tarafından maden yakınında 100 ölü kuşun bulunduğu bildirildi. Ancak, daha sonra yapılan sayımda bin 583 ölü kuş tespit edildi. Dört ay sonra yapılan izlemede ise ölü kuş sayısı 2 bin 700'e çıktı.

Türkiye'de hangi kazalar gerçekleşti?

Türkiye'de de 2011 yılında Kütahya'da Eti Gümüş tesislerinde gerçekleşen kaza sonucu atık havuzunun çökmesiyle 25 milyon ton siyanür ve diğer toksik maddeleri içeren su ovaya yayılmıştı. 

Giresun'un Şebinkarahisar ilçesinde ise Kasım 2021'de Yıldızlar Holding'e ait Nesko Maden'in işlettiği maden ocağının atık havuzu yıkılmış, burada toplanan kimyasal maddelerin çevreye yayılması dolayısıyla Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı şirkete 12 milyon 71 bin 949 TL ceza kesmişti. Daha sonra madenin faaliyetlerine devam ettiği ortaya çıkmıştı.

Çöpler Madeni'nde Haziran 2022'de gerçekleşen kazada da siyanür taşıyan borulardan birinin patlaması sonucu şirketin açıklamasına göre 20 metreküp siyanürlü solüsyon çevreye yayılmıştı.

Çöpler Altın Madeni'nde 2022'de bir kaza meydana gelmiş, 20 metreküp siyanürlü solüsyon çevreye yayılmıştı
Çöpler Altın Madeni'nde 2022'de bir kaza meydana gelmiş, 20 metreküp siyanürlü solüsyon çevreye yayılmıştınull DHA

Öte yandan su kirliliğinin yanı sıra ayrıştırma işlemi sırasında halkın su kaynaklarının tükenmesine neden olabilecek miktarda da su tüketiliyor. Bir gram altın için tonlarca su kullanılıyor.

Faaliyet sonlandığında nasıl bir tablo ortaya çıkıyor?

Altın madenciliğinin yapıldığı alanlar, bir zamanlar ormanlar ve temiz su kaynaklarına ev sahipliği yaparken, bu faaliyetten sonra kratere dönüşmüş dağlar, üzerinde canlıların yaşayamadığı araziler, kirlenmiş on binlerce kilometre akarsu ve yüzlerce göle dönüşüyor. Madencilik alanları incelendiğinde genellikle ay yüzeyine benzer bir görüntüde olan, bitkiden yoksun, kırık kaya ile kaplı ve kirli bölgeler olması dikkat çekiyor. Açık maden çukurları yer yüzeyinin deformasyonuna ve çökmesine neden olurken genellikle yer altı su düzeyinden daha derinde olan bu çukurların aktif bir pompalama olmadığı sürece suyla dolup yapay göllere dönüştüğü, bu çukurların çok hızlı şekilde toksik özellik kazanabildiği ve asidik göllere dönüştüğü bildiriliyor.

Vahşi hayvanlar özellikle de bir dinlenme noktası arayan göçmen kuşlar için bir çekim alanı olan toksik göller ve madenciliğin kirlettiği su kaynakları, doğal yaşam açısından ciddi bir tehdit oluşturuyor.

Balıkların memelilere göre siyanüre daha hassas olduğu belirtiliyor. Kronik ve akut maruziyetin çok sayıda balığın ölümüne, hayatta kalabilenlerde ise toksik madde birikimine neden olduğu belirtiliyor. Türkiye'de siyanürün, madenciliğin yanı sıra sanayide de kullanıldığını ifade eden Eşref Atabey, Marmara Bölgesi'nde bulunan Ergene Nehri'ndeki balık ölümlerine işaret ederek "Buradaki sanayi tesislerinin ne kadar siyanür kullandığının ve toplu balık ölümlerinde etkisi olup olmadığının araştırılması lazım" diyor.

Toprak ve su kaynaklarının kirlenmesiyle tarımsal üretimde de verim ve kalite kaybı yaşanıyor.

Madencilik faaliyetinde siyanürün ağır metalleri açığa çıkardığını, ağır metallerin ise Türkiye'de pek çok madende, kapandıktan sonra dahi etkisi uzun yıllar devam eden çevre tahribatına yol açtığını ifade eden Atabey, "1940'ta kapanan Balya kurşun madeninin pasaları hala etkisini gösteriyor. Pirinç tarlalarının etkilendiğini biliyoruz. Ödemiş'teki terk edilmiş cıva madeni pasaları hâlâ etkisini gösteriyor. Oradan çıkan kirletilmiş asidik sular Ödemiş patatesini ne kadar etkiledi, nehirde ne kadar oranda bu kirlilik var bilmiyoruz. Denizli'deki jeotermal kaynaklardan çıkan bor ve arsenik incir bahçelerine, zeytin bahçelerine zarar verdi. İliç'te de benzer çevre felaketleri yaşayacağız" diye konuşuyor.

Madencilerin iş güvenliği nasıl sağlanıyor?

Siyanür ve ağır metaller hangi sağlık risklerine yol açıyor?

Siyanürün kanser yapıcı etkisi saptanmasa da yüksek miktarda alındığında akut zehirlenmeye yol açıyor. Türk Tabipleri Birliği'ne göre hidrojen siyanür için ölümcül doz 50 miligram, sodyum ve potasyum siyanür için ise 200-300 miligram.

Eşref Atabey, "Siyanür renksiz, badem kokusunda zehirli bir kimyasal. Madende kullanılan sodyum ve potasyum siyanür ama kimyasal olarak tepkime ile dönüşebiliyor. Hidrojen siyanüre dönüştüğü zaman hemen buharlaşıyor. Siyanürün saniye, dakika ve saatte zehirleme etkisi var" diyor. Uzun süreli ve daha düşük düzeylerde maruz kalma sonucunda ise kronik zehirlenme ortaya çıkıyor.

Siyanür işlemi sırasında sadece altın çözülmüyor. Bu işlem sırasında ayrıca arsenik, antimon, kurşun, kadmiyum, krom gibi binlerce ton ağır metal de çözülüyor.

Siyanür işlemi sırasında açığa çıkan ağır metallerin çok sayıda sağlık riski barındırdığına dikkat çeken Atabey, bu metallerin yer altı ve yer üstü sularına ya da toprağa bulaşmasının, insanlara bitkisel gıda ve su yoluyla geçebileceği anlamına geldiğine dikkat çekiyor. Ayrıca besi hayvanları da bu durumdan etkileniyor. Hayvansal gıdalar ile de insanlara bulaşabiliyor.

Ağır metaller ağız yoluyla vücuda girdiğinde tekrar süzülüp atılamıyor ve vücutta birikiyor. Belli bir eşik değeri de geçtikten sonra başta kanserler, nörolojik hastalıklar olmak üzere çeşitli sağlık tablolarına yol açıyor.

 

Anagold: Çevresel risklerin boyutları biliniyor mu?

Erzincan'ın İliç ilçesinde bulunan Anagold Çöpler Altın Madeni'nde yığın liç alanının kayması sonucu toprak altında kalan 9 işçi henüz bulunamazken yaşanan felaket, bölgede bulunan herkesi etkileyebilecek ciddi çevresel riskler barındırıyor.

Felaketin boyutlarının ortaya çıkması için yanıtlanması gereken pek çok soru da bulunuyor.

Anagold'un açıklamasına göre kaza yığın liç alanında gerçekleşirken atık depolama havuzu olaydan etkilenmedi. Şirket, kayma nedeniyle çevresel herhangi bir kirlilik yaşanmadığını, altı noktadan alınan yüzey suyu numunelerinde de kirliliğe rastlanmadığını iddia etti. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı da "maden sahasında yaşanan toprak kayması sırasında" akan malzemenin Fırat Nehri'ne ulaşmasının engellenmesi için Sabırlı Deresi'nin Fırat Nehri'ne ulaştığı menfezin kapaklarının kapatıldığını, Sabırlı ve Çöpler Dereleri ve Fırat Nehri boyunca belirlenmiş noktalardan rutin olarak alınan anlık numunelerde "şu an için bir kirlilik tespit edilmediğini" duyurdu. Peki "kirlilik tespit edilmedi" demek için erken mi?

Uzman ekipte kimler yer alıyor?

Bakanlığın açıklamasına göre jeoloji, maden ve çevre alanında uzman 10 bilim insanı ile sahada çalışmalar sürüyor. Alanda görevlendirilen uzman ekibinde kimlerin yer aldığı ise kamuoyuna açıklanmadı. Sivil toplum kuruluşları ve uzmanlar çalışmaların şeffaf yürütülmediği, bölgede denetimlerin bağımsız bir ekip tarafından yapılması gerektiği görüşünde.

Maden sahasında incelemelerde bulunan İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya'nın açıklamasına göre, kayan kütlenin toplam hacmi 10 milyon metreküp. Yerlikaya, "Hareket yaklaşık 200 metre yüksekliğe sahip bir yamaç boyunca oldu. Kayan kütlenin toplam hacminin şimdilik hesaplarda 10 milyon metreküp olduğu, bu kütlenin de yaklaşık 800 metre kadar hareket ettiği ve hareket hızının ortalama saniyede 10 metre olduğu öngörülüyor" dedi.

Anagold Madencilik'in işlettiği Erzincan İliç'teki altın madenindeki iş araçları
Anagold Madencilik'in işlettiği Erzincan İliç'teki altın madenindeki iş araçlarınull DHA

Kütle ne gibi kimyasalları barındırıyor?

DW Türkçe'ye konuşan Anagold'un eski bir maden çalışanı, "Burası devlet tarafından yeterli seviyede kontrol edilmeyen bir maden. Olay bağıra bağıra geldi. Toprak kayması deniyor ya, öyle bir şey yok. O toprak değil, liç. Yani içinde cevher olan, ağır metal olan maden yığını, siyanürle kontamine. Bu zehirli toprak iki milyon metreküp sağa sola saçıldı minimumda. Ve yarısı kontrolsüz alanda. Şu anda yağışla yer altı sularına karışması yüzde 99 ihtimal" diyor.

Yığın liç alanı neden kaydı?

Liç yığının neden kaydığına ilişkin kamuoyuna resmi bir açıklama da yapılmadı. Anagold'un eski çalışanının verdiği bilgiye göre felaketin ortaya çıkmasındaki ana etken yığın liç alanına siyanürlü solüsyonun kontrolsüz bir şekilde basılması.

Anagold eski çalışanı: Sebebi kontrolsüz solüsyon basımı

Liç yığınının 1 milyon metreküpünün atık barajının olduğu havzaya, 1 milyon metreküpünün de maden ocağının içine aktığı bilgisini veren Anagold madeni eski çalışanı, "Tahmini 2 milyon metreküp diye düşünüyoruz. Daha büyük de olabilir. Felaket bu. Mısır piramidi alttan çöktü. Sebebi de kontrolsüz şekilde solüsyon basımı ve solüsyon basımının aşırı olmasından kaynaklanan deformasyonların takip edilmemesi ve gerekli iyileştirmelerin yapılması yerine tutup bir de üstüne yük yüklemeleri. Yani bırakın devleti, orada çalışan mühendislerin hepsi suçludur" ifadelerini kullanıyor.

Anagold'un eski çalışanı, milyon metreküplük bir malzemeyi durdurmanın teknik olarak mümkün olmadığını belirterek yayılmanın da devam ettiğine işaret ediyor.

Toprak kaymasıyla ilgili olarak başlatılan soruşturmada şimdiye dek 7 kişinin gözaltına alındığı, gözaltına alınanların maden ocağını işleten şirkette yönetici ve idareci pozisyonunda çalıştığı duyuruldu.

Peki yığın liçinde sistem nasıl işliyor? Altın madenciliğinde yapılan yığın liçi sırasında çok uzun süreler siyanürlü su liçin üzerine veriliyor. Nedeni altını çöktürebilmek. Bu işlem öncesinde ise kimyasalların toprağa ve yeraltı sularına karışmasını önlemek için yığın liçi yapılan alanın altına membran denilen sızdırmaz bir tabaka konuluyor. Bunun altında da killi bir tabaka bulunuyor.

TEMA Yönetim Kurulu Başkanı Deniz Ataç
TEMA Yönetim Kurulu Başkanı Deniz Ataçnull Privat

Toprakla alışverişine engel var mı?

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı alınan numunelerde şu an için bir kirlilik tespit edilmediğini duyursa da uzmanlara göre yayılan alan hiçbir şekilde koruma içermediği için siyanür ve diğer ağır metallerin toprağa karışmaması imkansız.

DW Türkçe'ye konuşan TEMA Yönetim Kurulu Başkanı Deniz Ataç, kayan alanda kimyasalların toprağa karışmasını önleyecek bir membran ve dolayısıyla koruma olmadığına dikkat çekiyor.

"Kaydıktan sonra 30-40 metre yüksekliğinde olan en az 1 kilometre boyunda eninin de çok dar olmadığı bir alandan bahsediyoruz. Kaymanın da devam ettiği söyleniyor. Ve bu alanda ne membran var ne kil" diyen Ataç, "Dolayısıyla şu anda üstteki yığınla alttaki toprak arasında bir alışveriş var. O siyanürlü toprak direkt toprakla temas halinde ve toprakla temas ettiği zaman suyu aşağıya getirir" diyor.

Söz konusu kütleyi su miktarının gittikçe arttığı sulu bir çamur olarak tarif eden Ataç, yağmurla su miktarı arttıkça aşağı geçirme ihtimalinin de arttığını vurguluyor.

Çöpler Altın Madeni'nin girişi
Çöpler Altın Madeni'nin girişinull DHA

Menfezleri kapatmak Fırat'a ulaşmasını önler mi?

Yığın liç alanından akan malzemenin Fırat'a ulaşmasını engellemek için kamu yetkilileri menfezlerin kapatıldığını duyurdu. Uzmanlara göre ise bu gerekli bir önlem olsa da siyanürlü malzemenin yeraltı sularından Fırat'a karışmasını engellemeyecek.

Siyanürlü malzemenin toprağa ne kadar karıştığının tahlillerle ölçülmesi gerektiğini belirten Deniz Ataç, "Eğer aşağıya inerse ki inme ihtimali de çok yüksek, o zaman akiferlere kadar gider bu iş. Zaten membranı serme sebepleri bu. O zaman sermezlerdi. Ancak şu anda bir kilometrede ve Fırat'ın da dibinde. Gittiği akifer de Fırat'ın dibinde. Dolayısıyla sızma demek çok iyimserlik olur" diye ekliyor.

DW Türkçe'ye konuşan metalurji yüksek mühendisi Cemalettin Küçük ise kayan kimyasal kütlenin yaklaşık 27 milyon ton ağırlığında olduğunu, yığın halindeyken de kimyasal olarak etrafı kirlettiğini, şimdi kaymasıyla birlikte ise zemin altından kaçakların kaçınılmaz olduğunu, artık dere yatağına indiğini anlatıyor.

"Bu olay iki üç yıl önce de olabilirdi, elli yıl sonra da olabilirdi. Biz meseleyi konuşurken elli yıllık, yüz yıllık süreci konuşuyoruz. Onun için bugün burada önlem aldık, çözdük, engellemeye çalıştık biçimindeki yaklaşımların hiçbirini doğru bulmuyoruz" diyen Küçük'e göre, menfezler kapatılsa bile söz konusu kimyasallar zeminden Fırat'a karışacak.

Küçük, "Zaten maden çukuruna indi. Maden çukuruna hem su gelir hem geriye gider. Yeraltı akiferlerine 400 metre derinliği var oranın. Öteki taraftan derenin yatağının altı geçirgendir. Sadece baraja uçtu uçmadı biçimindeki tartışma doğru değil. Burası zaten barajın içinde, Karasu'nun, Fırat'ın içinde bir yer" diye konuşuyor.

Çalışmalar şeffaf yürütülüyor mu?

Öte yandan Deniz Ataç, yıkım esnasında siyanür borularının da toprağın altında kaldığına işaret ediyor. "O boruların içinde kapatmadan önce hiç mi siyanür kalmamıştı" diye soran Ataç, kütleden tesisin ön tarafına kayma olursa siyanür depolarının da etkilenebileceğine ve riskin daha da büyüyeceğine dikkat çekiyor. Ataç Fırat havzasında bulunan tesisin en baştan hiç yapılmaması gerektiği görüşünde.

Sahada yapılan çalışmaların ise şeffaf bir şekilde yürütülmediğini düşünen Ataç, "Hiçbir maden şirketi burada bu kadar ağır metal bulduk demez. Öte yandan yetkililer orada kirliliğin olmadığına bu kadar eminlerse bağımsız bir ekip oluştururlar. Bizim tecrübelerimize göre temiz dedikleri yerler de çok temiz çıkmıyor" diyor.

"Şirketin taahhütleri gerekçe gösterildi"

Cemalettin Küçük ise Anagold altın madenine ilişkin daha önce yapılan bilirkişi keşiflerinde yer aldığını belirtiyor. Küçük, bu keşifler esnasında yığın liç alanının kayabileceğini belirtse şirketin verdiği taahhütler gerekçe gösterilerek uyarılarının dikkate alınmadığını söylüyor. Bu konunun şirketlerin inisiyatifine bırakılmayacağının bir kez daha görüldüğünün altını çizen Küçük, yapılan denetimlerin de etkin olmadığı görüşünde:

"Bugün derhal soruşturma aşamasında Çevre İl Müdürlüğü'nün sorguya alınması ve bunların hesabını vermesi gerekiyor. Tabii tek Çevre İl Müdürü değil. Buraya izin vermiş Bakanlık dahil, yani bugün İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne aday olmuş Murat Kurum dahil hesap vermesi lazım. Geçmişinde buralarda imzaları var. Yani öyle 700 bin lira ceza yazdık, şu kadar gün kapattıkla geçecek bir şey değil. Geleceğimiz söz konusu."

Murat Kurum
Murat Kurumnull DHA

Anagold ÇED yönetmeliğine uydu mu?

Murat Kurum, maden işletmesine Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) olumlu kararının Bakanlığı döneminde verilmesine ilişkin eleştirilere yanıt olarak "Bakanlığım döneminde, söz konusu bu işletmeye verilen ÇED raporunu dile getiriyorlar. Çevre Bakanlığı sadece çevresel etkileri denetler. İşletme; çevreye, doğaya zarar veriyor mu? Vermiyor mu? Buna bakar… Çevre Bakanlığı işletmenin kapasite artışı kararını vermez, veremez, çünkü böyle bir yetkisi yoktur. Sadece ve sadece kapasite artışının çevreye etkisini ölçer, onaylar ya da onaylamaz" dedi.

Kurum, maden işletmesinin çevre mevzuatına uygun iş yapıp yapmadığının 135 kez denetlendiğini söyledi.

Liç yığınının kaymasıyla ortaya çıkan felaketin, Anagold'un ÇED yönetmeliğine uymadığı için mi gerçekleştiği sorusu ise belirsizliğini koruyor.

DW Türkçe'ye konuşan Çevre Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi'nden Onur Kaptan Koçoğlu, Anagold Çöpler Altın Madeni'nin lisanslı bir tesis olarak Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı'nın web sitesinde yer aldığını belirterek "Burası güvenlik ve çevresel önlemlerin hepsini almış ki böyle bir lisansı almış. Bakanlığın lisanslı, uygun tesisler listesinde. Ancak ÇED'de verilen taahhütler yerine getirilmemiş ise ya da bunların denetimi yapılmamışsa Çevre Şehircilik İl Müdürlüğü ya da o lisansı veren kurum yani Bakanlık o anlamda sorumlu olur" diyor.

Koçoğlu'nun verdiği bilgiye göre denetimlerin hangi sıklıkla nasıl yapılacağına da Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı karar veriyor.

Halk Sağlığı Uzmanları Derneği'nden Dr. Ahmet Soysal
Halk Sağlığı Uzmanları Derneği'nden Dr. Ahmet Soysalnull Privat

Halk sağlığı riskleri neler?

Siyanür işlemi sırasında altınla birlikte çözülen çinko, nikel, bakır, demir, arsenik gibi ağır metallerin ise insan sağlığına ciddi etkileri söz konusu.

DW Türkçe'ye konuşan Halk Sağlığı Uzmanları Derneği'nden Dr. Ahmet Soysal, yıllarca sürecek olan ağır metal kirliliğine dikkat çekiyor. Soysal, "İliç'teki riskin büyük bir kısmı altın ve gümüş dışındaki diğer ağır metallerden kaynaklanıyor. Yağmur yağdığı zaman o ağır metaller de toprağın alt kısımlarında karışma yapabiliyor. O nedenle riskin sadece siyanüre değil, diğer ağır metallere de bağlı olarak çoğalması söz konusu" diyor.

Soysal'a göre yaşanan olay çok geniş bir coğrafyayı etkileyebilir. Kimyasal kütlenin Fırat'a karışma riskine dikkat çeken Soysal, Fırat'ın bazı yerlerde içme suyu olarak da kullanıldığını, dolayısıyla durumun çok sıkıntılı olduğunu dile getiriyor.

Siyanürle işlem yapan madenler, onlarca yıl bulunduğu bölgede ağır metal kirliliği riski ve bunun yiyecek ve besinler yoluyla insana ulaşma tehlikesine yol açıyor.

Soysal, "İnsanlar ağır metalleri gıdalar yoluyla, içtikleri sular yoluyla, ağız yoluyla aldıkları vakit, bu ağır metaller vücuttan tekrar süzülüp atılamıyor ve vücutta birikiyor. Belli bir eşik değeri de geçtikten sonra başta kanserler, nörolojik hastalıklar olmak üzere veyahut da çocukların gelişiminde otizm veyahut da bilişsel gelişimde gerilik olmak üzere çeşitli sağlık tablolarına yol açıyor" bilgisini veriyor.

Maden şirketlerinin faaliyetlerini sonlandırdıktan sonra bulundukları alandaki sorumluluklarının beş yılla sınırlı tutulduğunu ifade eden Soysal, "Ancak ağır metal kirliliğinin, bu ağır metallerin, bu alanlardan sızması, yer altı yer üstü su kaynaklarını kirletmesi, besin zincirine girmesi ve insanlara ulaşması onlarca, yüzlerce yıl sürecek bir tehdittir. Orada oluşan atık denizi bir kaza olmasa bile yer altı ve yer üstü su kaynakları ve güvenilir tarım konusunda her zaman için bir risk kaynağı olacaktır" diye ekliyor.

6 Şubat depremleri: Daha fazla can kurtarılabilir miydi?

Kahramanmaraş merkezli depremlerin yıl dönümü için konuşan Afet ve Acil Durum Yönetimi (AFAD) Başkanı Okay Memiş, felaketin ardından bölgeye müdahalede gecikme olmadığını iddia etti. Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı tarafından başkanlık konferans salonunda düzenlenen "Asrın Afetinin 1. Yılında Afet İletişimi Sempozyumu"nda konuşan Memiş, "Gecikme olmadı ama yetişemedik. Yetişmedi, sayı yetişmedi. Yıkım çok fazlaydı" dedi.

Pazarcık ve Elbistan'da saat 04.17 ve 13.24'te meydana gelen 7.7 ve 7.6 büyüklüğündeki iki depremde resmi kayıtlara göre 50 binden fazla insan hayatını kaybetti. Depremler Kahramanmaraş, Hatay, Adıyaman, Kilis, Osmaniye, Gaziantep, Diyarbakır, Malatya, Şanlıurfa ve Adana ve Elazığ'da yıkıma yol açtı.

Depremler sonrası ortaya çıkan yıkım; ruhsatsız binalara verilen izinler, denetimsizlik, alt yapı eksikliği gibi pek çok sorunla birlikte kamu yetkililerinin sorumluluğundaki afet risklerini azaltacak tedbirler konusunda ciddi eksiklikler olduğunu gösterirken felaketin ilk saatlerinden itibaren yaşananlar afete müdahalede de yetersiz kalındığı suçlamalarına yol açtı.

Peki depremlerin ortaya çıkardığı acı tablo sadece yıkımın fazla olmasıyla ilişkilendirilebilir mi? Afete müdahalede ne gibi sorunlar yaşandı?

AFAD müdahalede neden gecikti?

Depremlerin ardından yıkımın gerçekleştiği illere geç ulaşıldığı, arama kurtarma çalışmalarının yeterli olmadığı ve enkaz altında hayatta kalanlar için zamanın giderek daraldığı gibi çok sayıda nedenle eleştiri okları, afetlerle ilgili görev yapan İçişleri Bakanlığına bağlı AFAD'a (Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı) çevrilmişti.

Arama kurtarma faaliyetleri için kritik olan saatlerde AFAD'n bölgede olmadığını sahada görev yapan basın mensupları, sivil toplum kuruluşları (STK'lar) ve enkaz başlarında yakınlarından haber bekleyen çok sayıda vatandaş dile getirdi. Depremler konutlar ve hastane, havalimanı, yurt gibi kamu binalarının yanı sıra ulaşım yollarına zarar verirken bölgeye ulaşabilenler ve depremzedeler arama kurtarma faaliyetlerinin geciktiğine işaret etti.

6 Şubat depremlerinin ardından Gaziantep'deki bir arama - kurtarma çalışması
6 Şubat depremlerinin ardından Gaziantep'deki bir arama - kurtarma çalışması null Halil Fidan/AA/picture alliance

Deprem sonrası kritik olan ilk 24 saatte hangi ilde ve kaç enkazda kaç personelin görev yaptığına dair ise resmi bir açıklama yapılmadı.

DW Türkçe'ye konuşan İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi'nden Sinem Kolgu, "Can kayıplarının bu denli artmasına neden olan faktörlerin en önemlileri, geç müdahale, kamu otoritesinin eksikliği, afete hazır olamama, koordinasyonu sağlayacak afet yönetim planının olmayışının getirdiği plansızlık ve koordinasyon eksikliği, acil müdahale sağlık merkezlerinin oluşturulamaması, zorlu kış şartlarında barınma ihtiyacının giderilememesi ve iletişim kaynaklarının kesintiye uğraması olarak sıralanabilir" diyor.

Kolgu, baz istasyonlarının depremde yıkılan binaların üzerinde bulunması, internet kesintisi gibi durumların da sürecin doğru yönetilmesine engel oluşturduğunu belirtiyor.

Kolgu'ya göre kamu ve yerel yönetim çalışanları, madenciler, kolluk kuvvetleri, arama- kurtarma konusunda uzman STK gönüllüleri ve müdahale etmeye çalışan vatandaşların iyi niyetli çabaları ve insanları yaşatmaya dönük olağanüstü gayretleri olsa da özellikle ilk 72 saatte etkin ve koordineli müdahale konusunda kamu otoritesinin eksikliği ölümlerin artmasına yol açtı. Arama kurtarma ekiplerinin sayıca yetersizliğinin yanı sıra gerekli donanıma sahip yetişmiş eleman ve teknolojik donanım eksikliği, ekip olan yerlerde ise iş makinesi, vinç ve jeneratör vb. ekipman yetersizliğine dikkat çeken Kolgu, "Bu gibi kritik faktörler ne yazık ki enkaz altında kalan insanlarımıza çok geç ulaşılmasına neden olu" diye konuşuyor.

Asker sahaya inseydi can kaybı daha az olur muydu?

Depremin ardından konuşulan ihmallerin başında bölgeye askerlerin arama kurtarma için görevlendirilmemesi ve kışlalarından çıkışlarına izin verilmemesi iddiası oldu. Bu konuda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'n talimat vermediği öne sürüldü. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'nun Erdoğan'ı yanlış bilgilendirdiği iddia edildi.

Bölgeye madenciler ve askerlerin ulaştırılması için talimatın neden geç verildiği, iş makinelerinin neden bölgeye ulaştırılamadığı soruları kamuoyunun gündemine gelirken bu sorulara yetkililer tarafından bir yanıt verilmedi.

AFAD, depremden bir gün sonra 07 Şubat 2023 saat 19.00 itibariyle "Bölgede AFAD, PAK, JANDARMA, DAK, Milli Savunma Bakanlığı, UMKE, İtfaiye, Milli Eğitim Bakanlığı, STK ve Gönüllüler, Güvenlik, Yerel Destek Ekipleri'nden görevlendirilen personel ile uluslararası arama-kurtarma ekiplerinden oluşan toplam arama ve kurtarma personeli sayısı 60 bin 217'dir. Dışişleri Bakanlığı ile yapılan görüşmeler neticesinde diğer ülkelerden yardım için gelen 3.251 personel afet bölgesine sevk edilmiştir" açıklamasını yaptı.

Adıyaman'da arama kurtarma çalışmalarına katılan askerler
Askerin arama kurtarma çalışmalarında geç görevlendirilmesi eleştirilere neden olmuştunull Aytac Unal/Anadolu Agency/picture alliance

Sinem Kolgu, AFAD'ın o tarihte ifade ettiği rakamın gerçeği yansıtmadığı görüşünde. Kolgu, "Ancak doğru olduğu varsayılsa bile ilk bakışta oldukça yüksek görünen görevli insan sayısı bile etki alanı oldukça büyük olan deprem bölgesi için gerçekte yeterli değildir" diyor.

Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar ise 20 Şubat'ta yaptığı açıklamada, askerin kışlalardan geç çıkarıldığı iddialarını reddetti. Ancak Akar, toplamda kaç askerin hangi kentte ne zaman arama kurtarma çalışmasına katıldığını açıklamadı.

Koordinasyonda ne gibi eksiklikler felaketi büyüttü?

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da arama kurtarma çalışmalarında ilk günlerdeki yetersizlikleri kabul etmişti. 27 Şubat'ta Adıyaman'a gerçekleştirdiği ziyarette Erdoğan, "Maalesef ilk birkaç gün Adıyaman'da arzu ettiğimiz etkinlikte çalışma yürütemedik. Hava ve yol koşulları nedeniyle ilk günden gelemedik" diyerek yakınlarını kaybeden vatandaşlardan "helallik" istemişti.

Depremin Adıyaman'da yol açtığı yıkımın tepeden görünümü
Depremden sonra Adıyamannull Aytac Unal/AA/picture alliance

Sinem Kolgu, afet koordinasyonundan ve acil müdahaleden sorumlu olan AFAD'ın deprem sonrası ilk iki gün bazı bölgelere hiç gitmediği, bazı bölgelerde ise çok az sayıda ekip bulundurabildiğine işaret ediyor. AFAD'ın ekip ve ekipman yetersizliği nedeniyle de etkin bir arama kurtarma çalışması yapamadığını savunan Kolgu, "Öyle ki defin işlemleri için gerekli ekipmanlar dahi temin edilememiştir. Bölgedeki arama kurtarma çalışmaları önce bölge halkının, sonrasında ise ulusal ve uluslararası sivil toplum kuruluşları ve gönüllülerin çabasıyla el yordamıyla yürütülmüştür" diye konuşuyor.

Bölgeye hem arama kurtarma ekipleri hem de gönderilen yardımların zamanında ulaşamadığını vurgulayan Kolgu, "Odamızın gerçekleştirdiği inceleme çalışmaları sırasındaki gözlemlerimiz ve bölge halkının aktarımlarından, depremde yaşamını yitirenlerin gerçek sayısının resmi olarak açıklanan sayıdan çok daha fazla olduğu tahmin edilmektedir. Arama kurtarma çalışmalarının geç başlaması ve iyi yönetilememesi can kaybının artmasına neden olmuştur" ifadelerini kullanıyor.

İRAP raporları kağıt üstünde kaldı

Resmi belgelere göre AFAD sadece afete müdahalede değil afetlerin önlenmesi ve zararlarının azaltılması konusunda da yetersiz kaldı.

Binlerce kişinin öldüğü illerin hepsi için 2019-2021 yılları arasında AFAD tarafından İl Afet Risk Azaltma Planı (İRAP) raporları hazırlanmıştı. Bu raporlar felaketin gerçekleşeceğini yıllar öncesinden haber veriyordu.

Kahramanmaraş'a ait İRAP raporunda ilde 7,5 büyüklüğünde bir deprem olacağı öngörülmüştü. İçişleri Bakanlığı'na bağlı AFAD 2019'da Kahramanmaraş' pilot il seçmiş, plan 2020'de tamamlanmıştı. Plan çerçevesinde 2019'da ilde 7,5 büyüklüğünde deprem senaryosu üzerinden dönemin İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'nun talimatlarıyla bir tatbikat da yapılmıştı.

Hâlâ kayıplarını arıyorlar

Raporda üç yıl önce yapılan tespitler 6 Şubat'ta tamamen gerçekleşti. AFAD'n depremden etkilenen diğer iller için hazırladığı raporlarda da bu illerde denetimsiz kaçak binaların yanı sıra imar affının da tehdit unsuru olarak sayıldığı ortaya çıktı.

DW Türkçe'ye konuşan ODTÜ Yapı ve Deprem Mühendisliği Laboratuvarı Yöneticisi Prof. Dr. Haluk Sucuoğlu afet öncesi tedbirler alınmadıkça rapor hazırlamanın bir faydası olmadığını vurguluyor.

Afet sonrası müdahaleyi tartışırken"afeti bu boyuta getirmemek için ne yapmak gerekir" sorusununun sorulması gerektiğini düşünen Sucuoğlu, "Afetle baş edebilmek için öncelikle afeti bu boyuta getirmemek lazım. Afeti bu boyuta getiren de depremin kendisi değil. Oradaki yapı stokunun depreme son derece dayanıksız olması. Dolayısıyla bu boyuttaki bir afetle mücadele etmek çok zor. Daha öncesinde, afet öncesinde siz gerekli olan tedbirleri alsaydınız, yani yapılaşmayı deprem yönetmeliklerine uygun olarak yapsaydınız, bunları doğru dürüst denetleseydiniz, yani ruhsat verdiğiniz, oturma izni verdiğiniz binaları kağıt üzerinde denetlemeseydiniz bunlar olmazdı. Yani olayı aslında biraz ileri götürmek gerekiyor. Afete, depreme sığınmak doğru değil. Bu kaçış" diye konuşuyor.

Türkiye'de yapı kalitesinin böyle olmasının aslında önlenemez olmadığını, göz yumulmuş bir durum olduğunu ifade eden Sucuoğlu, imar kanununun zaten böyle bir yapılaşmanın önünü açtığını, yaşanan felaketin denetimsiz bir sistemin sonucu olduğunu söylüyor.

Sinem Kolgu da "İRAP raporlarının uygulanması ile ilgili hazırlıklı olunamadığı görülüyor ama güvensiz yapı stokunun da depremin neden olduğu kayıplarda en önemli etkenlerden biri olduğu unutulmamalıdır" diyor.

Kamu yapılarının zarar görmesinin etkisi

Depremin ardından ortaya çıkan tablo, çöken kamu binaları, aksayan ulaşım ve yıkılan yeni binalar Türkiye'de uzun yıllardır devam eden denetim, planlama ve altyapıya ilişkin problemlerin çözülmediğini de bir kez daha gözler önüne serdi.

Göl havzasına inşa edilen Hatay Havalimanı depremden hasar gördüğü için uçuşlara kapatılırken Hatay Reyhanlı'daki yolun ise ortadan ikiye ayrıldığı gözlendi. Hatay'n yanı sıra Gaziantep, Malatya, Adıyaman ve Kahramanmaraş'ta bazı otoyollar çökme ve hasar nedeniyle trafiğe kapatıldı, deprem bölgesine ulaşımı sağlayan bazı otoyollarda ise kar ve tipiden dolayı ulaşım gerçekleştirilemedi.

Sinem Kolgu, "Havaalanı ve yolların zarar görmesi de afete müdahalenin zamanında gerçekleşmeyip gecikmesinde önemli etkenlerden biri olmuştur" diyor.

Öte yandan kamu yapılarının afet sonrası acil müdahale ve iyileştirme süreçlerinde barınma ve koordinasyon merkezi gibi ihtiyaçların karşılandığı yapılar olması gerektiğini vurgulayan Kolgu, "Hatay, Adıyaman, Kahramanmaraş ve Malatya'da hükümet konakları, valilikler, belediye başkanlıkları, okullar, aile sağlığı merkezleri, hastaneler, ibadethaneler ve inanç yapıları, polis evleri, jandarma yapıları ve lojmanlar ağır hasar aldıkları için bu görevlerini yerine getirememiştir" diye ekliyor.

"Siyasi sorumluluk kabul edilmeli"

Kahramanmaraş merkezli depremlerle Türkiye'de milat olacağı söylenen 1999 Marmara depreminden bu yana tablonun değişmediği de ortaya çıktı.

Türkei | Jahrestag Erbeben - Gedenken an die Opfer
null DHA

AFAD Başkanı Memiş, dün yaptığı açıklamada "Arama-Kurtarmada 100 Bin Projesini başlattık. Öncelikli olarak kamu kurumlarındaki arkadaşlarımızı, jandarmamızı, polisimizi, Türk Silahlı Kuvvetlerindeki askerlerimize arama-kurtarma eğitimi vererek, dinamik bir arama-kurtarma ekibi oluşturarak en az 100 bin kişiyi bir yıl içerisinde eğitmiş olacağız" dedi.

Peki depremin yıldönümünde yapılan açıklamalar kamuoyuna güven veriyor mu?

Türkiye'de deprem yönetmelikleri açısından bir eksiklik olmadığı, mevcut yönetmeliklerin uygulanmak istenmediği, bunun da siyasi nedenleri olduğu görüşünü paylaşan Haluk Sucuoğlu, çoğu kurumsal olmayan ve başı bozuk bir düzende çalışan müteahhitlerin siyaseti rahatsız etmediğini, tam tersine müteahhitlerle iş birliği yapmanın çok daha kolay görüldüğünü ifade ediyor.

"Deprem büyüktü. Biz bir şey yapamazdık" bakış açısını doğru bulmayan Sucuoğlu, bunun sorumluluktan kaçma anlamına geldiğini vurguluyor.

"O zaman İstanbul'da da bir şey yapmayacaksın. Deprem orada da olacak" diyen Sucuoğlu, ekliyor: "Sorumluluk siyasidir. Bunu kabul etmek lazım."

DW Türkçe'ye sansürsüz nasıl ulaşabilirim? 

Alper Gezeravcı'nın kalacağı uzaydaki ISS nasıl bir yer?

Türkiye'nin ilk uzay yolcusu Alper Gezeravcı'nın da içinde yer aldığı SpaceX'e ait uzay aracı Florida'daki Kennedy Uzay Merkezi'nden başarıyla fırlatıldı. Gezeravcı ve beraberindeki İspanyol, İtalyan ve İsveçli astronotları taşıyan Dragon kapsülü ise Uluslararası Uzay İstasyonu'na (ISS) doğru yolculuğuna devam ediyor. Dragon kapsülünün Cumartesi günü Türkiye saatiyle 13:15 civarında ISS'ye varması bekleniyor.

Gezeravcı'nın da üyesi olduğu AX-3 misyonu kapsamındaki ekip ISS'de yaklaşık olarak 14 gün kalıp bilimsel deneylerini gerçekleştirecekler. Aralarında kanserden bağışıklık hücrelerine, alglerden propolise kadar literatüre katkı sağlayacak çalışmaların bulunduğu 13 deney uzayda gerçekleştirilecek.

Gezeravcı, İspanyol Michael Lopez Alegria, İsveçli Marcus Wandt, İtalyan Walter Villadei ile birlikte uzay yolculuğuna çıktı
Gezeravcı, İspanyol Michael Lopez Alegria, İsveçli Marcus Wandt, İtalyan Walter Villadei ile birlikte uzay yolculuğuna çıktı null DHA

Peki Uluslararası Uzay İstasyonu ne gibi özelliklere sahip? Burada şimdiye dek hangi çalışmalara imza atıldı?

Yerden yaklaşık 400 kilometre yükseklikte hareket eden ISS, bir günde Dünya etrafında yaklaşık 16 kez dönüyor. Onu yer yüzünden tespit etmek ve günün herhangi bir dakikasında gökyüzünde nerede olduğunu izlemek mümkün. Ancak ISS ve ve astronotların bu istasyonda yürüttüğü bilimsel çalışmalar çoğu zaman dikkatlerden kaçıyor.

Savaş zamanlarında bile uluslararası diplomasi, barış ve işbirliği açısından dünyanın en başarılı yerlerinden biri olan ISS'de, 25 yıl boyunca, dünyadaki günlük yaşamımızı doğrudan etkileyen çok sayıda bilimsel keşif yapıldı.

ISS ne zaman fırlatıldı?

ISS'nin ilk bölümü olan Zarya Kontrol Modülü Rus yapımı ve 20 Kasım 1998'de fırlatıldı. Zarya, yakıt depolama ve batarya gücü sağlarken ISS'ye gelen diğer uzay araçları için bir kenetlenme bölgesi olarak hizmet verdi.

Bir ay sonra, 4 Aralık 1998'de ABD Unity Node 1 modülünü fırlattı. Bu iki modül birlikte işleyen bir uzay laboratuarının başlangıcını oluşturdu. ISS, 42 montaj uçuşu sonunda bugünkü halini aldı.

Uluslararası Uzay İstasyonu ISS
Uluslararası Uzay İstasyonu ISS 25 yaşında null NASA/UPI Photo/Newscom/picture alliance

İlk kez 2 Kasım 2000'de ABD'li astronot Bill Shepherd ile Rus kozmonotlar Yuri Gidzenko and Sergey Krikalev'den oluşan ekibin göreve başladığı ISS'de o zamandan beri sürekli olarak ikamet ediliyor.

Uzay İstasyonu ne kadar büyük?

Yaşamak ve çalışmak için çeşitli alanlara bölünen ISS'de altı uyku odası, iki banyo, bir spor salonu bulunuyor. İstasyonun 360 derece görüş açısına sahip bir panoramik penceresi var.

Uçtan uca 109 metre uzunluğundaki ISS, bir Amerikan futbol sahası büyüklüğünde. Ya da eğer yüzmeyi seviyorsanız ISS bir olimpik yüzme havuzunun iki katından daha uzun. Roketlere meraklıysanız UUİ SpaceX'in Starship'inden 12 metre daha kısa.

Öte yandan güneş panellerinin kanat aralığı da 109 metre. En büyük ticari uçak olan Airbus A380'in kanat açıklığı ise 79,8 metreyi buluyor. Ayrıca uzay istasyonunun içinden yaklaşık 13 kilometrelik elektrik kablosu geçiyor.

ISS'nin ortalama hızı nedir?

Uluslararası Uzay İstasyonu, bir günde Dünya etrafında yaklaşık 16 kez dönüyor. Bu da her 90 dakikada bir dönüş tamamladığı anlamına geliyor. Saatte yaklaşık 27 bin 576 kilometre, saniyede ise yaklaşık 8 kilometre hızla dönüyor.

Astronotlar ISS'de ne yapıyor?

ISS astronotları Dünya'da yapılamayan bilimsel deneyler üzerinde çalışmadıkları zamanlarda, düzenli olarak uzay yürüyüşlerine çıkıyorlar. Bu yürüyüşler, istasyona robotik kollar gibi yeni bileşenler eklemek veya bakım yapmak amaçlı olabiliyor. Astronotların uzay enkazının yarattığı delikleri incelemek ya da onarmak zorunda kaldıkları zamanlar da oluyor.

Uluslararası Uzay İstasyonu ISS
Uluslararası Uzay İstasyonu ISSnull ZUMA/IMAGO

Astronotlar ayrıca sıkı bir sağlıklı yaşam programı uyguluyorlar. Çünkü uzaydaki mikro yerçekiminin neden olduğu kas ve kemik kütlesi kaybını azaltmak zorundalar. Uyguladıkları program, koşu bantları da dahil olmak üzere özel olarak tasarlanmış makinelerde günde en az iki saat çalışmayı da içeriyor.

Bununla birlikte, araştırmacılar uzayda, örneğin Ay'da ya da Mars'ta yaşayan insanlara giderek daha fazla odaklandıkça, astronotların günlük egzersizleri de uzayın bedenlerimiz üzerindeki etkilerine ilişkin bilimsel bilgilerimizi geliştirmek için kullanılıyor. İnsanlar yıllarca mikro yerçekiminde yaşasaydı ne olurdu? Bedenlerimiz Dünya'ya dönebilecek kadar güçlü olur muydu, yoksa çok mu zayıf olurdu?

ISS'de hangi keşifler yapıldı?

Astronotlar ISS'de şimdiye dek yüzlerce bilimsel deney gerçekleştirdiler. Bazen kendi üzerlerinde deneyler yaparak genel sağlıklarını, beslenmelerini ya da güneş radyasyonunun etkilerini gözlemliyorlar. Bazen de Dünya'daki bilim insanları için deneyler yapıyorlar. Bu deneyler çok sayıda bilimsel buluşa yol açtı.

Alzheimer ve Parkinson hastalığından kansere, astım ve kalp hastalıklarına kadar her şey uzayda incelendi. Bilim insanları bazı tıbbi deneylerin en başarılı şekilde uzayda yapıldığını, çünkü hücrelerin mikro yerçekiminde insan vücudunda olduğu gibi davrandığını, ancak Dünya'da bu tür koşulları yeniden yaratmanın zor olduğunu söylüyor.

İlaç geliştirmeye fayda sağlayan keşifler, yeni su arıtma sistemleri, kas ve kemik erimesini azaltma yöntemleri ve gıda üretiminde yeniliklere öncülük eden buluşlar da oldu.

ISS ne zamana kadar faaliyette olacak?

ISS'nin gelecekteki işleyişine ilişkin planlar, Rusya'nın 2022 başlarında Ukrayna'yı işgal etmeye başlamasıyla birlikte belirsizliğe sürüklendi.

Hem Avrupa Uzay Ajansı (ESA) hem de ulusal kuruluşlar Rusya ile uluslararası işbirliklerinden çekildi ve Rusya kendi uzay istasyonunu inşa etmek üzere ISS'den ayrıldığını açıkladı.

Mars'a giden ilk insanlar nerede yaşayacak?

Ancak mesele sadece savaş değil; uzaya giden eski ve yeni uluslar uzayda kendilerine ait bağımsız bir iz bırakmak istiyor. Bu ülkeler arasında Japonya, Çin, Hindistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve diğerleriyer alıyor.

ABD ve Avrupa 2030 yılına kadar Uluslararası Uzay İstasyonu'na bağlı kalacaklarını açıkladılar. Ancak ISS sonrası bir dünya için de planlar yapılıyor: NASA neredeyse tamamen Artemis programına ve Ay'ı keşfetme planlarına odaklanmış durumda. ESA ise Starlab adını verdiği yeni bir uzay istasyonu için çalışıyor.

DW Türkçe'ye sansürsüz nasıl ulaşabilirim?

Gezeravcı'nın uzay yolculuğuna saatler kaldı

Amerikan Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi (NASA), Türkiye'den F-16 pilotu Alper Gezeravcı, Amerika Birleşik Devletleri'nden (ABD) tim komutanı Michael Lopez-Alegria, İtalya'dan Pilot Walter Villadei ve Avrupa Uzay Ajansı astronotu İsveçli Marcus Wandt'tan oluşan Axiom Mission (Ax-3) mürettebatının, Falcon 9 roketinin, 17 Ocak'ta Florida'daki Kennedy Uzay Merkezi'nden yerel saatle 17.11'de (TSİ 18 Ocak / 01.11) fırlatıldıktan sonra SpaceX Dragon uzay aracıyla yörüngedeki Uluslararası Uzay İstasyonu'na (ISS) gideceğini ifade etti.

19 Ocak Cuma günü TSİ 13.15'te ISS'ye ulaşması beklenen mürettebatın burada 14 gün görev yapması planlanıyor.

Erdoğan Gezeravcı ile görüştü

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Çarşamba günü kabine toplantısı esnasında, Türkiye'nin ilk Uzay Yolcusu Alper Gezeravcı ile video konferans aracılığıyla görüştü. "Şu an kabine toplantısındayız. Bakan arkadaşlarım da buradalar. Hepsinin sana çok çok selamları var. İnşallah yarın gece tarihi bir göreve çıkacaksın" diyen Erdoğan'a, Gezeravcı "Tüm hazırlıklarımızı tamamlamış vaziyette, görev saatini beklemekteyiz sayın cumhurbaşkanım" yanıtını verdi.

Erdoğan'ın, "Tabi bu görev hem bilim misyonu hem de çocuklarımıza, gençlerimize ilham kaynağı olması yönüyle çok çok kıymetli" sözlerine, Gezeravcı, "Gelecek nesillere bizim hayallerimizi sınırlandıran bu perdeyi açmaya vesile olduğunuz için sizlere minnettarız sayın Cumhurbaşkanım" diyerek cevap verdi.

Astronot kıyafetleri ile Ax-3 mürettebatı, soldan sağa: Marcus Wandt (İsveç), Walter Villadei (İtalya), Tim Komutanı Michael Lopez-Alegria (İspanya) ve Alper Gezeravcı (Türkiye)
Ax-3 mürettebatı, soldan sağa: Marcus Wandt (İsveç), Walter Villadei (İtalya), Tim Komutanı Michael Lopez-Alegria (İspanya) ve Alper Gezeravcı (Türkiye)null DHA

Uzay yolculuğu meydanlarda izlenecek

Türkiye'nin ilk astronotu Alper Gezeravcı'nın uzay yolculuğu, pek çok kentte meydanlardan ve bilim merkezlerinden takip edilebilecek. Fırlatma töreni ayrıca, Ankara-Kızılay ve İstanbul-Taksim'deki planetaryumların yanı sıra, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı tarafından bu iki kentteki meydanlara kurulan ve "dome çadır" adı verilen dev kubbeli alanlardan da izlenebilecek.

Öte yandan, Ax-3 mürettebatının yolculuğu, Ankara Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) yerleşkesinde bulunan Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu (TÜBİTAK) Uzay Teknolojileri Araştırma Enstitüsü Yer İstasyonu'nda görevli uzay mühendisleri ve bilim insanları tarafından da takip edilecek.

Fırlatma töreni, Konya Bilim Merkezi, Bursa GUHEM, Bilim Üsküdar, Antalya Bilim Merkezi, Gaziantep Müzeyyen Erkul Bilim Merkezi, Aksaray Bilim Merkezi, Trabzon Özdemir Bayraktar Bilim Merkezi ile Kayseri Bilim Merkezi'nden de izlenebilecek. Bu merkezlerde atölye çalışmalarından, uzay filmleri gösterimine birçok programa yer verilecek.

Bakan Kacır ABD'de

Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mehmet Fatih Kacır ve bilim insanlarından oluşan heyet, Cumhuriyet tarihinin ilk insanlı uzay görevi için Florida eyaletinde gerçekleştirilecek fırlatma törenine katılmak üzere ABD'ye gitti.

Bakan Kacır, uzay görevi için "mutlu, heyecanlı ve gururlu" olduklarını ifade ederek, "Bu tarihi ana şahitlik etmek üzere biz de Alper Gezeravcı'nın ailesiyle birlikte orada olacağız. Alper Gezeravcı, Uluslararası Uzay İstasyonu'nda 13 bilimsel deneyi gerçekleştirecek, böylelikle Türk bilim insanlarının uzay bilimi alanında yürüttükleri çalışmalarda yeni bir aşamaya adım atıyor olacağız. Alper Gezeravcı aynı zamanda Türk gençleri, Türk çocukları için ilham kaynağı olacak. Sayın Cumhurbaşkanımızın liderliğinde gerçekleştirdiğimiz Milli Uzay Programı'ndaki hedeflerimizi bir bir hayata geçirmeye, aziz milletimizin ufkunu gökyüzünün ötesine taşıyacak işlere imza atmaya devam edeceğiz" ifadelerini kullandı.

 

DHA,DW / ET,EC

DW Türkçe'ye VPN ile sansürsüz nasıl erişebilirim?

Mega kentler hava kirliliği ile nasıl mücadele ediyor?

Hava kirliliği dünya çapında önemli bir sorun. Dünya Sağlık Örgütü'ne (DSÖ) göre yılda yaklaşık 7 milyon kişi hava kirliliğinden dolayı yaşamını yitiriyor. Delhi'den İstanbul ya da Los Angeles'a kadar dünyanın en büyük şehirlerinde yaşayan insanlar bu durumdan en çok etkilenenler arasında yer alıyor. Ancak DW tarafından yapılan bir analiz, şaşırtıcı derecede cesaret verici bazı veriler ortaya koyuyor: Birçok mega kentte hava yavaş yavaş iyileşiyor.

PM 2,5 adlı ince partikül madde, hava kirliliği seviyeleri için genel bir gösterge olarak kabul ediliyor. Bu madde, insan saçının genişliğinden çok daha küçük olan 2.5 mikrometre veya daha küçük boyuttaki çeşitli katı parçacıklar ve sıvı damlacıklardan oluşuyor.

DSÖ İklim Değişikliği, Çevre ve Sağlık Bölümü'nden Sophie Gumy, "Bu partiküller ne kadar küçükse, vücuda o kadar derinden girebilirler" diyor. DW'ye konuşan Gumy, PM 2,5'in akciğerlere ve kan dolaşımına girebilecek kadar küçük olduğunu ve burada solunum sorunlarına, kalp hastalıklarına ve akciğer kanserine neden olabileceğini söylüyor.

Şehirlerdeki partikül madde sorunu, esas olarak otomobil ve diğer araçlardan kaynaklanan emisyonlardan kaynaklanıyor. Endüstriyel emisyonlar ve atık yakma işleminin yanı sıra ısınma ve yemek pişirme için kullanılan kömür, odun veya gazyağı gibi katı yakıtlar da bu soruna katkıda bulunuyor.

DW, kirlilik seviyelerinin son yıllarda nasıl değiştiğini öğrenmek için İsviçreli veri sağlayıcısı ve hava kalitesi ürünleri üreticisi IQAir tarafından derlenen ve nüfusu 10 milyondan fazla olan şehirlerin PM 2,5 seviyelerini kapsayan verileri analiz etti. Mevcut verilere göre 25 mega kentin 21'i, 2017 ve 2022 yılları arasında hava kirliliği seviyelerini iyileştirdi.

Peki bu nasıl mümkün oldu?

Tayland'ın başkenti Bangkok'ta, hava kirliliğinin sis gibi kentin üzerine çökmüş hali - (12.12.2023)
Dünya üzerinde hava kirliliğinin en yoğun olduğu şehirlerden Tayland'ın başkenti Bangkoknull Lillian Suwanrumpha/AFP/Getty Images

Temiz ulaşım stratejileri

Hava kirliliğiyle mücadele etmek için şehirler çeşitli stratejiler uyguluyor. Bu stratejilerin birçoğunda ulaşım önemli bir rol oynuyor. Daha temiz ve daha az sayıda araca öncelik vermek, yürümeyi veya bisiklete binmeyi teşvik etmek ve toplu taşımayı genişletmek etkili önlemler arasında yer alıyor. Örneğin Bangkok, hala sınırlı olan Skytrain ve Metro hizmetlerini genişletirken, Delhi otobüs filosunun yüzde 80'ini elektrikli hale getirmeyi hedefliyor.

İstanbul'un da aralarında yer aldığı, dünya genelinde iklim değişikliği ile mücadele veren yaklaşık 100 kentin oluşturduğu bir dayanışma ağı olan C40'ın hava kalitesi teknik sorumlusu Zoe Chafe, DW'ye yaptığı açıklamada, birçok kentin düşük emisyonlu bölgeler üzerine çalıştığını söylüyor. Bunlar, sınırlı sayıda araca izin verilen ya da hiçbir araca izin verilmeyen; sokakların yayalarla bisikletlilere daha fazla yer açacak şekilde tasarlandığı alanlardan oluşuyor. Chafe, "Bu, şu anda dünyanın tüm bölgelerinde ilgi gören bir uygulama ve gerçekten heyecan verici" diyor.

Endüstriyel kaynaklar: İnşaat ve sanayi

Sanayi, ele alınması gereken bir diğer önemli husus. Örneğin Delhi'nin hava kirliliğine karşı eylem planı, inşaat alanlarından kaynaklanan tozun azaltılmasına ve daha temiz yakıtlara ve daha verimli tekniklere geçilmesine odaklanıyor. Şehir, özellikle kış aylarında hala gezegendeki en kirli şehirler arasında yer alıyor. 2023 yılında yoğun sis nedeniyle okullar yine kapanmak zorunda kaldı.

Buna rağmen Delhi 2017 ve 2022 yılları arasında kirlilik seviyelerini yüzde 15 oranında azalttı. Kirlilik seviyesindeki azalmada en önemli etkenlerden biri 2018 yılında devre dışı bırakılan Badarpur kömürlü termik santrali olarak görülüyor. Bu santralin sadece Delhi'deki partikül madde hava kirliliğinin yaklaşık yüzde 10'undan sorumlu olduğu tahmin ediliyor.

Atık yönetimi için altyapı

Atık yönetimi için düzenlemeler yapılması ve gerekli altyapının sağlanması da her şehrin hava kirliliğine karşı mücadele planının bir parçası olması gerekiyor. Öyle ki atıkların toplanmadığı ve uygun şekilde işlenmediği yerlerde insanlar açık havada çöp yakma yöntemine başvuruyor. Bu da zehirli dumana neden olup hava kirliliğine katkıda bulunuyor.

Yasaların mevcut olduğu yerlerde bile ilerleme yavaş olabiliyor. Hindistan'da 20 yılı aşkın bir süredir daha temiz bir hava için mücadele eden aktivist anne grubu Warrior Moms'un kurucusu Bhavreen Kandhari, DW'ye verdiği demeçte "2016'dan kalma katı atık yönetimi yönetmelikleri var ama hala uygulanmıyor" diyor.

Berlin'de bir cadde üzerinde, saatte 30 kilometre hız limiti olduğunu gösteren tabela ve akan araç trafiği - (09.04.2018)
Almanya'nın başkenti Berlin'de hava kirliliğini azaltmak için pek çok caddede araçlara saatte 30 kilometre hız limiti getirildinull picture-alliance/dpa/J. Carstensen

Temiz enerji uygulamaları

Önlemler tam anlamıyla uygulandığında etki önemli olabilir. Örneğin, son birkaç yılda Çin'deki birçok şehir, kirlilik seviyelerini büyük ölçüde azaldı.

Bu sonucun alınmasında, Çin hükümetinin "hava kirliliğine karşı savaş" olarak adlandırdığı ve tüm temel etkenleri hedef alan bir dizi önlem etkili oldu. Bunlar arasında ısınma ve elektrik için enerji tüketimine karşı alınan önlemler de var.

Örneğin Pekin, ev tipi kazanlar için katı emisyon sınırları getirdi ve kömürle çalışan kazanlardan doğal gaz veya elektriğe geçiş yapan her haneye sübvansiyonlar sundu. Bir çalışma, bu kazanların yenilenmesinin Pekin'in hava kirliliğindeki azalmanın yüzde 20'sinin bu kazanların yenilenmesinden kaynaklandığı sonucuna vardı.

Çin'in yanı sıra, dünya çapında ülkeler yenilenebilir enerjiye yatırım yapıyor, kömürü aşamalı olarak terk ediyor ve odun ve kömür yakıtlı sobalara alternatifler araştırıyor. Güney Kore'nin başkenti Seul, 1990'larda gazlı ısıtıcılara geçiş yapmıştı ve şimdi ısı pompaları gibi daha çevre dostu alternatifleri değerlendiriyor.

Ana zorluklar neler?

Şehirler hava kalitesini iyileştirmek istediğinde, öncelikle veri toplamayı iyileştirme konusunda adımlar atmaları gerekiyor. Örneğin, Pakistan'da hava kalitesini izlemek için resmi istasyon sayısı halen çok az, bu da değerlendirmeyi zorlaştırıyor.

Ancak 2016 yılında Pakistan Hava Kalitesi İnisiyatifi'ni kuran Abid Omar gibi insanlar, bunu değiştirmek için çalışıyorlar. Omar, "Aynı düşüncede olan bireyler, şirketler, kuruluşlar düşük maliyetli sensörlerle bir araya geldi ve internet üzerinden veri sağlıyorlar," diyor ve ekliyor: "Farkındalığı artıran da bu veriler."

Türkiye'de hava kirliliği ölçümünde benzer bir tablo söz konusu. Çevre Mühendisleri Odası'na göre Türkiye'de PM 2,5 için Hava Kalitesi Değerlendirme ve Yönetimi Yönetmeliği'nde herhangi bir ulusal limit yok. Temiz Hava Hakkı Platformu ise Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı'nın Türkiye genelinde 360 istasyonu olduğunu ancak bu istasyonların tamamında partikül madde için veri sağlayabilenlerin sayısının 165 olduğunu belirtiyor. Platformun 2021 raporuna göre Türkiye'de, DSÖ standartlarına göre havası temiz şehir yok.

Türkiye dünyanın en kirli havasına sahip 46. ülke

C40'tan Zoe Chafe, şehirlerin gerçek bir değişim yaratabilmesi için mali kaynakların çok önemli olduğunu söylüyor.

"Pekin hava kalitesi sorununa büyük miktarda yatırım yapabildi" diyen Chafe, "Ve şu anda diğer pek çok şehir için kilit soru da bu: Hava kalitelerinde böyle bir değişikliği yapmak için yatırım yapacak paraları var mı?" diye ekliyor.

Çin son birkaç yıldır hava kirliliği kontrolü için yılda 20 milyar yuan yani birkaç milyar dolardan fazla yatırım yaptı.

Hava kirliliği, siyasi sınırları aşarak büyük mesafeler boyunca hareket edebilir. Zoe Chafe, bu yüzden şehirlerin, bölgelerin ve ülkelerin değişim için birlikte çalışması gerektiğini söylüyor. Chafe, "Meselenin özünde insanların sağlığı yatıyor. Hava kirliliğinin nereden geldiği önemli değil, azaltılması son derece önemli" diyor.

Dünyanın hemen hemen tüm şehirlerindeki hava kirliliği seviyeleri ise hala DSÖ'nün metreküp hava başına 5 mikrogram sınırını aşıyor.

 

 

DW Türkçe'ye sansürsüz nasıl ulaşabilirim?

STK'lardan mevzuat talebi: Hurda gemiler tehlike saçıyor

Türkiye'de gemi geri dönüşüm sektörü, sökümü yapılan gemilerde bulunan tehlikeli toksik atıkların çevre ve insan sağlığına verdiği zararlar üzerinden uzun süredir eleştiriliyor.

Temmuz 2022'de Brezilya'dan getirilmesi planlanan São Paulo uçak gemisi içerdiği asbest ve kurşun, kadmiyum gibi pek çok toksik-tehlikeli atık nedeniyle kamuoyunun tepkisini çekmiş, İzmir-Aliağa'ya doğru yola çıkan eski askeri gemi, Türkiye sularına giremeden Atlas Okyanusu'nda batırılmıştı.

Fransız bayraklı asbestli gemi

Ancak Türkiye'de gemi geri dönüşüm sektörünün merkezi olan İzmir-Aliağa için São Paulo tek ya da ilk değil. Geçen hafta Raymond Croze isimli Fransız bayraklı kablo döşeme gemisi söküm için Aliağa'ya getirildi. Geminin içerdiği asbest ve kimyasalların tamamının Tehlikeli Madde Envanter Raporu'na işlenmediğini açıklayan TMMOB, DİSK, İzmir Tabip Odası ve kentin diğer paydaşlarının yer aldığı İzmir Gemi Söküm Koordinasyonu, denetim eksikliği ve çevresel risklere işaret ediyor.

Türkiye'de gemi geri dönüşüm sektörüne ilişkin genel tabloyu ise Belçika merkezli uluslararası sivil toplum kuruluşu NGO Shipbreaking Platform'un hazırladığı rapor ortaya koydu.

Aliağa'daki gemi geri dönüşüm tesislerinin, Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) sürecinden muaf olduğu, sektörün ilk kurulduğu dönemden beri kapalı kapılar ardında faaliyet gösterdiği belirtilen raporda, Çevre, Çalışma ve Ulaştırma Bakanlıkları'nın mevzuattaki mevcut boşlukları doldurmak ve sektörü sürdürülebilir uygulamalara geçirmek için ileri görüşlü ve kapsamlı düzenlemeler yapması gerektiği vurgulanıyor.

22 tesisten 9'u AB onaylı

Raporda, İzmir-Aliağa'da gemi söküm faaliyetlerinin yürütüldüğü, bölgedeki çelik fabrikalarına hurda sağlayan 22 tesis mercek altına alındı. Editörlüğünü Ingvild Jenssen Helen Perivier, Aslı Odman ve Benedetta Mantoan'ın yaptığı rapor, Ekin Sakin tarafından kaleme alındı.

Türkiye'de resmi verilere göre 2009'dan bu yana 2 bin 224 hurda geminin sökümü yapılırken gemi geri dönüşümü tonajı 15 bin 389 gross tonu buluyor. Avrupa Birliği, AB bayraklı gemilerin geri dönüşüm süreçlerinin sadece AB Gemi Geri Dönüşüm Tüzüğü'ne uygun işletilen tesislerde gerçekleştirilmesini 2018 yılından itibaren zorunlu kıldı. Aliağa'daki 22 tesisten sadece dokuzu AB Onaylı Gemi Geri Dönüşüm Tesisleri Listesi'nde yer alıyor. Ancak AB sertifikalı tesislerde de gerekli denetimlerin yapılmadığına dair eleştiriler var. Önceki yıl São Paulo gemisinin söküm ihalesini alan, Türkiye'deki AB onaylı tersanelerden biri olan Sök Denizcilik'ti.

NGO Shipbreaking Platform da AB denetimlerinin, Aliağa'daki birçok tesiste uzun süredir devam eden eksiklikler olduğunu ortaya koyduğuna dikkat çekiyor. Onaylı tesislerde de AB Gemi Geri Dönüşüm Tüzüğü kapsamında eksiklikler tespit edildiğini belirten Platform, bazı tesislerin, bu eksiklikler giderilmemiş olsa da AB listesinde onaylı kalmaya devam ettiğini aktarıyor.

Asbest, arsenik, ağır metaller

Platform'un raporuna göre gemi geri dönüşüm bölgesinde arsenik, kurşun ve diğer ağır metaller, asbest, poliaromatik hidrokarbonlar (PAH'lar), tributiltin oksit ve dieldrin gibi toksik maddelerle yoğun bir şekilde kirleniyor. Bu tespit, Çevre Bakanlığı, TÜBİTAK ve Ege Üniversitesi tarafından 2019 ve 2022 yıllarında yapılan çalışmalar ve AB denetim raporlarına dayanıyor.

Gemilerden çıkan sintine, balast suyu ve petrol türevli katı ve sıvı atıklar kıyı kirliliğine sebep olurken, gemi geri dönüşüm sahalarındaki toprakta bulunan yüksek kurşun konsantrasyonları gemilerdeki boyaların çevresel etkisi ile ilişkilendiriliyor. Aliağa'da havadaki partikül madde ve ağır metal kirliliği en yoğun olarak gemi geri dönüşüm bölgesinde görülüyor.

"Kansere dönüşen maddeler"

Raporda, yüksek kirlilik seviyelerine neden olan faktörler "yetersiz drenaj sistemleri, uygun bir atık su arıtma sisteminin ve seperatörün bulunmaması, kabloların yakılması ve tehlikeli atıkların uygunsuz yönetimi ve bu durumun takip edilmemesi" şeklinde sıralanıyor.

DW Türkçe'ye konuşan Türk Tabipleri Birliği (TTB) Halk Sağlığı Kolu Üyesi Dr. Ahmet Soysal'a göre PAH'ler, petrol, motor yağı ve ağır metaller; kansere dönüşen, besin zincirine karışıp ısıyla, su yoluyla veya havadan solunum yoluyla insan vücuduna alınabilen tehlikeli maddeler. Soysal, "İnsanlar ağır metalleri gıdalar yoluyla, içtikleri sular yoluyla, ağız yoluyla aldıkları vakit, bu ağır metaller vücuttan tekrar süzülüp atılamıyor ve vücutta birikiyor. Belli bir eşik değeri de geçtikten sonra başta kanserler, nörolojik hastalıklar olmak üzere veyahut da çocukların gelişiminde otizm ya da bilişsel gelişimde gerilik olmak üzere çeşitli sağlık tablolarına yol açıyor" diye konuşuyor.

2000'li yıllardan sonra kullanımı yasaklanan asbest ise Uluslararası Kanser Araştırmaları Ajansı'na göre birinci derecede kanserojen etkiye sahip. Asbest lifleri solunum yoluyla insan vücuduna giriyor ve mezotelyoma (akciğer zarı kanseri) başta olmak üzere çok sayıda sağlık sorununa neden oluyor.

"Mevzuatta boşluklar var"

NGO Shipbreaking Platform'un raporunda, geri dönüşüm tesislerinin izin süreçleri ve gemilerin ithal edilmesinden başlayarak dönüşüm sürecinin her aşamasına ilişkin mevzuatta boşluklar olduğu değerlendiriliyor. Rapora göre bu boşluklar, sökümün gerçekleşmesinden çelik hurdaların işlenmesine ve tehlikeli atıkların bertaraf edilmesine kadar pek çok aşamada ortaya çıkıyor.

Aliağa'daki gemi geri dönüşüm tesislerinin, ÇED sürecinden muaf olduğuna dikkat çekilen raporda, "Ayrıca Çevre İzin ve Lisans Yönetmeliği'ne ilişkin iş ve işlemlerin, gemi geri dönüşüm tesislerine özgü usul ve esasların yayımlanması sonrasında başlatılacağı kararlaştırılmış ve bu yönetmeliğin getirdiği yükümlülükler, gemi geri dönüşüm sektörü için 2016 yılından bu yana askıya alınmıştır" ifadeleri yer alıyor.

AB Gemi Geri Dönüşüm Yönetmeliği'ne göre gemi sahipleri, gemide bulunan tehlikeli maddeleri listeleyen Tehlikeli Madde Envanter Raporu'nu (IHM) temin etmek zorunda. Envanter raporu hazırlanırken yapılan kontrolde hangi tehlikeli maddenin geminin hangi bölümünde ne kadar olduğuna ilişkin bir tespit yapılması gerekiyor.

"Daha az tehlikeli atık beyanı"

Rapora göre ise Türkiye'de IHM'in doğrulanmasına yönelik net prosedürlerin bulunmaması tehlikeli atık yönetiminde belirsizliklere yol açıyor. Geri dönüşüm için gönderilen gemilerin IHM'lerinin, tehlikeli maddelerin gerçek miktarını her zaman yansıtmadığı vurgulanan raporda, "Bununla birlikte, AB denetim raporları, gemi geri dönüşüm tesislerinin, söküm öncesinde, gemilerin IHM'inde belirtilenden daha az tehlikeli atık miktarı beyan ettiğini ve bu farklılığın nedeninin açıklanamadığını tespit etmiştir" deniliyor.

Rapor kapsamında yapılan araştırma ayrıca, bazı tesis sahiplerinin hâlâ işçilere uygun kişisel koruyucu ekipman ve kıyafet sağlamadığını; güvenlik önlemleri ve tekniklerinin genellikle yetersiz olduğunu ve bunun da önlenebilir kazalara yol açtığını; asbest yönetiminde ciddi usulsüzlüklerin varlığına rağmen meslek hastalığı tanısının konulmamaya devam ettiğini ortaya koyuyor.

Raporda, "Sahalardaki kirliliğe, yüksek maruziyet riskine ve kişisel koruyucu ekipmanın uygunsuz kullanımına rağmen, beklenmedik bir şekilde, Aliağa gemi geri dönüşüm bölgesinin kurulmasından bu yana resmi olarak meslek hastalığı tanısı hiç konulmamıştır. Bir AB denetim raporu, bir tesisteki asbest konsantrasyonunun insan sağlığı için risk oluşturacak kadar yüksek olduğunu ortaya koymuştur. Öte yandan, işçilerin uygun takip, tazminat veya yasal yollara erişebilmeleri için gerekli güvenceler eksiktir" değerlendirmesi yapılıyor

Alan Ekim'de satışa çıkarıldı

Günümüzde, hem Türkiye'de hem de AB'de gemi geri dönüşüm sektörünün daha iyi düzenlenmesi için yeni fırsatlar ortaya çıktığına işaret eden raporda, Aliağa'daki gemi geri dönüşüm tesisi sahiplerinin Toplu Konut İdaresi (TOKİ) ile olan kira sözleşmelerinin 2026 yılında sona erdiğine, ayrıca gemi geri dönüşüm faaliyetlerinin yürütüldüğü alanın Ekim 2023'te TOKİ tarafından satışa çıkarıldığına işaret ediliyor. Rapora göre bu gelişmeler, daha iyi teknolojilerin hayata geçirilmesi ve Aliağa'daki gemi geri dönüşüm alanının yeniden gözden geçirilmesi için bir fırsat olabilir.

Raporda sektörün çevre yönetimi ve iş güvenliği koşullarının kapsamlı bir mevzuatla birlikte iyileştirilmesi gerektiğine işaret ediliyor.

Kirlilik kaynaklarının ve iyileştirme stratejilerinin belirlenmesi için gemi geri dönüşüm tesislerinde ve çevresinde sürekli çevresel izleme yapılması gerektiğine işaret eden raporda, kazaların ve meslek hastalıklarının kök nedenlerini belirlemek için ise derinlemesine iş güvenliği ve mesleki izleme çalışmalarına ihtiyaç olduğu vurgulanıyor.

Rapor için yapılan görüşmelere göre, sektörde bazı tesisler hâlâ kayıtdışı işçi çalıştırırken, bu uygulama ciddi sağlık endişelerine yol açmanın yanı sıra sağlık etkilerinin gizlenmesi gibi istenmeyen bir sonuca da yol açıyor.

"İyileştirilmesi gereken konular"

Rapora göre etkili drenaj sistemleri, separatörler ile atık su arıtımı, söküm sırasında IHM doğrulamaları, usul ve esaslara uygun tehlikeli atık yönetimi, ISO uyumlu tanklar ve atık depolama binaları, güvenli ırgat donanımı ve ekipmanı, gazdan arındırma süreçleri operasyonel olarak iyileştirilmesi gereken konular arasında. Tehlikeli maddelerden numune alınması ve analiz edilmesi de dahil olmak üzere uygulamaların tutarlı olmasını sağlamanın önemine vurgu yapan raporda, "Bu anlamda, tüm aşamalarda ve özellikle atık yönetiminde net ve tek tip prosedürlerin tanımlanması gereklidir. İş güvenliği kültürünün yerleştirilmesi mevzuatın bir hedefi olmalıdır" deniliyor.

Raporda ileriye dönük olarak, soğuk kesim gibi daha güvenli ve temiz teknolojilerin uygulanması için yatırımlar ve teşviklerin harekete geçirilmesi önerilirken, gemi geri dönüşüm faaliyetlerinin sürdürülebilirliğini ve dayanıklılığını sağlamak için yükselen deniz seviyelerini de değerlendirerek kuru havuzları içeren bir Master Planı oluşturulması çağrısı yapılıyor.

NGO Shipbreaking Platform nedir?

NGO Shipbreaking Platform, küresel çapta güvenli ve çevreye duyarlı gemi geri dönüşümünü teşvik etmek için çalışan ve çevre, insan ve işçi hakları örgütlerinden oluşan bir koalisyon. Platform, denizcilik sektöründeki gemi sahiplerinin ekonomik ve siyasi alandaki güç dengesizliğine karşı etkili bir çözüm sunabilmek amacıyla Eylül 2005'te kuruldu. Koalisyon kısa sürede bir Avrupa platformu olmaktan çıkıp, Hindistan, Bangladeş, Pakistan ve Türkiye gibi başlıca gemi söküm ülkelerindeki sivil toplum kuruluşlarının da dahil olduğu küresel bir platform haline geldi.

DW Türkçe'ye engelsiz nasıl erişebilirim?

Türkiye'de Rize'den büyük bir alan ormansızlaştı

Resmi Gazete'de yayımlanan Cumhurbaşkanlığı kararıyla 11 ilde 1 milyon metrekarenin üzerinde alanın orman sınırları dışına çıkarılması tartışma yaratırken gözler son yıllarda ormanlardan madencilik ya da enerji gibi çeşitli faaliyetler için verilen izinlere çevrildi.

Tarım ve Orman Bakanlığı'na bağlı Orman Genel Müdürlüğü'nün (OGM) yayınladığı resmi verilere göre 2012 ile 2022 arasında ormanlardan verilen izin miktarı 406 bin 201 hektarı buluyor. Bu alan 572 bin 114 tane futbol sahasına denk gelirken, yaklaşık 77 Belgrad Ormanı ediyor. Söz konusu alan ayrıca Rize, Osmaniye, Kocaeli, Bayburt gibi illerin yüzölçümlerinden de büyük.

Enerji ve maden ilk sıralarda

Resmi verilere göre orman alanlarında en fazla madencilik ve enerji faaliyetleri için izin verildi. Son 11 yılda 109 bin 884 hektar orman madencilik faaliyetine açılırken, enerji faaliyetleri için izin verilen orman alanı 142 bin 980 hektar oldu. 

Enerji izinlerinin 82 bin 218 hektarını enerji iletim hatları, 11 bin 29 hektarını hidroelektrik, 678 hektarını termik santral, 8 bin 613 hektarını rüzgar santrallerine verilen izinler oluşturdu. Diğer izinler başlığı altında ulaşım için 55 bin 155, altyapı için 673, eğitim tesisleri için 1445, sağlık tesisleri için 581, katı atık bertarafı için 2 bin 413 hektar ormanlık alandan izin verildi.

Tüm ormanların yüzde 3,5'i kadar

Peki verilen bu izinler Türkiye'nin orman varlığı ile kıyaslandığında ortaya nasıl bir tablo çıkıyor?

 Akbelen Ormanı'nda maden izni verilmesi protestolara neden olmuştu
Akbelen Ormanı'nda maden izni verilmesi protestolara neden olmuştunull ANKA

Orman Genel Müdürlüğü ve Antalya Orman Bölge Müdürlüğü verilerine göre; 2023 yılında Türkiye'deki toplam orman alanı, 23 milyon 245 bin hektar olarak belirlendi.

DW Türkçe'ye konuşan İstanbul Üniversitesi-Cerrahpaşa Orman Fakültesi Toprak İlmi ve Ekoloji Anabilim Dalı'ndan Prof. Dr. Doğanay Tolunay, Türkiye'de ormanlardan verilen tüm izinlerin miktarının 2022 sonu itibarıyla 811 bin hektara ulaştığı bilgisini veriyor. Bunun yaklaşık yarısının 2012-2022 yılları arasında verildiğine işaret eden Tolunay, "Bu miktar 23,2 milyon hektar olan ormanlarımızın yüzde 3,5 kadarına karşılık geliyor. Son 10 yıldaki orman izinleri ise orman alanlarımızın yüzde 1,7'si kadar" diyor.

Orman alanlarında kamu yararı ve zaruret gerekçesiyle izin verilen maden, enerji, turizm ve diğer tesislerin ormansızlaşma nedeni olduğunu vurgulayan Tolunay, ekliyor: "Çünkü bir orman alanı gerekçesi ne olursa olsun en az 10 yıl süreyle vasfını kaybediyorsa ormansızlaşma olarak kabul edilir. İzne konu olan orman alanlarının çoğunun yeniden ormanlaştırılması da pek mümkün değil."

Hangi olumsuzluklara neden oluyor?

Ormanlardan verilen izinlerin neden olduğu olumsuzlukların en başında karbon yutak alanlarının kaybı geliyor.

2004-2022 yılları arasında yıllık ortalama 29 bin 460 hektar orman alanının başka kullanımlara tahsis edildiğini söyleyen Tolunay'a göre bunun sonucunda yıllık ortalama 9,5 milyon ton karbondioksit eşdeğeri bir sera gazı emisyonu oluştuğunu söylemek mümkün.

Ormanların tuttuğu karbon miktarı Türkiye'nin 2053 yılında ulaşmayı taahhüt ettiği net sıfır karbon emisyonu açısından da önemli.

Türkiye'nin toplam sera gazı emisyonunun 2021 itibariyle 564 milyon ton karbondioksit eşdeğeri kadar olduğunu söyleyen Tolunay, net sıfır emisyon hedefine ulaşmak için bu emisyonların ormanların yıllık karbon tutum miktarına düşürülmesi gerektiğine işaret ediyor.

Tolunay, "Sera gazları envanterimize göre uzun yıllar yılda 62-68 milyon ton civarında karbondioksiti atmosferden alan ormanların yaptıkları bu birikim, 2018 sonrasında sürekli olarak azalarak 2021 yılında 34 milyona kadar geriledi" diyor.

Diğer yandan ormanlardan verilen izinler habitat parçalanmasına da yol açıyor. 

Tolunay, OGM'nin Sürdürülebilir Orman Yönetimi raporlarına göre 2008 yılında sayısı 55 bin kadar olan 10 hektardan daha küçük orman parçası sayısının 2019 yılında 121 bine çıktığını belirtiyor. Buna karşılık bin hektardan büyük orman parçası sayısının aynı dönemde 1414'ten 1187'ye düştüğüne dikkat çeken Tolunay, "Habitat parçalanması öncelikle biyolojik çeşitliliği tehdit eden en önemli faktör. Parçalanan habitatlarda aynı türün farklı popülasyonları arasındaki bağlar kopar, türler suya ulaşamaz ve beslenme alanları daralır" diye konuşuyor.

Ormanlık alanlarda enerji tesislerine izin verilmesi, orman yangını riskini artırıyor
Ormanlık alanlarda enerji tesislerine izin verilmesi, orman yangını riskini artırıyornull Mustafa Ciftci/AA/picture alliance

Ormanlardan verilen izinlerin yol açtığı problemlerden biri de orman yangınları.

Prof. Tolunay'ın verdiği bilgiye göre, son 10 yılda çıkan yangınların yaklaşık yüzde 3'ünden orman içindeki enerji tesisleri sorumlu. Son 10 yılın ortalaması olarak yılda 22 bin 588 hektar orman alanı yangınlardan zarar görürken, bunun 4 bin 414 hektarı enerji tesislerinden kaynaklanıyor. Zarar gören orman alanlarının yüzde 20'si enerji tesisleri nedeniyle yanıyor.

Envanterde orman görünüyor

Öte yandan Türkiye'de orman alanları resmi verilere göre sürekli artıyor. Orman alanları 1973 yılında 20,2 milyon hektar iken, 2012 yılında 21,7 milyon, 2022 yılında ise 23,2 milyon hektara çıktı. Ancak rakamların güvenilirliği tartışmalı.

"Orman Kanunu'na göre orman alanları yerleriyle birlikte orman sayıldığı için orman envanterinin ormanlarımızın gerçek durumunu yansıttığını söylemek mümkün değil" diyen Tolunay, örneğin yanan alanlarda fiilen orman olmasa da envanterde orman olarak gösterilmeye devam ettiğine işaret ediyor.

Benzer durum ormanlardan verilen izinler için de geçerli. 

Tolunay'ın verdiği bilgiye göre ormancılıkta orman alanlarının envanteri aynı noktalara 10 yılda bir gidilerek yapılıyor. İki envanter arasında geçen sürede buralardan verilen izinlerle kaybedilen orman alanları envanterden düşülmüyor. İzin verilen alanlar ancak bir sonraki envantere ağaçsız orman alanı olarak kaydediliyor. 

Uydu görüntüleri gerçeği gösterebilir

Prof. Tolunay, bu nedenle orman envanterinin daha kısa sürelerde (örneğin beş yılda bir) uydu görüntüleri üzerinden yapılması halinde orman alanlarının gerçek durumunun daha net yorumlanabileceği görüşünde.

İstanbul Üniversitesi-Cerrahpaşa Orman Fakültesi Toprak İlmi ve Ekoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Doğanay Tolunay
İstanbul Üniversitesi-Cerrahpaşa Orman Fakültesi Toprak İlmi ve Ekoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Doğanay Tolunaynull Privat

Orman alanlarının uydu görüntüleri üzerinden belirlendiği sera gazı envanterinin ormanların fiili durumu hakkında daha net bilgi verebileceğini belirten Tolunay, ekliyor: "Sera gazları ulusal envanterimize göre 1990 yılında 23 milyon hektar olan orman alanı, 2020 yılında 22,8 milyon hektara gerilemiştir. Başka bir ifadeyle 30 yılda orman alanları 200 bin hektar kadar azalmıştır."

Orman dışına çıkarılan alanlar

Orman dışına çıkarılan alanlar ise ormanlardan verilen izinlerin haricinde bir alanı kaplıyor.

Türkiye'de ormanlardan konut izni bazı istisnai durumlar dışında verilmiyor. İstisnai durumlar daha çok depremlerden sonra yeni yerleşim alanları oluşturulmasının gerekmesi durumunda veriliyor. Ancak konut için olmasa da örneğin spor tesisi, hayvan barınağı, sağlık tesisi, mezarlık, üniversite yerleşkesi, turizm tesisi gibi yerleşimle ilişkili tesisler kamu yararı ve zaruret gerekçesiyle ormanlara kurulabiliyor.

Bunun dışında kamuoyunun 2-B olarak bildiği yasayla 31 Aralık 1981 tarihi öncesinde orman niteliğini kaybetmiş alanlar, orman sınırları dışına çıkarılabiliyor. Orman niteliğini kaybeden bu alanların önemli bir kısmında ormanların işgal edilerek tarım ve yerleşim alanına dönüştürüldüğüne dikkat çeken Tolunay, 2022 sonu itibarıyla 2-B uygulamasıyla orman sınırları dışına çıkarılan alan miktarının 645 bin hektara ulaştığı bilgisini veriyor.

2018 yılında ise Orman Kanunu'na eklenen "Ek 16'ncı Madde" ile 31 Aralık 1981 tarihinden sonra üzerinde yerleşim olan ya da yerleşime uygun verimsiz ve taşlık ormanların orman dışına çıkarılması mümkün hale geldi. 

12 Aralık tarihli Resmi Gazete'de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın imzasıyla toplamda 1 milyon metrekarenin üzerinde büyüklüğe sahip arazilerin ormanlık alan dışına çıkarılmasına gerekçe olarak da bu madde gösterildi. Orman dışına çıkarılan alanlar Antalya, Balıkesir, İstanbul, İzmir, Kütahya, Manisa, Muğla, Mersin, Sivas, Trabzon ve Yozgat'ta bulunuyor.

"Anayasa'nın 169'uncu Maddesi'ne aykırı"

Tolunay'ın verdiği bilgiye göre Ek 16'ncı Madde'ye dayanarak şimdiye dek bir Bakanlar Kurulu Kararı ve 24 Cumhurbaşkanı kararıyla onlarca ilde milyonlarca metrekare orman alanı orman sınırları dışına çıkarıldı. Orman sınırları dışına çıkarılan alanların bir kısmının 1982 yılından sonra işgal edilerek yapılaşmış alanlar olduğunu, bir kısmının ise yeni yerleşim alanı oluşturmak için orman sınırları dışına çıkarıldığını söyleyen Tolunay, Ek 16'ncı Madde'nin Anayasa'nın 169'uncu Maddesi'ne aykırı olduğunu vurguluyor.

"Çünkü Anayasamızda açıkça 31 Aralık 1981 tarihi öncesinde orman vasfını kaybeden alanların orman dışına çıkarılabileceği belirtiliyor" diye konuşan Tolunay, "Diğer yandan gerek 2-B uygulamasına gerekse Ek 16'ncı Madde'ye konu olan alanlar, orman niteliğini kaybetmemiş, insanlar tarafından işgal edilerek orman niteliği kaybettirilmiş alanlardır. Buraların yeniden ormanlaştırılması da mümkün. Her iki uygulamayla ormanları işgal edenler bir bakıma hem affedilmekte hem de ödüllendirilmekte" ifadelerini kullanıyor.

"Yeni izinlerin önünü açacak"

Tolunay'a göre, yerleşime açılmış alanlar ile yerleşime uygun alanların orman dışına çıkarılmasının bir diğer etkisi de ilerleyen yıllarda buralardaki yapılaşmayla yol, elektrik şebekesi, doğal gaz hattı gibi alt yapı ihtiyaçları nedeniyle Orman Kanunu'nun 17'nci Maddesi'ne göre kamu yararı ve zaruret gerekçe gösterilerek ormanlardan yeni izinlerin önünün açılması olacak.

Cumhurbaşkanlığı kararında, ayrıca orman dışına çıkartılan alanların iki katından az olmamak üzere devletin hüküm ve tasarrufu altında veya Hazine'nin özel mülkiyetinde bulunan taşınmazlardan Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı (Milli Emlak Müdürlüğü) tarafından Orman Genel Müdürlüğü'ne orman tesis edilmek üzere tahsisinin yapıldığı ifade edildi.

Ancak Tolunay'a göre, Orman Kanunu'nun Ek 16'ncı Maddesi'nde yer alan bu hükmün şimdiye dek yerine getirilip getirilmediği belirsiz. Tolunay, bu durumun Sayıştay raporlarına da yansıdığını ekliyor.

 

DW Türkçe'ye VPN ile nasıl erişebilirim?

Fay hattında altın madeni: 7,2 milyon dolar borcu silindi

Erzincan İliç'te yol açtığı siyanür sızıntısıyla bilinen Anagold'un vergi borcunun silindiği, şirketin yüzde 80 ortağı olan Kanadalı altın madeni şirketi SSR Mining'in bilançosunda ortaya çıktı. Dokuz aylık konsolide verilerine göre SSR'nin bu yıl Türkiye'de silinen vergi borcu 7,2 milyon dolar. Bu rakam, bugünkü kur değeriyle yaklaşık 209 milyon liraya denk geliyor.

Erzincan'ın İliç ilçesinde Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) süreçleriyle ilgili iptal davalarının devam ettiği Çöpler Kompleks Madeni'ni işleten Anagold Madencilik'in yüzde 80'i SSR Mining, yüzde 20'si ise Çalık Grubu'na ait.

Üçüncü çeyrek finansal raporuna göre SSR Mining'in Türkiye'de önceki dönemlerden kalan 8,6 milyon dolarlık vergi borcu bulunuyordu. Şirket, 12 Mart 2023'te yürürlüğe giren yasa uyarınca yaptığı vergi affı anlaşması uyarınca 7,2 milyon ABD Doları tutarında vergi, faiz ve cezayı sıfırladığını, 8,6 milyon yerine 1,4 milyon dolar nakit ödeme yaptığını beyan etti.

Raporda ayrıca Türkiye'de kurumlar vergisinin bu yıl yüzde 20'den 25'e çıkarıldığı ancak Türk Lirası'ndaki değer kaybı nedeniyle buradan gelecek vergi artışının dengelendiği belirtiliyor.

Dokuz aylık geliri 323 milyon dolar

SSR Mining'in finansal tabloları, yarattığı çevresel risklerden dolayı davalık olan Çöpler Madeni işletmesinin şirket için oldukça karlı olduğunu gösteriyor.

Buna göre Çöpler Madeni'nden yılın dokuz ayında 322,8 milyon dolar gelir elde eden şirketin karı da 46,5 milyon dolar oldu. Şirket, bu madenden 2020'den bu yana ise yaklaşık 1,5 milyar dolar gelir ve 334,6 milyon dolar kar elde etti.

Şirket hakkında 2021'den beri ise Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı'na açılan ÇED iptal davası sürüyor.

Çöpler Kompleks Madeni kapsamında açık ocak madencilik faaliyetleri ile oksitli ve sülfitli cevher çıkarılıyor ve dore altın ile gümüş ve bakır keki üretimi gerçekleştiriliyor. Madencilik faaliyetinin gerçekleştiği alanda aktif bir fay hattı olan Bingöl-Yedisu Fat Hattı da bulunuyor.

Proje 2008'de Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) olumlu raporu aldı. Şirket, 2014 ve 2021'de aldığı ÇED raporlarıyla iki kez kapasite artışı yaptı. Açık ocakları genişletip derinleştiren şirket 687 hektar olan maden sahasını yaklaşık bin 746 hektara çıkardı. 

Siyanür ve kimyasalla üretim

Madende üretim 2010 yılında başlarken, ilk kapasite artırımı ile birlikte 2019'da siyanürlü üretimden 39 çeşit kimyasal + sülfürik asit + siyanürle üretime geçildi. Anagold, Ağustos 2023'te "ÇED gerekli değildir" kararıyla da maden sahası içindeki açık ocak alanına 5,83 hektarlık bir bölüm daha eklemek için onay aldı.

Sahada kapasite artırımı yapılmasına yönelik verilen ÇED raporunun iptali için açılan dava kapsamında geçen hafta bilirkişi incelemesi yapıldı.

Avukat İsmail Hakkı Atal, nükleer santral karşıtı bir eylemde protestocularla bir arada
Arşiv - İsmail Hakkı Atalnull Privat

TMMOB ve İliç'te siyanürlü altın çıkarılmasına karşı çıkan köylüler adına Sedat Cezayirlioğlu tarafından açılan ÇED iptal davası Erzincan İdare Mahkemesi'nce reddedilirken karar geçen Haziran ayında Danıştay'da bozulmuş, Danıştay 6. Dairesi yeniden bir bilirkişi incelemesi yapılmasına karar vermişti.

İliçli köylülerin avukatı İsmail Hakkı Atal, bilirkişi heyetinden bir kişinin AKP ile bağlantısı olduğunu, sismolog olan bilirkişinin ise eksik bilgisi olduğunu belirterek heyetteki iki bilirkişiye itiraz etti. 

DW Türkçe'ye konuşan Atal, "Bilirkişi heyetinden biri 10 yıl il sağlık müdürlüğü yapmış bir bürokrat. Heyetteki halk sağlığı uzmanı. Bilirkişi heyetinde sismolog olarak görevlendirilen kişinin de keşif esnasında bölgenin depremselliğine ilişkin eksik bilgisi olduğu ortaya çıktı. Biz iki bilirkişi için de itiraz ettik. Daha önce de hem keşif sırasında hem de dilekçemizde madenle AKP arasında net bir bağlantı olduğunu belirterek halk sağlığı uzmanı için de itiraz ettik" diyor.

"Yıkıcı deprem riski var"

Mahkemeye sundukları bilimsel raporlara göre Bingöl-Yedisu fay hattının bir kolunun, maden atık havuzunun tam altından geçtiğini aktaran Atal, söz konusu kolda en son 1939 yılında 7'den büyük yıkıcı bir deprem olduğunu, bunun tekrarlama periyodunun da maksimum 100 yıl olduğunu söylüyor. 

"Biz şu an 84. yıldayız" diyen Atal, ekliyor: "Böyle bir depremin gerçekleşmesi halinde 66 milyon ton zehirli -sülfürik asitli -siyanürlü 39 çeşit kimyasallı zehirli atık sadece Fırat nehrine karışmakla kalmayacaktır. Aynı zamanda ekteki fay haritasında görülen fay hatları boyunca 60 km. kalınlığındaki yer kabuğu kırılarak bir nevi boru şebekesi gibi fay hattı boyunca tüm bölgenin yeraltına 66 milyon ton zehirli atık karışacaktır."

Atal, kapasite artırımıyla ise 66 milyon ton olan zehirli atığın 200 milyon tona çıkarılmak istendiğini vurguluyor.

ÇED raporu ne diyor?

Anagold'un dava konusu olan 2021 tarihli ÇED raporunda ise Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD) tarafından Ulusal Deprem Araştırma Programı (UDAP) kapsamında desteklenen "Türkiye Sismik Tehlike Haritasının Güncellenmesi" başlıklı projenin sonuçlarına dikkat çekiliyor. 

Proje kapsamında 2019'un başında yürürlüğe giren Türkiye Deprem Tehlikesi Haritası'nda bir önceki haritadan farklı olarak deprem bölgeleri yerine en büyük yer ivmesi değerlerinin gösterildiği ve "deprem bölgesi" kavramının ortadan kaldırıldığı anlatılan raporda, proje alanının en büyük yer ivmesine göre düşük tehlike alanında olduğu savunuluyor. Raporda ayrıca söz konusu haritanın yerel zemin koşullarının neden olabileceği sıvılaşma, büyütme, farklı oturma gibi tehlikeleri içermediği de ekleniyor.

Çöpler Maden sahasındaki siyanür havuzu
Anagold tarafından işletilen Çöpler Maden sahasındaki siyanür havuzunull DHA

Orman, hazine ve mera arazisi

Çöpler Kompleks Madeni'ne itirazlar sadece deprem riski üzerinden değil. Projenin ÇED raporunda yüzey suları açısından Fırat Nehri'nin en yakın etkilenebilecek alan özelliği taşıdığı belirtiliyor. Raporda, "Taşınım yoluyla veya Sabırlı Deresi'nin bu nehre bağlanması sebebiyle özellikle yağış alan mevsimlerde maden alanında yapılan kimyasal faaliyetlere dikkat edilmemesi durumunda Karasu (Fırat) Nehri'nin etkilenmesi söz konusu olabilir" deniyor.

Proje alanı olarak belirlenen bin 746 hektar alanının kadastro kayıtlarına göre yüzde 45'i orman, yüzde 43'ü hazine ve yüzde 5'i mera arazisi. Geriye kalan araziler satın alınan parseller, şahıs arazileri ve yoldan oluşuyor. Şirket, mera izni ve tarım dışı kullanım iznini Erzincan Valiliği Tarım İl Müdürlüğü ve Erzincan Valiliği İl Gıda, Tarım ve Hayvancılık Müdürlüğü'nden, orman iznini Orman Genel Müdürlüğü ve Erzurum Orman Bölge Müdürlüğü'nden aldı.

Madende patlatma yapılan alan ise Çöpler köyüne 2, Bahçeler mahallesine 2,2, Sabırlı köyüne 2,8, İliç ilçesine 3,7 kilometre uzaklıkta.

Flora-Fauna raporu

ÇED raporunun ekleri de dikkat çekici. Şirketin aldığı flora-fauna raporunda çalışma alanında sekiz takım ve 22 familyaya ait toplam 53 kuş türü belirlendiği, ancak bu kuşlar için proje sahası dışında uygun ekolojik özelliklere sahip alanlar olduğu değerlendiriliyor. 

Raporda, yine saha çalışmasında belirlenen 13 sürüngen türünden altı tanesinin Bern Sözleşmesi'ne göre "Kesinlikle Korunması Gereken Türler", altı tanesinin de "Korunması Gereken Türler" listesinde yer aldığı belirtilerek "Tespit edilen türlerin tamamı proje sahası dışındaki habitatlarda ve genel olarak da Türkiye'de yaygın olarak bulunan türlerdir. Bu nedenle bu türlerin proje faaliyetlerinden doğrudan etkilenmeyecekleri söylenebilir. Proje faaliyetlerinden dolaylı olarak etkilenmeleri durumunda ise, proje sahasının yakın çevresinde, bu türler için alternatif olacak uygun, beslenme, barınma ve üreme habitatları da bulunmaktadır" deniliyor.

Aynı rapora göre proje alanının florası endemik açıdan da zengin. Raporda yapılan arazi çalışması neticesinde proje alanında 328 tür ve tür altı seviyede takson tespit edildiği ve bu türlerden 54'ünün Türkiye florası için endemik olduğu belirtiliyor. Bu türlerin doğal ortamından toplanıp sera ortamındaki saksılara ekilmesi ve belirli bir büyüklüğe erişince alt yapısı tamamlanan biyorestorasyon alanlarına dikilmesi önerisi yapılıyor.

Siyanürlü solüsyon çevreye yayıldı

Çöpler Madeni, geçen yıl Haziran ayında siyanür taşıyan borulardan birinin patlaması sonucu 20 metreküp siyanürlü solüsyonun çevreye yayılmasıyla kamuoyunun gündeme geldi.

Anagold Madencilik sızıntıyı kabul ederken, şirketten yapılan açıklamada sızan solüsyon döküntüsünün içindeki siyanür miktarının yaklaşık 8 kilogram olduğu ve bunun hızla temizlendiği savunuldu. Şirket, açıklamasında Türkiye ekonomisine sağladığı katkıya da vurgu yaptı. Çevre kirliliğine neden olan altın madenine 16,4 milyon lira idari para cezası verildi. Ancak firmaya men cezası uygulanmadı.

Şirketin aldığı ÇED raporuna göre maden sahasında cevher üretimi 2027 yılına dek devam edecek. ÇED raporunda yapılan hesaplamaya göre Anagold 10 yıllık faaliyeti sonucu 4,8 milyar dolar işletme geliri elde ederken devlete yüzde 12 pay ödeyecek. Buna göre maden ömrü boyunca ödenecek devlet hakkı yaklaşık 198 milyon dolar civarında. Raporda devlet hakkında yüzde 40 teşvik indirimi uygulandığı da belirtiliyor.

Editörün notu: Bu haber ilk olarak 13 Aralık 2023 tarihinde yayınlanmıştır. Anagold Madencilik'ten 15 Aralık Cuma günü DW Türkçe’ye gönderilen açıklama ile güncellenmiştir. Şirketten yapılan açıklamada, Bingöl-Yedisu fay hattının Çöpler Altın Madeni'nin altından geçtiği yönündeki iddianın asılsız ve gerçeği yansıtmadığı öne sürüldü. "Bu fay hattının en yakın noktasının maden sahamıza olan uzaklığı kuş uçuşu 110 kilometredir. Çöpler Madeni’nin, düzenli analizleri yapılan ve söylendiği gibi bir zehirli atık havuzu olmadığı raporlarla ispatlanmış, ADT Havuzunun ve diğer tesislerinin altından veya çok yakınından geçen aktif fay hattı yoktur" denilen açıklamada, madendeki tüm tesislerin deprem risk analizleri doğrultusunda ilgili mevzuatlara göre inşa edildiği savunuldu. Şirket açıklamasında ayrıca haberimizde de yer aldığı üzere, Anagold’un 12 Mart 2023 tarihli bir mevzuat değişikliğine istinaden vergi tarhiyatlarına ilişkin borçların yapılandırılması imkânından faydalandığı, tüm şirketler gibi yasal hakkını kullandığı aktarıldı.

DW Türkçe'ye VPN ile nasıl erişebilirim?

Türkiye'nin iklim politikasına "çok düşük" not

Birleşmiş Milletler (BM) İklim Değişikliği Konferansı'na katılan ülkeler fosil yakıtların kullanımından vazgeçilmesi için çaba gösterirken 2024 yılı İklim Değişikliği Performans Endeksi (CCPI) yenilenebilir enerji kullanımının yaygınlaşmasına rağmen küresel ısınmanın 1,5 derece ile sınırlandırılması hedefinin hâlâ uzak olduğunu ortaya koydu.

Yaklaşık 450 uzmanın analizi sonucu hazırlanan rapora göre, dünyanın önde gelen bütün ekonomileri artık rüzgar, güneş ve sudan elde edilen enerjiye yatırım yapıyor. Ancak karbondioksit emisyonunun hızlı bir şekilde azaltılması ve fosil yakıtların yerini alması için yenilenebilir enerji kaynaklarının katlanarak büyümesi gerekiyor.

Sivil toplum kuruluşları Germanwatch, Yeni İklim Enstitüsü ve İklim Eylem Ağı (CAN) tarafından hazırlanan İklim Değişikliği Performans Endeksi, her yıl güncellenerek BM iklim zirvesi sırasında açıklanıyor. Raporda dünyadaki sera gazının yüzde 90'ından sorumlu olan, aralarında Türkiye'nin de bulunduğu 63 ülkenin iklim performansı, sera gazı emisyonları, enerji tüketimi, yenilenebilir enerjinin kullanımı ve iklim politikası kategorilerinde değerlendiriliyor.

Türkiye dokuz sıra geriledi

2023 yılı İklim Değişikliği Performans Endeksi'nde 47'nci sırada bulunan Türkiye, bu yıl dokuz sıra gerileyerek 56'ncı sıraya düştü. Bu şekilde Türkiye, "çok düşük performans" gösteren ülkeler arasında sınıflandırıldı.

Türkiye, Yenilenebilir Enerji kategorisinde "orta", Sera Gazı Emisyonları ve Enerji Kullanımı kategorilerinde "düşük" ve İklim Politikası kategorisinde ise "çok düşük" derece aldı.

Raporda, Türkiye'nin 2038 yılına kadar sera gazı emisyonlarını artırmayı planladığı ve 2053 yılına kadar da net sıfır emisyon hedeflediği hatırlatıldı. CCPI uzmanları sera gazı emisyonlarını azaltma politikasındaki temel eksikliğin, hesaplamanın mevcut durum çerçevesinde yapılması ve bu nedenle de gerçekte net sıfır emisyonu hedeflememesi olduğunu vurguladı.

Uzmanlar, Türkiye'nin Nisan 2023'te açıkladığı Güncellenmiş Ulusal Katkı Beyanı'nın da net sıfır emisyon ve küresel ısınmanın 1,5 derece ile sınırlanması hedefiyle uyuşmadığına dikkat çekti.

Fosil yakıtlardan vazgeçme çağrısı

Raporda, Türkiye'nin hâlâ fosil yakıtlardan elde edilen enerjiye bağımlı olduğu da hatırlatıldı. Fosil yakıtları aşamalı olarak terk etme politikasının olmadığı ifade edilerek farklı bölgelerde doğal gaz ve petrol arama faaliyetlerinin hâlâ sürdürüldüğü kaydedildi.

Yatağan Termik Santrali
Raporda, Türkiye'ye fosil yakıtlardan vazgeçme çağrısı yapıldınull ANKA

CCPI uzmanları, Türkiye'ye fosil yakıt arama ve çıkarma faaliyetlerine son verilmesi ve kömürlü termik santrallerin kapatılması çağrısında bulundu.

Raporda, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı'nın Ocak 2023'te yayımladığı Ulusal Enerji Planı'na da değinildi. Bu plana göre, fosil yakıtların elektrik üretimindeki payının kademeli olarak azaltılması öngörülse de bu nükleer enerjinin kullanımını içerdiği için CCPI uzmanları tarafından eleştirildi.

Yenilenebilir enerji hedefleri iddialı değil

Raporda, Ulusal Enerji Planı'na göre güneş enerjisi başta olmak üzere yenilenebilir enerji kapasitesinin artırılmasının öngörüldüğü belirtildi. Ancak rüzgar enerjisi ile ilgili hedeflerin iddialı olmadığı ifade edilerek aşamalı olarak kömürden vazgeçilmesini içermediği kaydedildi. Ayrıca yenilenebilir enerji üretiminin hâlâ merkezi düzeyde gerçekleştirilmesi de eleştirildi. Uzmanlar, yenilenebilir enerjiden küçük ölçekte yararlanılabilmesi için kamu binaları, otoparkla ve açık pazar yerlerinin çatılarına güneş panelleri kurulmasının zorunlu hale getirilmesini önerdi.

Uzmanların önerileri

CCPI uzmanları, Türkiye'ye iklim politikasına ilişkin değişiklik önerilerinde de bulundu. Buna göre, sera gazı emisyonunun iddialı bir şekilde azaltılması hedefiyle Ulusal Katkı Beyanı'nın güncellenmesi çağrısı yapıldı. Kömürden çıkış için politika belirlenmesi ve kömüre verilen sübvansiyonların yenilenebilir enerjiye aktarılması gerektiği vurgulandı. Tüm sektörlerin karbonsuzlaştırılması için gereken politikaların devreye sokulması önerilirken, hazırlanmakta olan iklim değişikliği yasasında daha şeffaf olunması talep edildi.

İlhan: Türkiye'nin geriye düşmesi normal

Raporu kaleme alan uzmanlardan Avrupa İklim Eylem Ağı (CAN Europe) Türkiye İklim ve Enerji Politikaları sorumlusu Elif Cansu İlhan, Türkiye'nin iklim performansını değerlendirirken Türkiye'nin açıkladığı Ulusal Katkı Beyanı'nın bir emisyon azaltımı planı olmamasını eleştirdi. Türkiye'nin BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 28'inci Taraflar Konferansı'ndaki (COP28) performansını da değerlendiren İlhan, "Türkiye iklim eyleminde geri kalma konusunda ısrarcı olduğunu gösterdi" dedi.

Türkiye'nin kömürden çıkış planı yapmamasını da eleştiren İlhan, "COP28'de ise kömür bağımlılığı Türkiye'den çok daha yüksek ülkeler kömürden çıkış için ve yeni kömüre karşı adımlar atarken Türkiye müzakerelerde fosil yakıtlardan hem çıkışa hem de fosil yakıtların azaltımına karşı çıkan dört ülkeden biri oldu. Türkiye bunun yanında COP'un olumlu çıktıları arasında olan yenilenebilir enerji, enerji verimliliği, sağlık gibi alanlardaki taahhütlerin henüz hiçbirine katılmadı. Türkiye'nin geçtiğimiz yıllarda Paris Anlaşması'nı onaylayarak yükseldiği sıralamada, bu sene geriye düşmesi normal görünüyor" ifadelerini kullandı.

STK'lardan kömür raporu

Endekste ilk üç sıra boş kaldı

İklim Değişikliği Performans Endeksi'ne göre dünyada hiçbir ülke küresel ısınmayı 1,5 derece ile sınırlandırma hedefine ulaşamadığı için endekste ilk üç sıra geçen yıl olduğu gibi bu sene de boş. Endekste dördüncü sırada yer alan Danimarka'da elektrik ve ısınma için gereken enerjinin yenilenebilir enerjiden sağlanması için son yıllarda çabanın artırıldığı ve sera gazı salımının azaltıldığı ifade edildi. Ancak ülkede Ekim 2022'de yapılan seçimler sonrasında iklim politikasında yavaşlama kaydedildiğine dikkat çekildi. Endekste Danimarka'yı Estonya ve Filipinler takip etti.

BM iklim zirvesine ev sahipliği yapan Birleşik Arap Emirlikleri İklim Değişikliği Performans Endeksi'nde sondan üçüncü sırada yer aldı. Yüksek emisyonlar ve yenilenebilir enerjilerin toplam enerji üretimindeki payının yüzde 1'den az olması Körfez ülkesinin alt sıralara yerleşmesine neden olarak gösterildi. Suudi Arabistan ile İran, Rusya, Kanada ve ABD de sıralamanın sonlarında yer alan ülkelerden oldu.

 

DW / GR,JD,HS

DW Türkçe'ye VPN ile nasıl ulaşabilirim?

Bilgisayar çocukları akıllı mı yapıyor, aptal mı?

Bilgisayar ve tablet gibi cihazlar gün geçtikçe eğitim sisteminin önemli birer parçası haline geliyor. Birleşmiş Milletler (BM) verilerine göre, dünya çapında ilkokulların yüzde 46,7'sinde bilgisayar kullanılıyor. Avrupa Birliği (AB) üyesi ülkelerde ise bilgisayar kullanımının yaygınlık oranı yüzde 98. 

Ancak bilim insanları dersliklerde bilgisayar veya tabletin kullanılmasının avantaj sağladığı konusunda aynı görüşleri paylaşmıyor. Offenbach Üniversitesi Medya Teorisi Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Ralf Lankau "Tablet ve bilgisayar çocukları akıllı yapmıyor, aptallaştırıyor" görüşünü savunuyor. Lankau, 10 yaşına kadar olan çocuklara işaret ediyor.

Lankau, dijital teknolojilerin çocukların gelişimi üzerindeki tesirine yönelik kaygılarını ifade etmek için Almanya Eğitim ve Bilgi Topluluğu aracılığıyla imza kampanyası başlatan 40 bilim insanı arasında yer alıyor.

Söz konusu girişimle uzmanlar, 4-11 yaşındaki çocukların gittiği yuva ve okullarda dijitalleşme sürecinin ertelenmesini talep ediyor. DW'ye konuşan Lankau, "Burada söz konusu olan dijital teknolojilerin kullanılmasının yasaklanması değil, sadece dersin asıl amacının ne olduğunun hatırlanması" diyor ve sözlerini şöyle sürdürüyor:

"Kendimize şu soruyu sormalıyız: Öğrenmedeki asıl hedef ne ve bu hedefe ulaşmada analog ve dijital medyadan nasıl faydalanabiliriz? Ve soru şu olmamalı: Hangi yeni teknikler mevcut ve bunları okullarda nasıl kullanabiliriz?"

Dijital alandaki meslek eğitimini gözden geçirmeli mi?

Lankau ve aynı görüşü paylaşanların başlattığı imza kampanyası, Almanya'daki okullarda dijitalleşmede geri kalındığı eleştirilerinin arttığı bir döneme denk geldi. Buna rağmen Lankau ve kampanyaya katılan diğer bilim insanları, Eğitim Bakanlığından yuva ve okullarda teknolojinin kullanımını tekrar değerlendirmesini talep ediyor.

Lankau'ya göre Almanya'daki mevcut eğitim sistemi, bireysel öğrenmeye ve sosyal becerilerin eğitimdeki faydalarına yeterince odaklanmıyor.

Kıdemli uzman, "Eğitim kurumları, bireylerin kendi ilgi alanları ve eğilimlerine uygun şekilde nasıl gelişim sağlayabileceklerine ve aynı zamanda nasıl toplumsal yaşamın bir parçası olacaklarına odaklanmalı" diyor.

Okulda bilgisayar başındaki çocuklar
Offenbach Üniversitesi Medya Teorisi Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Ralf Lankau okullarda dijitalleşme konusunda temkinlinull picture-alliance/dpa/Zoonar.com/Robert Kneschke

Ancak medya teorisyeni uzmana göre temel sorun, Almanya'daki okullarda 40 yıldan beri olup biteni bilgi teknolojileri ile iş dünyasını temsil eden kuruluşların belirlemesi. Lankau, iyi bir eğitim için personel veya medya tekniği açısından okullarda hangi ihtiyaçların olduğunun sorulması gerektiğine işaret ediyor.

Bilgisayar çocuğun gelişimini nasıl etkiliyor?

Prof. Lankau ve arkadaşlarının imza kampanyası çıkışı ve talepleri diğer araştırmacılar arasında çok da kabul görmedi. Yunanistan'daki Batı Attika Üniversitesi Küçük Çocukların Eğitimi ve Dijital Teknolojiler Bölümü uzmanlarından Maria Hatzigianni Lankau'nun değerlendirmelerini "teknik düşmanı bir eğilim" diye niteliyor. DW'ye konuşan Hatzigianni, "Bilgisayarlara yönelik benzer görüşler 1990'lardan beri var. Piyasaya her yeni teknoloji geldiğinde bazı insanlar paniğe kapılıyor. Sokrates'in bundan yaklaşık 2 bin 500 yıl önce dediği gibi, 'Bir şeyleri yazmak bizi unutkan kılıyor" sözleriyle kendi görüşlerini anlatıyor.

Peki çocuklarda bilgisayar kullanımı ne kadar zararlı? Yoksa karşılaşılan bu tepki yetişkinlerin çocuklara "Ekrandan uzak dur" söyleminin yeni bir hali mi? Dile getirilen endişelerin bir temeli var mı?

Dijitalleşme üzerine hararetli tartışmalar

ABD'nin Kuzey Dakota Üniversitesi Siber Güvenlik Araştırmaları Merkezi Direktörü Prakash Ranganathan ise dijital teknolojilerin çocukların gelişimine etkileri konusundaki bilimsel bulguların birbirinden farklı olduğuna işaret ediyor.

Ranganathan, "Kognitif gelişime tesir ettiğine dair ipuçları var elimizde. Örneğin aşırı bilgisayar kullanımı nedeniyle oluşan konsantrasyon güçlüğü, eleştirel bakışı ve sorunları çözme yeteneğini engelleyebilecek bir pasif öğrenme deneyimine yol açabilir" diyor. Ancak Ranganathan'a göre, çocuklar üzerindeki bu etkilerin ne kadar kalıcı olduğu konusunda net bulgular yok.

Bazı araştırmalara göre aşırı bilgisayar kullanımı nedeniyle uzun süre oturulması sonucunda bedensel sağlık olumsuz etkileniyor ve bu da kilo artışına, uykusuzluğa ve anksiyete bozukluğuna yol açabiliyor.

Bu korkuların çoğu, internet ve sosyal medyanın gençler üzerindeki etkilerine ilişkin olarak genelleştirilen kaygılarla ilgili olsa da Ranganathan aradaki bağlantının anlaşılabilmesi için daha fazla araştırma yapılması gerektiğine dikkat çekiyor.

Bilgisayar gelişimi destekleyebilir

Araştırmacı Ranganathan'a göre bilgisayar ve eğitim konusunda oldukça olumlu bilimsel tespitler de söz konusu. Hem Ranganathan hem de Atinalı araştırmacı Hatzigianni, dijital teknolojilerin okuma, yazma, hesap yapma, el becerileri ve görsel mekân hafızasını iyileştirdiğine dair araştırmaların bulunduğunu da hatırlatıyor.

Bazı araştırmalar, interaktif yani kullanıcının aktif katılabildiği dijital teknolojilerin çocukların dil öğrenimini, bir şeye odaklanıp üstesinden gelme yeteneğini  ve hafızasını geliştirdiğini ortaya koyuyor.

Hasta bir çocuk derse robot ile katılıyor
Bazı uzmanlar, dijital teknolojilerin çocukların gelişimini olumlu yönde etkilediğini savunuyornull Hannibal Hanschke/REUTERS

Hatzigianni, "Robotik, kodlama, dil öğrenme, fonksiyonel heceleme ve matematik... Teknoloji bir alet çantası gibi, onun sayesinde bilgiye ulaşma imkânımız oluyor ve bize yaratıcılık kazandırabiliyor. Bu da metakognisyona yardımcı oluyor" diyor. Metakognisyon süreçleri ile düşünme, fikir oluşturma, bir konuda kendi bakış açısı geliştirme, dikkat ve yaratıcılık kastediliyor.

Eğitime çocukların katılımı

Yunan hükümetiyle ortak bir proje kapsamında, 4-6 yaş çocukları için bir öğrenme aplikasyonu geliştirdiklerini aktaran Hatzigianni öğrenme platformlarının iyileştirilmesi sürecine çocuklar, öğretmenler ve veliler katılırsa sonucun çok daha başarılı olacağını ifade ediyor.

"Doğru soru şu olmalı; öğrenmeyi ve dersi iyileştirmek ve bundan korkmamak için doğru teknolojileri nasıl kullanmalı?" diyen Hatzigianni, çocuklar ve eğitimcilerle birlikte çalışarak sağlıklı bir dijital dünya kurmanın mümkün olacağını belirtiyor. 

Lankau ve görüşlerine destek veren Alman uzmanları çocukların düşüncelerini göz ardı ettikleri gerekçesiyle eleştiren Hatzigianni, "Söylediklerine göre amaçları çocuklara eleştirel düşünmeyi ve analiz yapma yeteneğini kazandırmak, ancak dijital eğitim yönündeki kararları çocukların elinden almak oldukça ironik. Çocukların aktif katılımına dair soruya hiç kafa yoruldu mu?" ifadelerini kullanıyor.

 

DW Türkçe'ye VPN ile nasıl erişebilirim?

İklim kriziyle mücadelenin finansmanı nasıl sağlanıyor?

Çok sayıda gelişmiş ülke, bugünkü refah düzeyini fosil yakıtların kullanılmasıyla tetiklenen sanayileşmeye borçlu. Ancak fosil yakıtlar, atmosferi ısıtan yoğun sera gazları üretiyor. Bu nedenle sanayileşmiş ülkeler, halihazırdaki iklim krizinin baş müsebbibi konumunda.

İklim finansmanının kapsamı

Gelişmekte olan ülkelerin ekonomilerini kömür, petrol veya gaz gibi enerji kaynakları üzerine inşa etmemeleri için, iklim koruma konusunda desteklenmeleri gerekiyor. Zira küresel ısınma, özellikle birçok yoksul ülkeyi olumsuz etkiliyor. Zengin ülkelerin yaptığı mali yardımlar, yoksul ülkelerin iklim değişikliğine uyum sağlamalarını kolaylaştırıyor.

Bu yardımların ana hatları, ilk olarak Rio de Janeiro'daki Dünya İklim Zirvesi'nde kabul edilen 1992 tarihli Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi'nde (UNFCCC) çizildi

2009 yılında Kopenhag'da düzenlenen iklim zirvesinde ise sanayileşmiş ülkeler, uluslararası iklim finansmanını 2020 yılına kadar yılda 100 milyar dolara çıkarma sözü verdi. Paris'teki 2015 BM İklim Zirvesi'nde de bu meblağın, 2025 yılına kadar her yıl ödenmeye devam etmesi kararlaştırıldı. Bu tarihten sonra ise yeni bir miktar belirlenecek.

İklim finansmanı nasıl sağlanıyor?

Sanayileşmiş ülkeler, 100 milyar dolarlık taahhüdü uygulamak için öncelikle kamu fonları sağlıyor. Diğer taraftan, bu amaca yönelik özel yatırımları teşvik etmek için de önlemler alıyor.

Kenya'da kuraklığa karşı yağmur suyu bidonlarda toplanıyor
Kenya'da kuraklığa karşı yağmur suyu bidonlarda toplanıyornull Thomas Koehler/photothek/IMAGO

Donör ülkelerden gelen kamu fonları, iklim finansmanının en büyük payını oluşturuyor. Bu paranın yaklaşık yarısı, doğrudan donörden alıcı ülkeye "iklim değişikliği kalkınma yardımı" olarak aktarılıyor.

Bu paranın önemli bir bölümü, donör ülkelerin düzenli olarak katkıda bulunduğu Dünya Bankası, Afrika ve Asya Kalkınma Bankaları ya da Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası gibi uluslararası bankaların iklim programlarından geliyor. Ayrıca çok iştirakli iklim fonları da bir diğer finansman kaynağını oluşturuyor.

Yeşil İklim Fonu

Bu tarz fonlar arasında en fazla öne çıkanlardan biri de Yeşil İklim Fonu (GCF). Fon, hem yenilenebilir enerjilerin yaygınlaştırılması gibi iklim koruma tedbirleri hem de uyum tedbirleri için mali kaynak sağlıyor.

Bugüne kadar donör ülkeler, 20 milyar dolar tutarında bir kaynak taahhüdünde bulundu. Bugün itibariyle çeşitli projeler için toplam 12,8 milyar dolar onaylandı ve 3,6 milyar dolar da özel önlemler için harcandı. Projelerin çoğu Afrika ve Asya'da olmakla birlikte Latin Amerika, Karayipler ve Doğu Avrupa ülkelerinde de yer alıyor.

Paranın neredeyse yarısı sübvansiyonlu kredi şeklinde, diğer yarısı ise doğrudan hibe olarak veriliyor. Donör ülkeler, bu fona en geç dört yılda bir katkıda bulunmakla yükümlü.

Uyum Fonu

Taahhüt edilen 100 milyarın aktığı bir diğer fon da Uyum Fonu. Bu fon, donör devletlerin istedikleri ya da yapabildikleri zaman katkıda bulundukları nispeten daha küçük bir para havuzu. Sabit bir ikmal döngüsü bulunmuyor.

Pakistan'da Ağustos ayında sel felaketi yaşanmıştı
Pakistan'da Ağustos ayında sel felaketi yaşanmıştınull Arif Ali/AFP/Getty Images

Amacı, ülkelerin iklim krizinin sonuçlarına uyum sağlamalarına yardımcı olacak projeleri teşvik etmek.

Yoksul Ülkeler Fonu

Dünyanın en yoksul 46 ülkesine yönelik "En Az Gelişmiş Ülkeler Fonu" (LDCF), alıcı ülkelerin geri ödemek zorunda olmadığı hibelerle finanse ediliyor. İklim değişikliğine uyum sağlamaya yönelik acil önlemlerin desteklenmesi amaçlanıyor. LDCF, bugüne kadar toplam maliyeti yaklaşık 1,7 milyar doları bulan 360'tan fazla projeyi finanse etti.

100 milyar dolar vaadi yerine getirildi mi?

Ancak, sanayileşmiş ülkeler 100 milyar dolar taahhüdünü yerine getirmedi. Uluslararası Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı'nın (OECD) verilerine göre, söz verilen 100 milyar dolar yerine, 2020 yılında uluslararası iklim finansmanına yaklaşık 83 milyar dolar aktarıldı.

Hasar ve kayıplar konusunda ihtilaf

On yıllardır gelişmekte olan, yükselen ve sanayileşmiş ülkeler, örneğin sıcak hava dalgaları ve kuraklık hasadı yok ettiğinde ya da topraklar yaşanmaz hale geldiğinde, iklim krizinin neden olduğu kayıp ve zararın kimin tarafından karşılanacağı konusunda tartışmaya devam ediyor. Gelişmekte olan ülkeler bu amaçla ek mali kaynak sağlanmasını talep ediyor.

Küresel Risk Kalkanı

Bu tartışmaların bir sonucu olarak da önemli sanayileşmiş ülkeler olan G7 ve iklim değişikliğinin özellikle tehdit ettiği 68 ülkeden oluşan G20'nin ortak girişimiyle "Küresel Risk Kalkanı" oluşturuldu.

Kalkan, bir iklim felaketi durumunda hızlı bir şekilde ödenmek üzere önceden kararlaştırılmış bir meblağ temin ediyor. Şimdiye kadar fona 210 milyon eurodan fazla kaynak aktarıldı. Bunun aslan payını üstlenen Almanya, başlangıç finansmanı olarak yaklaşık 170 milyon euroluk katkı yaptı.

 

DW Türkçe'ye VPN ile nasıl erişebilirim?

Almanya'nın "kirli kömürü" Kolombiya'dan

Kolombiya'nın kuzeyinde yer alan ve Latin Amerika'nın en büyük açık kömür madeni olan El Cerrejón, yerel halk tarafından "Canavar" olarak adlandırılıyor. Yaklaşık 100 futbol sahası büyüklüğündeki 69 bin hektarlık bir alanda, Almanya da dahil olmak üzere dünyanın enerji açlığını gidermek için her yıl yaklaşık 20 milyon ton kömür çıkarılıyor.

İsviçreli Glencore şirketi, bu devasa madenin tüm haklarını 1995 yılında satın aldı. Şirket yıllık ortalama 250 milyar dolardan fazla ciro yapıyor. Elbette Kolombiya hükümeti de muazzam kazançtan payını alıyor. Maden bölgesinde yaşayan Afro-Kolombiyalı Chancleta topluluğu, bu kârlı işinin önünde engel oluşturmaması için 11 yıl önce Kolombiyalı yetkililer tarafından zorla yerlerinden edildi.

Bu insanlardan biri olan Greylis Pinto, içini DW mikrofonlarına döktü: "Şu anki durumumuz perişan. Başta gıda güvenliği olmak üzere her şeye sahip olduğumuz evimizden artık çok uzakta yaşıyoruz. Şimdi hiçbir şeyimiz yok: Su yok, sağlık hizmeti yok, iş yok!"

Greylis Pinto, madenin bölge halkını olumsuz etkilediğine dikkat çekiyor
Greylis Pinto, madenin bölge halkını olumsuz etkilediğine dikkat çekiyornull Privat

Pinto, insan hakları aktivistleri Carolina Matíz ve Tatiana Cuenca ile birlikte "Canavar" tarafından adeta yutulan ve başka bir yerde tekrar dışarı atılan yerli toplulukların güvencesiz durumuna dikkat çekmek için Avrupa'yı dolaşıyor.

Zorunlu yeniden yerleşimin vahim sonuçları

Chancleta topluluğu için bu, yeni arazinin tarıma uygun olmadığı, su ve gaz tedarikinin genellikle çalışmadığı ve yeterli iş imkânı bulunmadığı anlamına geliyor. Hatta 2015 yılında Kolombiya Anayasa Mahkemesi, zorunlu yeniden yerleşimin, yerel topluluğun sağlıklı bir çevre, temiz içme suyu ve yaşam haklarını ihlal ettiğini onayladı.

Kolombiyalı çevre koruma örgütü Censat Agua Vida'nın Su ve Madencilik Çatışmaları programının koordinatörü Tatiana Cuenca, DW'ye şu bilgileri veriyor: "Cerrejón'da 40 yıldır kömür çıkarılıyor ve sözleşme on yıl daha kömür çıkarılmasını öngörüyor. Üstelik burası Kolombiya'nın en yoksul bölgesi olan ve son on yılda 5 binden fazla çocuğun yetersiz beslenmeden öldüğü La Guajira'da. Dolayısıyla, adil olması gereken bir enerji dönüşümünden bahsediyorsak, Almanya'nın da menfaat sağladığı ve on yıllardır süren bu madenciliğin vahim sonuçlarına bakmamız gerekir."

Bu sonuçlar, insan hakları örgütü Oxfam'ın "Cerrejón her zaman kazanır mı?" başlıklı güncel raporunda madde madde sıralanıyor: Ormanların, yeraltı sularının ve nehirlerin tahrip edilmesi ve kirlenmesi. Muhtemelen kömür tozunun neden olduğu, halk arasında artan solunum yolu hastalıkları ve kanser vakaları. Aktivistlere yönelik düzenli saldırılar ve Chancleta'da olduğu gibi zorla tahliyelerin ardından yeterli tazminat ödenmemesi. Liste bu şekilde uzayıp gidiyor.

Glencore iddiaları reddeddiyor

Dünyanın en büyük emtia ticareti ve madencilik grubu olan Glencore, tüm bu suçlamaları reddediyor. Şirket, sosyal ve çevresel girişimler ile içme suyunun geniş çaplı dağıtımı için bölgede milyonlarca dolarlık ödeme yapıldığına işaret ediyor.

İnsan hakları örgütü CINEP'ten Carolina Matíz ise madenle ilgili sıralanan olumsuzlukların iddia değil, gerçeğin ta kendisi olduğunda ısrar ediyor: "La Guajira'da insan hakları ihlalleri defalarca belgelendi. Ancak biz bunu sadece Avrupa'da görünür kılmak istemiyoruz, aynı zamanda kömür madenciliği ve insan hakları ihlalleri ile Avrupa'daki finans sektörü arasındaki bağlantıya da dikkat çekmeyi amaçlıyoruz. Glencore şirketi, Kolombiya'da faaliyet gösteriyor ama Avrupalı bankalar ve sigorta şirketleri tarafından destekleniyor."

Madenin genişletilmesi ormanlık alanın azalmasına yol açıyor
Madenin genişletilmesi ormanlık alanın azalmasına yol açıyornull CINEP

Rusya'nın Ukrayna'ya karşı sürdürdüğü saldırı savaşının başlamasından bu yana Almanya, enerji ihtiyacını karşılamak için ABD, Avustralya ve Kolombiya'dan yaptığı kömür ithalatını artırdı. 2023 yılında Güney Amerika ülkesinden ithal edilen kömürün miktarı yaklaşık 3 milyon tonu bulacak. EnBW, Uniper, RWE ve Steag gibi dev enerji şirketleri de alıcılar arasında bulunuyor. Alman bankaları ve sigorta şirketleri de Glencore için tahvil, hisse, kredi ve garantilerle kazançlı kömür işine dahil olmuş durumda.

Tedarik Zinciri Yasası için "turnusol testi"

Eleştirel Yatırımcılar adlı çatı kuruluştan Tilman Massa, DW'ye yaptığı açıklamada, özellikle Alman enerji şirketlerinin Almanya'da 1 Ocak 2023'ten beri yürürlükte olan Tedarik Zinciri Yasası'na riayet etmekle yükümlü olduğuna dikkat çekiyor. Bu yasaya göre şirketler, küresel tedarik zincirlerinde insan haklarına uymakla yükümlü. Ancak finans sektörü, henüz bu yasa kapsamına dahil edilmedi.

Federal Ekonomi ve İklim Koruma Bakanlığı (BMWK), DW'nin Glencore şirketiyle ilgili yazılı sorusuna şu yanıtı verdi: "Bakanlığımız, Glencore şirketine karşı basında yer alan iddialardan ve Kolombiyalı STK'larla yapılan görüşmelerden haberdardır. Almanya'nın, Kolombiya'dan kömür ithalatının orta vadede azalacağı varsayılabilir. Zira Almanya ideal durumda 2030 yılına kadar, ancak en geç 2038 yılına dek kömür yakıtlı elektrik üretimini durduracaktır. Bakanlığımız ayrıca Kolombiya'yı, Uluslararası İklim Girişimi kapsamında, finansman ve danışmanlık hizmetleri ve her iki ülkenin de uluslararası Kömürü Güçlendirme İttifakı'na (PPCA) üyeliği dahil olmak üzere, kömürden çıkış ve sosyal açıdan adil bir enerji geçişi konusunda desteklemektedir."

Almanya'nın "değerlere dayalı dış politikası" ile uyumlu mu?

Glencore madencilik şirketinin, imtiyazının sona ereceği 2034 yılına kadar El Cerrejón'dan kömür çıkarmaya devam etmesi kuvvetle muhtemel. Alman Ekonomik Araştırmalar Enstitüsü'nün Enerji, Ulaşım ve Çevre Bölümü Başkanı Claudia Kemfert, Kolombiya'dan kömür ithalatının çoktan miadını doldurduğuna inanıyor.

Alman Ekonomik Araştırmalar Enstitüsü'nün Enerji, Ulaşım ve Çevre Bölümü Başkanı Claudia Kemfert
Alman Ekonomik Araştırmalar Enstitüsü'nün Enerji, Ulaşım ve Çevre Bölümü Başkanı Claudia Kemfertnull DW

Kemfert'e göre, Kolombiya'dan gelen kirli kömürle ilgili tüm tartışmaların baş sorumlusu bizzat Almanya. Eğer ülkede enerji dönüşümü bu kadar uzun süre ertelenmemiş olsaydı, kömürden çıkış çoktan gerçekleşmiş olabilirdi. Enerji uzmanı, Kolombiya ile yapılan anlaşma benzeri girişimlerde daha fazla şeffaflık çağrısında bulunuyor ve ekliyor: "Bu aynı zamanda, gelecekte benzer bir sürdürülebilirliğin yanı sıra çevresel ve sosyal standartlara uyumu sağlamamız gereken ‘yeşil hidrojen' gibi diğer alanlar için de geçerlidir."

 

DW Türkçe'ye VPN ile nasıl erişebilirim? 

Sosyal medya bağımlılığı ABD'de yargıya taşındı

Sosyal medya artık hayatımızın her ânının neredeyse bir parçası. Akıllı telefonlarımızda ya da bilgisayarlarımızda, işte ya da boş zamanlarımızda sohbet ediyor, paylaşım yapıyor ya da başkaları tarafından üretilen içerikleri tüketiyoruz.

Twitter, Facebook, Instagram ya da TikTok kullanan pek çok kişinin başına şu durum mutlaka en az bir kez gelmiştir: Sadece birkaç dakika göz atmak amacıyla girdiğimiz sosyal ağ uygulamalarında, istemsizce yarım saat, 45 dakika, hatta bezen bir-iki saat vakit geçirmişizdir. Üstelik zamanın nasıl uçup gittiğinin farkına dahi varmadan.

Eğer böyle bir durumla arada sırada karşılaşıyorsanız, ortada büyütülecek bir mesele yok. Ancak bu, artık neredeyse her gün yaşadığınız bir rutin haline geldiyse alarm zilleri çalıyor demektir. Muhtemelen siz de farkında olmadan "sosyal medya bağımlısı" haline geldiniz.

Almanya'da sağlık sigortası şirketi DAK tarafından 2023 baharında yayınlanan bir araştırmaya göre, çocuk ve gençlerin yüzde altısından fazlası "sosyal medya bağımlısı" olarak sınıflandırılıyor. Bu durum özellikle çocuk ve gençleri etkiliyor. Araştırmaya göre, 600 binden fazla çocuk ve ergen, sosyal ağların müptelası haline geldi. İki milyondan fazla ergenin sosyal medya kullanım alışkanlığı ise "sorunlu" olarak kabul ediliyor.

Almanya'daki çocuk ve ergenler, günde ortalama üç-dört saatlerini mobil cihaz veya bilgisayar ekranı karşısında geçiriyor. Bu sürenin büyük bir bölümü de sosyal medya platformlarına harcanıyor.

Sosyal ağlar faydalı mı zararlı mı?

Peki sosyal ağlar, bazı kesimlerin iddia ettiği gibi, gerçekten de şeytanın oyuncağı mı?

Viyana Üniversitesi'nde İnteraktif İletişim Profesörü Tobias Dienlin
Viyana Üniversitesi'nde İnteraktif İletişim Profesörü Tobias Dienlinnull Philipp Masur

Viyana Üniversitesi'nde İnteraktif İletişim Profesörü Tobias Dienlin, "En azından işlevlerinin ikircikli olduğunu söylemek mümkün" diyor ve ekliyor:

"Sosyal ağlarda çok fazla boş ve gereksiz içerik var ama aynı zamanda bazı faydalı paylaşımlara da rastlanıyor. Sosyal medyayı çok farklı şekillerde kullanabilirsiniz: Sadece bir şeyler tüketebilir ya da birbirinizle iletişim kurmak ve ilişkilerinizi sürdürmek için aktif olarak kullanabilirsiniz. Tüm bunlar ölçülü bir şekilde yapıldığı sürece sorun yok. Ancak aşırı kullanım, bazı kullanıcılar için sorun haline gelebilir."

Sosyal medya bağımlılığının kesin bir tıbbi tanımı henüz mevcut değil. Sosyal ağ kullanımı aşırı hale gelirse, artık diğer önemli şeyleri ötelersiniz. Aslında bu platformları daha az kullanmak istersiniz, ama artık başka bir şey düşünemez hale gelirsiniz. Sosyal ilişkilerinizi ve hatta ailenizi istem dışı da olsa ihmal etmeye başlarsınız. İşte bu durumda bir "sosyal medya bağımlılığından" söz edilebilir.

Beğeniye göre çalışan algoritmalar

Çoğu sosyal medya platformu, kısa vadeli teşvikler ve ödüller prensibine göre çalışır. Beğeniler ve emojiler, olumlu bir onaylama sağlar. Eğer bir içerik beğenilmezse, hızlı bir şekilde diğerine geçer.

Birçok sosyal ağ platformunun algoritması, giderek daha fazla bir oranda kullanıcıların bireysel ilgi alanlarına göre uyarlanmış içeriklerin sunulmasını sağlıyor. Bu da zaman içinde söz konusu platformlardan uzaklaşmayı ya da ayrı kalmayı daha da zorlaştırıyor. Maddi, manevi veya sosyal sorunları olan kişiler, sosyal medya bağımlılığına çok daha yatkın oluyor.

Yalnız, dışlanmış ya da depresyondan muztarip kişiler için sanal âlemdeki platformlar, gerçeklerden ve dolayısıyla sorunlardan kaçış yolu olabiliyor. Ruh halimize uygun içeriklerin aktif olarak aranması ve daha sonra bu platformların algoritması tarafından kaydedilip sürekli benzer içeriklerin yoğun şekilde sunulması, depresyon veya beslenme bozuklukları gibi hastalıkları daha da kötüleştirebilir.      

ABD'de teknoloji şirketlerine karşı toplu davalar

ABD'de yüzlerce aile, dünyanın en büyük dört teknoloji şirketine karşı toplu bir dava başlattı. Facebook'un ana şirketi Meta, Çinli TikTok platformunu bünyesinde bulunduran ByteDance, YouTube'un ana şirketi Alphabet ve Snapchat'in arkasındaki Snap, çocuklarının ve gençlerinin sosyal medya bağımlılığını kasıtlı ve aktif olarak teşvik etmekle suçlanıyor.

Davaya ABD'deki çok sayıda okul da müdahil oldu. Davacılar, diğer hususların yanı sıra ebeveynlerin tümüyle devre dışı bırakılmasından, yaş doğrulama ve etkin kontrol mekanizmalarının bulunmamasından şikayetçi. Ayrıca halihazırda oluşturulmuş sosyal medya hesaplarını kapatmanın da hayli meşakkatli olduğunu vurguluyorlar.

Teknoloji şirketleri ise tüm bu iddiaları, asılsız olduğu gerekçesiyle reddediyor ve davanın hukukî zeminden yoksun olduğunu savunuyor. Ancak Kasım ayı ortasında Amerikalı bir yargıç, davanın yasal dayanağı olduğuna hükmederek emsal niteliğinde bir karar verdi. Bu karar, ileride benzer davaların artmasını tetikleyebilir.

Snapchat uygulamasının logosu
Snapchat uygulamasının logosu null Jens Kalaene/dpa/picture alliance

Peki teknoloji devlerine "bağımlılığı teşvik ettiği" suçlamasıyla dava açmak ne kadar mantıklı?

Medya bilimci Dienlin, bu konuda kararsız. "Her şeyden önce böyle bir dava, kamuoyunun dikkatini çekmesi bakımından önemlidir. Ancak bu, iki uçlu bir süreç. Eğer sağlayıcılar hizmetlerini daha cazip hale getirirlerse, ki bu her kâr odaklı şirketin ilkesi ve hedefidir, otomatik olarak bağımlılık faktörünü de teşvik etmiş olurlar. Kullanıcı, sorumluluktan tamamen kaçamaz. Her ikisini de yapmak zorundasınız: Teknolojiyi optimize etmeli ve aynı zamanda kullanıcıları eğitmeli ve onlara yardımcı olmalısınız."

Bağımlılık tehdidine karşı stratejiler

"Dikkat edilecek en önemli nokta, kendinizin, eşinizin ve çocuklarınızın sosyal medya kullanım alışkanlıklarını daima eleştirel bir gözle incelemenizdir" diyen medya bilimci Dienlin, bu konuları aile içinde rahatlıkla tartışmak ve "Sosyal medya, tamamen saçmalık" şeklindeki önyargılı ifade ve yasaklardan uzak şekilde, bizzat deneyim elde etmek gerektiğine vurgu yapıyor.

Medya kullanım süresini sınırlandırmak ve cep telefonunu belirli zamanlarda bir kenara koyabilmek de önemli. Ayrıca "akıllı telefonsuz hayat" alternatiflerini yeniden keşfetmek gerekiyor. Örneğin spor, hobiler, arkadaşlar ve gönüllü sosyal faaliyetlere daha fazla zaman ayırmak şart.

İletişim Profesörü Tobias Dienlin, son olarak şu tavsiyeyi yapıyor:

"Kendinizi kötü hissettiğinizde, bunun sadece sosyal ağlar yüzünden olduğunu düşünmeniz yanlış. Akıllı telefonla çok vakit geçirmek, genellikle başka bir sorunun varlığına işaret eder. Ayrıca bu durum, yeni sorunlara da yol açabilir. Bu farkındalık, genellikle akıllı telefon bağımlılığından kurtulmanın ilk adımıdır."

DW Türkçe'ye VPN ile nasıl ulaşabilirim?

Akkuyu'yu bekleyen tehlike: Akdeniz'in suyu ısınıyor

Mersin'de inşaatı devam eden Rus Rosatom'a ait Akkuyu Nükleer Güç Santrali (NGS) devreye alındığında Akdeniz'in suyunu soğutma suyu olarak kullanıp sıcak suyu denize geri verecek. Akdeniz su sıcaklığı ise iklim değişikliğine paralel halihazırda yükseliyor. Bu durum, gelecek yıl devreye alınması planlanan santralin çalıştırılmasına yönelik riskleri de beraberinde getiriyor.

Su sıcaklığının yükselmesinin nükleer facia riskini artırdığına işaret eden Doğu Akdeniz Çevre Dernekleri, "santralde soğutma suyu Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) raporu alınması" ve "inşaatın derhal durdurulması" talebiyle Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı'na dava açtı. Mersin 2. İdare Mahkemesi Perşembe günü yapılan duruşmada, mahkemeden ikinci kez bilirkişi ve saha incelemesi talep edildi.

Akdeniz'de sıcaklıklar yükseliyor

Almanya merkezli Max Planck Enstitüsüne göre Doğu Akdeniz, dünya ortalamasından iki kat daha fazla ısınıyor. Dünya Meteoroloji Örgütü de Akdeniz'in gelecek on yıllar boyunca daha sıcak ve kuru olacağını, Türkiye'de özellikle yılın yaz dönemlerinde daha yüksek sıcaklıklar görüleceğini öngörüyor. 

İnşaat halindeki Akkuyu Nükleer Santrali
Akdeniz'de deniz suyu sıcaklığının yükselmesi, nükleer santral için büyük bir risk oluşturuyornull DHA

Meteoroloji Genel Müdürlüğünün verilerine göre Akdeniz'de deniz suyu sıcaklığı Ağustos 2022'de 30,5 dereceye yükseldi. Bu yıl Ağustos ayında 31,9, Temmuz ayında 28,4 santigrat dereceyi buldu.

Hükümetler arası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) raporlarına göre ise nükleer santral soğutma suyu sıcaklığının 28 santigrat dereceyi aşmaması gerekiyor.

Doğu Akdeniz Çevre Dernekleri, Akdeniz'de mevcut su sıcaklığının nükleer santrali soğutacak sınırları aştığına ve bunun nükleer bir faciaya yol açabileceğine dikkat çekerek 30 Ocak'ta Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığına dava açtı. Davada soğutma suyuna ilişkin Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) raporu bulunmayan santral için ÇED raporu alınması ve inşaatın derhal durdurulması talep edildi.

Patlama riski uyarısı

DW Türkçe'ye konuşan Doğu Akdeniz Çevre Dernekleri gönüllü avukatı İsmail Hakkı Atal, davayı açtıkları sırada Fransa'da soğutma suyu sıcaklığı 28 santigrat dereceyi, İsveç'te ise 25 santigrat dereceyi geçtiği için nükleer santrallerin durdurulmaya başlandığına işaret ediyor. 

Akdeniz su sıcaklığının Akkuyu NGS'yi soğutmasının bilimsel çalışmalara göre mümkün olmadığını vurgulayan Atal, santralin yüksek hava sıcaklıklarında çalıştırıldığı takdirde patlama riski olduğuna dikkat çekiyor.

Mersin 2. İdare Mahkemesi, Haziran ayında davalı Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığına ÇED kapsamında soğutma suyu yeterliliği açısından yapılan ya da yaptırılan teknik bir incelemenin bulunup bulunmadığını sordu. Atal, Bakanlığın 24 Temmuz'da sunduğu cevap dilekçesinde, soğutma suyu yeterliliği ile ilgili tek bir inceleme dahi sunamadığını, sadece deşarj suyunun deniz suyunu ne kadar ısıtacağına ilişkin modellemeler sunduğunu belirterek ekliyor: "Bakanlık somut nükleer facia tehlikesini soyut olarak inkar etti. Akkuyu çılgınlığından vazgeçmek yerine 28 santigrat derecenin üzerindeki su sıcaklığında da Akkuyu'nun çalıştırılmasına yolunu açan 'adrese teslim' bir yönetmelik değişiklik yaptı. Mayıs ayında yapılan Su Kirliliği Kontrolü Yönetmeliğinde Değişiklik ile Akkuyu inadıyla küresel iklim krizine kafa tutan tek Bakanlık olarak tarihe geçti."

Keşif ve bilirkişi incelemesi yok

Avukat Atal, Bakanlık tarafından soğutma suyu ile ilgili tek bir inceleme ya da değerlendirme yapılmamış olmasına rağmen, Mersin 2. İdare Mahkemesinin soğutma suyunun yetersiz olduğunu ortaya koyacak keşif ve bilirkişi incelemesi yapmadan duruşma tarihini belirlediğine dikkat çekiyor.

Bunun üzerine 22 Kasım'da mahkemeye keşif ve bilirkişi incelemesi yapılmadan karar verilemeyeceğini bilimsel delillerle destekleyen dilekçe sunduklarını anlatan Atal, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığının ise dosyaya bir hafta gibi kısa bir süre içinde iki mütalaa sunduğunu, söz konusu mütalaaların da iddialarını dolaylı olarak kanıtladığını aktarıyor.

Bakanlığın sunduğu mütalaalar

Bakanlık tarafından mahkemeye sunulan Prof. Dr. İzzet Öztürk imzalı mütalaada "Dünyadaki büyük kirletici ülkelerin karbon salınımlarını nötr yapması halinde Akkuyu sahasında bulunan deniz suyu sıcaklığında yüzyılın sonunda 1,7 santigrat derece artış beklendiği ve bu senaryonun daha makul olduğu" belirtiliyor. Öte yandan sıcaklık 3 santigrat derece artarak 32 dereceye ulaşsa bile reaktörün sorunsuz olarak soğutulabilecek kapasite, imkan ve yeteneklere sahip olduğu dolayısıyla yeni bir ÇED raporuna gerek olmadığı ifade ediliyor.

Avukat Atal, söz konusu mütalaanın bilimsellikten yoksun olduğunu, daha çok temenniye dayandığını belirterek mütalaada bahsedilen yüzyılın sonunda beklenen sıcaklık artışlarının zaten an itibariyle gerçekleştiğini vurguluyor.

Prof. Dr. Şule Ergün imzalı ikinci mütalaada ise Akdeniz'in dünya ortalamasının üzerinde ısındığı kabul edilerek "...giriş sıcaklığının artması santralin ekonomik işletilmesi ve kondenserin tasarım limitleri ile ilgili bir sorun olup; çevre ile ilgili mevzuatlarda kondensere giren suyun sıcaklığı ve kondenserden çıkan suyun debisi sınırlandığından reaktör gücünün sınırlandırılması veya reaktörün durdurulması ile sonuçlanan bir işletme durumudur" ifadesiyle santralin çalıştırılamayacağı üstü kapalı olarak kabul ediliyor. Mütalaada bu durumun elektrik piyasasına daha az elektrik arz edileceği, santralin elektrik satışlarının azalacağı anlamına geldiği, dolayısıyla nükleer santralin güvenli çalışmasıyla ilgili bir sorun olmadığı belirtiliyor.

Diğer yandan her iki mütalaada santralin ÇED raporunda veya başka bir çalışmada deniz suyu sıcaklığı ile ilgili hiçbir çalışma yapılmadığına değinilmiyor. 

Davanın Perşembe günkü duruşmasında keşif ve bilirkişi incelemesi yapılması taleplerini yinelediklerini ifade eden Avukat Atal'a göre mahkeme duruşma sonrası kararını açıklayacak olursa eksik incelemeyle karar vermiş olacak. Atal, "Asında keşif ve bilirkişi incelemesinin şimdiye dek yapılmaması da suyun ne kadar ısındığını engellemeye yönelik bir çaba gibi gözüküyor. Ancak güneş balçıkla sıvanmaz" diyor.

Rusya'nın sorumluluğu 300 milyon euro

Atal'a göre santral, sadece Türkiye için değil bütün Akdeniz havzası için tehdit oluşturuyor. Türkiye'nin Barselona Sözleşmesi'ne göre herhangi bir nükleer facia durumunda bütün Akdeniz havzasına karşı sorumluluğu bulunuyor. 

Akkuyu Nükleer Güç Santralinin 2018 yılındaki temel atma töreninde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve folklorik kıyafeter içinde çocuklarla beraber arka planda Türkiye ve Rusya bayrakları - (03.04.2018)
Akkuyu Nükleer Güç Santralinin 2018 yılındaki temel atma törenine Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin katılmıştınull Reuters/U. Bektas

Fukuşima nükleer faciasının şu ana kadar Japonya'ya maliyetinin 1 trilyon doları geçtiğini hatırlatan Atal, Akkuyu'daki olası bir faciada ise Rusya'nın üstlendiği sorumluluğun sadece 300 milyon euro olduğunu vurguluyor.

Rus devlet şirketi Rosatom'un daha önce sıcak denizlerde nükleer santral inşa etmediğini, soğuk iklimde inşa ettiği Ukrayna'daki Çernobil nükleer santralinin ise patladığını ifade eden Atal, kamuoyuna yansıyan bilgilere göre 16 Kasım'da da Rusya'da Rosatom'a ait bir nükleer santralin türbin kanatlarının koparak devre dışı kaldığına dikkat çekiyor.

"Daha türbin kanatlarını sağlam inşa edemeyen, sıcak bir denizde ise hiç nükleer santral çalıştırmamış Rusya'ya ait Akkuyu nükleer projesi nereden tutsak elimizde kalıyor" diyen Atal, santralin ayrıca Kuzey Anadolu Ecemiş aktif fay hattı uzantısında bulunduğunu belirterek ekliyor: "Bütün bunlar gezegende bir ülke topraklarında yönetimi ve mülkiyeti başka bir ülkeye ait ilk ve tek nükleer santral olan Akkuyu'nun milli güvenlik sorunu olmasına yol açıyor. Bilimin ve bilimsel öngörülerin, milli güvenlik politikalarının by-pass edildiği yeni Türkiye yüzyılında Türkiye, Akkuyu'yla koşar adım felakete götürülüyor."

Akkuyu'nun tamamı Rusya'ya ait

Akkuyu NGS, dünyada "Yap-Sahip Ol-İşlet" modeline göre gerçekleştirilen ilk nükleer güç santrali projesi olma niteliğini taşıyor.

Türkiye'nin ilk nükleer enerji santrali olarak lanse edilen santralin yüzde 100 hissesi Rus devlet şirketi Rosatom'a ait. Nisan 2023'te Rusya'dan ilk yakıtın getirilmesiyle "nükleer tesis" statüsü kazanan santralin ilk reaktörü, Enerji Bakanlığının açıklamasına göre 29 Ekim 2024'te devreye alınacak.

Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mehmet Fatih Kacır da bu hafta gerçekleşen 13'üncü Türkiye Enerji Zirvesinde yaptığı konuşmada, Akkuyu'nun ilk reaktörünün gelecek yıl devreye gireceğini belirterek, "Sinop ve İğneada projeleri ile ilgili uluslararası müzakerelerimiz de devam ediyor. Ayrıca küçük modüler reaktör, erimiş tuz reaktörü gibi yenilikçi uygulamaları ülkemizde gerçekleştirmek için çalışmalarımızı yürütüyoruz" dedi.

Bakan Kacır, Türkiye'nin bu atılımlarla "2053 Net Sıfır Emisyon" hedeflerine ulaşacağını ve enerji sektöründe her geçen gün bağımsız olma yolunda emin adımlarla ilerleyeceği savundu.

 

DW Türkçe'ye VPN ile nasıl erişebilirim?

COP28 başlıyor: Türkiye'nin iklim hedefleri yeterli mi?

Birleşmiş Milletler (BM) İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 28'inci Taraflar Konferansı (COP28) 30 Kasım-12 Aralık tarihlerinde Dubai'de düzenlenecek. 

COP28, 2015'te kabul edilip 4 Kasım 2016'da yürürlüğe giren Paris Anlaşması'ndaki hedeflere ulaşmada kolektif olarak hangi noktalarda ilerleme kaydedildiği ve kaydedilmediğinin envanteri olan ilk Küresel Durum Değerlendirmesi'nin (Global Stocktake) sonuçlandırılacağı iklim zirvesi olacak.

Paris İklim Anlaşması'yla devletler küresel emisyonların 2050 yılına kadar net sıfırlanması konusunda ortaklaştı. Türkiye de anlaşmayı beş yıl gecikmeyle 2021 yılında onayladı. Anlaşma kapsamında Türkiye'nin verdiği taahhüt 2053'te karbon nötr hale gelmek.

Peki Türkiye'nin iklim karnesine göre bu taahhüdün yerine getirilmesi mümkün mü?

Enerji kaynaklı emisyonda ilk sırada

Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli'nin (IPCC) 2022'de yayımlanan altıncı değerlendirme raporunda, Türkiye'nin Avrupa'daki ülkeler içinde olağanüstü (ekstrem) hava olaylarının etkilerini en fazla hisseden ülkeler arasında olduğu yer alıyor.

Dünyadaki karbondioksit emisyonlarının ülkelere göre dağılımını gösteren Global Carbon Atlas'a göre Türkiye, 2021'de 446 milyon metrik ton ile en çok salım yapan ülkeler arasında 13'üncü sırada bulunuyor.

Climate Transparency'e göre ise Türkiye'de enerji kaynaklı karbondioksit emisyonları 2020'den 2021 yılına yüzde 7,2 artış gösterdi. Türkiye bu artış oranıyla dünyada ilk sırada yer aldı. 

Türkiye, geçen sene Mısır'da düzenlenen 27'nci İklim Zirvesi'nde BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi Sekreteryası'na sunduğu Ulusal Katkı Beyanı'nda (NDC, Nationally Determined Contribution) iklim hedefini güncellemiş, 2030'a kadar artıştan yüzde 41 azaltım hedeflediğini ve iklim eylemleri ile emisyonlarını 700 MtCO2e (milyon ton karbondioksit eşdeğeri) ile sınırlayacağını açıklamıştı. Bu artıştan azaltım hedefi, aslında emisyonların 2030'a kadar yüzde 30'dan fazla artması anlamına geliyor. 

Katısöz: İklim açısından köklü bir değişiklik yok

DW Türkçe'ye konuşan Avrupa İklim Eylem Ağı (CAN Europe) Türkiye İklim ve Enerji Politikaları Koordinatörü Özlem Katısöz, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın 2021 yılında Paris İklim Anlaşması'na Türkiye'nin taraf olacağını açıklarken, Türkiye'nin 2053 net sıfır emisyon vizyonuna giden yolu "Yatırım, üretim, istihdam politikalarında köklü değişikliğe yol açacak bir süreç" olarak tanımladığına işaret ediyor.

Katısöz, bu söyleme rağmen ekonomi ve kalkınmaya yönelik Türkiye'nin geleceğine yön vermesi beklenen, 2023-2035 Ulusal Enerji Planı, 2024-2026 Orta Vadeli Program ya da 2024-2028 12'nci Beş Yıllık Kalkınma Planı gibi kamu belgelerinde iklim ve enerji açısından köklü bir değişiklik perspektifi görülmediğini söylüyor.

Türkiye'nin 2053 net sıfır vizyonuna giden yolda doğru noktada olup olmadığının en önemli göstergesinin 2030 iklim hedefleri olduğunu vurgulayan Katısöz, "Maalesef Türkiye'nin 2030 iklim hedefi, iklim değişikliğine neden olan sera gazı emisyonlarını 2030'a kadar yüzde 30 oranında artırmayı öngörüyor. 2053 net sıfır vizyonuna uyumlu bir hedef, emisyonları bugünden itibaren azaltmayı öngören 'mutlak emisyon azaltımı' hedefidir" diyor.

DW Türkçe'ye konuşan TMMOB Makina Mühendisleri Odası Enerji Çalışma Grubu Başkanı Oğuz Türkyılmaz da Türkiye'de fosil yakıt tüketimini azaltacak somut bir program olmadığını söylüyor. Ulusal Enerji Planı'nda böyle bir öngörü olmadığını belirten Türkyılmaz, geçen yıl Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı bünyesinde kurulan İklim Değişikliği Başkanlığı'nın da kendi yetkisiyle bu konuda ne kadar adım atabileceğinin belirsiz olduğunun altını çiziyor.  

Kömüre dayalı kurulu güç artacak

Türkiye'de geçen yıl 1,3 GW kurulu gücünde yeni bir ithal kömür santrali devreye alındı. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı'nın hazırladığı Ulusal Enerji Planı'na göre 2030 yılına kadar 1,7 GW yerli kömür santralının sisteme dahil olması, 2030 ve 2035 yılları arasında ise 1,5 GW daha kömür kurulu gücünün devreye alınması (ve sadece 0,7 GW kömürlü santralın devreden çıkması) öngörülüyor. Böylece, 2023-2035 döneminde, 3,2 GW kömür yakıtlı santral daha kurularak kömüre dayalı kurulu güç azaltmak bir yana yüzde 11,4 artırılacak.

Ulusal Enerji Planı'na göre karasal rüzgar enerjisi santrallerinin (RES) kurulu gücünün, 2035'e kadar 24,6 GW'a ulaşması hedeflenirken, bu hedef 2035'te karasal RES potansiyelinin ancak yarısının değerlendirileceği anlamına geliyor. Deniz üstü RES'te ise 5 bin MW kurulu güç hedefi, 75-80 GW tahmin edilen kapasitenin yüzde 6'sına denk geliyor. Güneş enerjisi santrallerinin (GES) kurulu gücünün 52,9 GW'a çıkarılması hedefi de potansiyelin yalnızca beşte biri.

Özlem Katısöz, Ulusal Enerji Planı'nın zayıf da olsa karbonsuzlaşma sinyali verdiğini, güçlü bir güneş hedefi sunarken, yetersiz bir rüzgar hedefi ile yenilenebilir kaynaklara dayalı dönüşüm perspektifini zayıflattığını aktarıyor. 

Nükleer santraller ana eksende

Planda yer alan yeni kömür santrali kurulacağı öngörüsünü de gerçekçi bulmayan Katısöz, ekliyor: "Planın belki de en korkutucu tarafı, karbonsuzlaşma eksenini nükleer santrallere oturtması. En pahalı ve kirli elektrik üretme yöntemi olan nükleer santraller, Türkiye'nin 2035 enerji ufkunda hâkim kaynak olarak konumlanıyor."

Enerji Bakanlığı, net sıfır karbon salımın hedeflendiği ilan edilen 2053 yılında yenilenebilir kaynakların payının yüzde 50, nükleer enerjinin payının yüzde 29,3, fosil yakıtların payının yüzde 20,8 olacağını öngörüyor. Bakanlığın öngörüsüne göre 4,8 GW kurulu güçteki Akkuyu Nükleer Güç Santralı'na (NGS) ek olarak, 2035'e kadar 2,4 GW nükleer gücün daha devreye alınması planlıyor. Plan kapsamında 2053 yılına kadar ise 42 GW kapasitede NGS kurulması hedefleniyor.

Peki Türkiye'nin Paris İklim Anlaşması kapsamında verdiği taahhüdün söylemden eyleme dönüşebilmesi için ne gibi politikaları devreye alması gerekiyor?

"Yüzde 35 mutlak emisyon azaltımı mümkün"

Özlem Katısöz'e göre Türkiye'nin, 2053'te net sıfır hedefine ulaşabilmesi için 2020 yılına kıyasla 2030'a kadar en az yüzde 35 mutlak emisyon azaltımı hedeflemesi gerekiyor. 

Yatağan Termik Santrali
Uzmanar, Türkiye'nin iklim hedeflerine ulaşabilmesi için kömüre dayalı enerjiden vazgeçmesi gerektiğine işaret ediyornull ANKA

Tutarlı ve gerçekçi bir planla bu oranda bir emisyon azaltımının gerçekleştirilebileceğini vurgulayan Katısöz, "Bunun için 2030'a kadarki süre içinde hazırlık yapılmalı ve elektrik üretiminde kömürün terk edilmesi başta olmak üzere ulaşım, sanayi ve binalarda çeşitli önlemler hayata geçirilmeli" diyor.

Yüzde 35 mutlak emisyon azaltımı için elektrik üretiminde kömürden tamamen çıkılması ve yenilenebilir enerji kaynakların payının yüzde 75'e çıkarılması gerektiğini belirten Katısöz, diğer adımları, "Ulaşımda elektrikli araç sayısının toplam araç sayısı içerisindeki oranının binek araçlarda yüzde 20'ye, toplu ulaşım ve yük taşıma araçlarında yüzde 10'a çıkarılması; demiryolu yatırımlarının artırılarak bireysel araç kullanımında yüzde 5, toplu ulaştırma ve yük taşımacılığında yüzde 10 oranında raylı sisteme geçiş yönünde tercih değişikliği sağlanması; sanayide veya hizmet sektöründe gaz yerine, tarımda petrol yerine elektrik enerjisinin kullanılması, doğrudan yenilenebilir enerji kullanımının artırılması; binalarda ısınma amaçlı kömür ve sıvı fosil yakıt (mazot vb) kullanımının sonlandırılması ve büyük ölçüde elektrikle ısınmaya geçilmesi" şeklinde sıralıyor.

Türkyılmaz: Her bir bina yeni bir enerji canavarı

Oğuz Türkyılmaz'a göre iklim değişikliği ile mücadele için öncelikle muhalif muvafık ayrımı yapmadan, bu konudaki uzman kadrolar bir araya getirilip ulusal bir danışma meclisi kurulmalı.

Türkiye'de öncelikle fosil yakıt tüketiminin azaltılması için adımlara ihtiyaç olduğunu vurgulayan Türkyılmaz, kömür santrallerinden başlayarak elektrik üretiminde fosil yakıtların payının düşürülmesi ve bunun yerine yenilenebilir enerji kaynaklarının devreye alınması gerektiğini söylüyor.

Oğuz Türkyılmaz, elektrik üretiminde yüksek bir potansiyeli olan güneş ve rüzgar enerjisinin yeterince değerlendirilmediğini, Ulusal Enerji Planı'ndaki hedeflerin de oldukça düşük olduğunu belirterek kapasiteye ilişkin 2000'lerin başında yapılan ölçümlerin de yeniden yapılarak güncellenmesi gerektiğine işaret ediyor.

Türkiye'nin ithal ettiği petrolün ise yüzde 2'sinin şehir içi ulaşımda kullanıldığına dikkat çeken Türkyılmaz, demiryolu projelerinin gözden geçirilip rehabilite edilmesi halinde trafikteki araç sayısı azaltılarak fosil yakıt tüketiminden tasarruf sağlanacağını aktarıyor.

Öte yandan konutlar güneş mimarisine göre yapıldığı takdirde ısınmak için daha az doğal gaz kullanılacağını ifade eden Türkyılmaz, "Güneşten ısınmayı teşvik edersiniz, güneşten sıcak su elde etmeyi teşvik edersiniz, hatta zorunlu hale getirirsiniz. Ama TOKİ'nin yapılan binalarında bile bu kurgular söz konusu değil. Yani her bir bina yeni bir enerji tüketim canavarı haline dönüşüyor. Ancak bütün bu önlemleri bir arada içerebilecek bir paket, bir tasarı hazırlayabilirsiniz. Bu da ortak akılla olur" diye konuşuyor.

İklim değişikliği ile mücadelede dünya ölçeğinde de sorunlar olduğunun altını çizen Türkyılmaz'a göre, bu durumu etkileyen etmenler arasında Rusya-Ukrayna savaşı, ekonomik sıkıntılar ve buna paralel iklim değişikliğine ilişkin fonların sınırlandırılması yer alıyor.

Savaşın da bizatihi yarattığı bir iklim tahribatı olduğunu vurgulayan Türkyılmaz, iklim değişikliği konferanslarının ise son yıllarda Mısır ya da Birleşik Arap Emirlikleri gibi fosil yakıt üretiminde etkin olan ülkelerde gerçekleştirildiğini belirterek ekliyor: "Demokrasinin olmadığı bir rejimle yönetilen ülkelerde dünyanın özgür geleceği için iklim değişikliği tartışılıyor. Bu cidden trajikomik."

Müzakereler 28 yıldır devam ediyor

Taraflar Konferansı (COP), 1995'ten beri her yıl farklı bir ülkede BM'nin İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi'nin (UNFCCC) imzacısı olan ülkelerden binlerce delegenin katılımıyla düzenleniyor. İlk COP zirvesi 1995'te Almanya'nın başkenti Berlin'de, COP2 1996'da İsviçre'nin Cenevre kentinde düzenlendi. İklim müzakerelerinin temelini oluşturan bu iki zirvenin ardından 1997'de Japonya'daki COP3'te Kyoto Protokolü imzalandı. Kyoto Protokolü, sanayileşmiş ülkeler için sera gazı emisyonlarına yönelik mutlak ve yasal bağlayıcılığı olan bir sınırın belirlendiği ilk uluslararası anlaşma oldu. 

COP28 bu yıl Dubai'de düzenleniyor
COP28 bu yıl Dubai'de düzenleniyornull Amr Alfiky/REUTERS

Kyoto Protokolü ile 37 sanayileşmiş ülke emisyonlarını 2008-2012 arasında 1990 seviyesine göre yüzde 5,2 azaltma taahhüdünde bulundu. 1997 yılında kabul edilen protokol, 140 ülkenin onayıyla 2005 yılında yürürlüğe girdi. 2009'da Danimarka'nın başkenti Kopenhag'daki COP15'te sıcaklık artışının 2 dereceyle sınırlandırılmasına yönelik hedefler belirlendi. Katar'ın başkenti Doha'daki COP18'de ise Kyoto Protokolü'nün 2020'ye kadar uzatılması üzerinde anlaşılırken Peru'nun başkenti Lima'daki COP20'de ilk kez tüm ülkeler emisyonlarını azaltmaya yönelik taahhütlerini geliştirmeyi ve paylaşmayı kabul etti. 20 yıllık müzakerelerin ardından 2015'te Paris'te düzenlenen COP21'de kabul edilen Paris Anlaşması ile iklim değişikliğiyle mücadelede küresel çerçeve oluşturuldu. Paris Anlaşması'na göre küresel emisyonların 2050 yılına kadar net sıfırlaması ve küresel sıcaklık artışının 1,5 dereceyle sınırlandırması hedefleniyor.

Net Sıfır Nedir?

Net sıfır emisyon, fosil yakıt kullanımı, ormansızlaşma, atık yönetimi, hayvancılık gibi insan faaliyetleri sonucu atmosferde biriken sera gazı miktarının, yine insan faaliyetleri ile sağlanan azaltım miktarı ile (yutak alanların restorasyonu, doğa tabanlı karbon tutma ve yakalama vb.) birbirini dengelemesi anlamına geliyor.

Karbon nötr kavramı yalnızca karbondioksit emisyonlarının dengelenmesini ifade ederken net sıfır emisyon, karbondioksit de dahil olmak üzere tüm sera gazı emisyonlarının dengelenmesine işaret ediyor. Karbondioksit salınımları ise toplam sera gazı emisyonlarının yüzde 76'sını oluşturuyor. 

 

DW Türkçe'ye VPN ile nasıl erişebilirim? 

Tokat Çal Baba'da altın madeni ÇED onaysız devam edecek mi?

Türkiye'de son 10 yılda 100 bin hektardan fazla ormanlık alan madencilik faaliyetine açıldı. Söz konusu madencilik faaliyetleri ormanları koruyan yerel halklarla şirketleri sık sık karşı karşıya getiriyor.

Tokat'ın Killik ve Günçalı köyleriyle Çal Baba Ormanı'nı içine alan sahada HLC Kıymetli Madenler ve Yatırım AŞ'ye verilen sondajlı maden arama izni de bunlardan sadece biri. Ancak maden arama faaliyetine açılan bu ormanlık alanın bir özelliği daha var. Anıtsal nitelikte ardıç ve meşe ağaçlarının bulunduğu, Alevi inancına mensup yöre halkı için kutsal bir ziyaret merkezi olan orman, nesilden nesile korunan, ihtimam ve bakım emeğiyle bugünlere getirilen kadim bir ekosistem.

Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü (MAPEG) tarafından verilen ruhsat iznine göre şirkete 1477,24 hektar sahada 15 Nisan 2029 tarihine kadar faaliyet hakkı tanındı. HLC Kıymetli Madenler, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'ndan Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) muafiyeti de aldı. Ancak yapılan sondajlı arama faaliyeti bu muafiyeti kapsamıyor. Maden arama projesine verilen iznin hukuksuz olduğu gerekçesiyle yöre halkı ve Ziraat Mühendisleri Odası tarafından Temmuz ayında ruhsat iptali davası açıldı. Dava süreci devam ederken köylülerin nöbeti de sürüyor.

ÇED muafiyeti sona erdi

Şirketin maden arama faaliyeti için yaptığı başvuruda ilk bir yılı kapsayan ön arama döneminde el karotu ile örnek alma yapılacağı belirtilmiş, bu arama yöntemine Tokat Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğü tarafından "ÇED gerekli değildir" kararı verilmişti. Ancak ruhsatta belirtilen ön arama dönemi Nisan ayında sona erdi. Verilen izne göre projenin genel arama dönemi iki yıl, detay arama dönemi ise dört yıl sürecek.

Günçalı ve Killik köylerini de kapsayan maden projesine yöre halkı karşı çıkıyor
Günçalı ve Killik köylerini de kapsayan maden projesine yöre halkı karşı çıkıyornull privat

Şirketin Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü'ne sunduğu projeye göre sahada bundan sonra sondaj faaliyetiyle altın, bakır, çinko, kurşun, gümüş, demir, nikel cevherleri aranacak. Toplam 450 metreküp kübajlık yarma veya üç ayrı lokasyondan toplamda en az 100 metre sondaj yapılması planlanan sahada ayrıca üretim yapılacak noktalara ulaşım için genel arama dönemi boyunca bir kilometre yol yapılacak. Şirketin söz konusu faaliyetler için bir ÇED raporu ise yok.

Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü'ne yöre halkı ve Ziraat Mühendisleri Odası tarafından açılan davanın dilekçesinde, maden arama ruhsatının iptali, yapılan işlemin "açıkça hukuka aykırı ve telafisi imkansız zararlar doğuracak olması" nedeniyle dava sonuçlanıncaya kadar yürütmenin durdurulması ve ayrıca Tarım ve Orman Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı ile Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı'nın görevleri gereği müdahil davacı olmaları talep edildi.

Usul ve yasaya aykırı

Dava dilekçesinde madencilik ve maden arama faaliyetinin bölgedeki halka ait tarım topraklarına, meralara, yaylak ve kışlaklar ile sulara, bölgedeki ormanlara ve yöre halkının uzun yıllardır tek bir kuru dalı dahi alıp yakmak için evine götürmediği Çal  Baba İnanç Merkezi'nin yer aldığı ormanlık alana zarar vereceği belirtildi. 

Ayrıca maden arama ruhsatlarının ön arama, genel arama ve detay arama dönemlerinin üç ayrı ruhsatın konusu olması gerekirken söz konusu işlemde bu dönemlerin tek bir ruhsatta birleştirilmesinin usulen de yasaya aykırı olduğuna dikkat çekildi.

Cem törenleri yapılıyor

Davacı köylülerin birçoğu Günçalı ile Killik Köyleri'nde yaşıyor ve burada tarım, hayvancılık ve arıcılıkla uğraşıyor. Köylüler Çal Baba ismini verdikleri köyün ormanlık sırtını kutsal bir ziyaret yeri olarak kabul ediyor. Ormanın kutsallığı, Çal Baba'nın Horasanlı bir inanç önderi olduğu tevatürüne dayanıyor.

Tokat dışında yaşayan davacıların da Günçalı Köyü Muhtarı Salman Görgülü tarafından inanç merkezi olarak tescil edilmesi istenen ruhsat sahası içerisindeki ''Çal Baba Dağı ve Ormanı'' dolayısıyla köyleri ile sıkı bağları bulunuyor.

Cem törenlerinin düzenlendiği, bayramların kutlandığı, birlik ve adak kurbanlarının kesildiği, asker uğurlamalarının gerçekleştiği bir etkinlik alanı olan Çal Baba'da her ailenin sahiplenmiş olduğu bir ağaç gölgesi var. Başta anıtsal nitelikli ağaçlar olmak üzere köydeki her ağaç yöre insanı tarafından kutsal bir değer olarak görülüyor.

500 yıllık anıt ağaçlar

Çal Baba civarında anıtsal ağaç niteliğinde pek çok ağaç bulunuyor. Orman Yüksek Mühendisi Dr. Mehmet Ali Başaran, sadece bir günlük yaş ölçüm çalışmasıyla bölgede beş adet anıt ağaç ve beş adet istikbal anıt ağaç tespit etti. 

Başaran'ın Ekim 2023 tarihli Günçali (Çal Baba) Köyü: Anıt Ağaç ve İstikbal Anıt Ağaç Tespit Raporu'na göre Çal Baba ve civarında tespit edilen en yaşlı ağaç 506 yaşında. Kilise Ardıcı adı verilen bu ağacı Melik Gazi mevkiinde bulunan 470 yaşındaki Melik Gazi Ardıcı takip ediyor.

Çal Baba Ormanı
Çal Baba Ormanı'nda en az beş anıt ağaç tespit edildinull privat

Anıt ağaç statüsünü almaya değer bulunan diğer ağaçlar Çal Baba Sarıçamı (450), Ziyaret Ardıcı (352), Cem Yeri Mazı Meşesi (250) diye sıralanıyor. Başaran'ın hazırladığı rapora göre söz konusu ağaçların anıtsal özelliklerinden ötürü çevresiyle beraber mutlak surette korumaya alınması gerekiyor.

Raporda yer alan bilgilere göre Çal Baba'daki ağaçların kırılan dalları ya da yaprakları yöre insanı tarafından hiçbir amaçla asla alınmıyor ve doğaya bırakılıyor. Yöre insanları tarafından yüzlerce yıldır ziyaret amaçlı kullanılan Melik Gazi Ardıcı'nın çevresinde Danişmend'lerin üçüncü hükümdarı Melik Gazi'nin askerlerinin gizlendikleri söyleniyor. 

Melik Gazi'nin bu bölgede "bu ağaçların bir dalını kıranın dalı kırılsın" diye söz söylediği, hatta Melik Gazi'ye çok değer veren Günçalı köylülerinin erkek çocuklarına Melik adını çokça verdiği ifade ediliyor.

"İnanç merkezi olarak tescillenmeli"

19-23 Ağustos 2023 tarihleri arasında Günçalı Köyü ve Çal Baba mevkiinde, yöreye özgü sosyo-ekolojik ilişkilerin tespit ve analizi amacıyla, antropolojik bir ön araştırma da gerçekleştirildi.

Araştırma dahilinde hazırlanan 12 Ekim tarihli güncel saha raporunda Çal Baba Ormanı'nın, Alevi kültürünün kendini var etmesinin temel koşulu olmuş ritüellere ev sahipliği yapması açısından çok önemli bir kutsal müşterek olduğu ve Alevi yaşantısına özgü bir inanç merkezi olarak tescillenmesinin yerinde olacağı belirtildi.

Çal Baba Ormanı'nın inanç merkezi olarak tescil edilmesi talep ediliyor.
Çal Baba Ormanı'nın inanç merkezi olarak tescil edilmesi talep ediliyornull privat

Çal Baba'nın, yerel bir topluluk tarafından korunan bir orman olması özelliğiyle, ekolojik antropolojiye oldukça ilginç bir vaka örneği sunduğu ifade edilen raporda, burada çeşitli meşe türleri, sarıçamları, boylu ardıçları, çitlembik ağaçları ve yabani meyve türleri ile "kalıntı orman" olarak nitelendirilebilecek kadim bir ekosistem bulunduğu ifade edildi.

Raporda Çal Baba Ormanı ve civarındaki yedi adet miras noktasında gözlemler yapıldığı, özellikle Melik Gazi ve Kilise Tepe'nin ilginç menkıbe ve anılarla yörenin sözlü tarihine ışık tuttuğu ifade edilirken, doğal ve kültürel mirasın iç içe olduğu bu ziyaret yerlerinin, tıpkı Çal Baba Ormanı gibi, korunması zaruri "hafıza mekânları" olduğuna dikkat çekildi. 

Koruma statüsüne alınması gereken Kilise Ardıcı'nın, masif bir kaya bloğu üzerinde yükseldiğine, bölgede açık hava tapınağı ve benzeri kutsal alanların bulunduğunun tahmin edildiğine işaret eden rapora göre dilek dileme ritüellerinin de gerçekleştirildiği bu mevki, nispeten belirgin kalıntılar dolayısıyla arkeolojik sit olma olasılığı en yüksek mevki sayılabilir. 

Maden arama ruhsatının iptali talep edildi

Dava dilekçesinde de maden arama ve sondaj çalışmaları nedeniyle bölgedeki kültürel dokunun bozulacağı, ruhsat sahasının içindeki ve çevresindeki tescilli-tescilsiz veya tescil aşamasında olan sair arkeolojik kalıntılar ile arazide konumlanan tümülüslerin zarar göreceği ifade edildi.

Ormandaki anıt ağaçlara zarar verip ekolojik tahribata yol açacak bu çalışmalar dolayısıyla bölgede bilinmeyen dönemlerden beri yapılan ibadetin de artık yapılamayacağına işaret edilen dilekçede, özel bir teşebbüsün elde edeceği kâr uğruna kamu zararı çıkmaması için maden arama ruhsatının mutlaka iptal edimesi talep edildi.

 

DW Türkçe'ye VPN ile nasıl erişebilirim? 

Emirdağ: Altın arama iznine yargıdan ikinci ret

Türkiye'nin önemli hayvancılık noktalarından olan Afyon'un Emirdağ ilçesinde, uluslararası bir firmanın yerli iştiraki tarafından yapılmak istenen altın arama faaliyetine yargıdan bir kez daha izin çıkmadı. 

Kanada merkezli Eldorado Gold Corporation'ın yerli iştiraki olan TÜPRAG Madencilik isimli şirkete Emirdağ'daki bin 364 hektarlık alanda altın arama faaliyetlerinde bulunmak için 16 Ekim 2020'de 4 yıllık ruhsat verilmesinin ardından yöre sakinleri hukuki bir mücadele başlatmıştı. Su kaynakları ile meraların bulunduğu bölgeye sondaj makinelerinin gelmesi üzerine yöre sakinleri harekete geçmiş, verilen bu ruhsata Afyonkarahisar Damızlık Koyun ve Keçi Yetiştiricileri Birliği ile 7 yurttaş itiraz etmişti.

Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü'ne (MAPEG) karşı açılan davada, yargılamaya konu ruhsatın Anayasa'ya aykırı olduğu savunuldu; bölgede yapılacak madencilik faaliyetinin, hayvancılığı tehlikeye düşüreceği belirtildi. MAPEG ise dosya kapsamında yaptığı savunmada, ruhsatın Maden Kanunu'nun hükümleri doğrultusunda verildiğini öne sürdü. Hem Sağlık Bakanlığı hem de söz konusu şirket, dosyaya MAPEG'in yanında müdahil oldu. 

Afyonkarahisar İdare Mahkemesi, bu yıl 9 Mart tarihinde aldığı kararda, ruhsatın hukuka aykırı şekilde verildiğine vurgu yaparak iptaline hükmetti. Mahkemenin verdiği kararda, Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) süreci işletilmeden bu tarz projelere izin verilemeyeceğine dikkat çekildi. Bunun üzerine MAPEG, karara itiraz etti ve istinaf mahkemesine başvurdu. Dosyayı görüşen Konya Bölge İdare Mahkemesi 3'üncü İdari Dava Dairesi, başvurunun reddine hükmetti. 31 Ekim'de oybirliğiyle alınan kararda, alt derece mahkemenin verdiği kararda hukuka aykırılık bulunmadığı aktarıldı. 

Ruhsat için gerekli olan ÇED süreci, bir projenin doğa üzerinde yaratacağı olası etkilerin değerlendirilmesi anlamına geliyor. Dördüncü grup madenler arasında ise altın, linyit, demir, krom gibi metalik madenler yer alıyor.

30 bin kat fazla ruhsat verildi

Davanın avukatlarından İsmail Hakkı Atal, DW Türkçe'ye yaptığı açıklamada, mahkemenin ÇED sürecine dair kararının, benzer davalarda yol gösterecek nitelikte olduğuna işaret ediyor. Avukat Atal, "Bu kararla maden şirketlerinin, detay arama dönemine girebilmesi için ÇED raporuna sahip olması gerekiyor" diyor. 

Atal, Kanadalı şirketi "dünyanın en büyük altın madeni firmalarından biri" olarak tanımlıyor. Dava avukatına göre, Türkiye'de siyanürlü altın madeni işletmelerinin birçoğu, uluslararası sermaye gruplarıyla bağlantılı. Atal, "2008 ila 2023 yılları arasında verilen maden ruhsat sayısı 386 bin" diyor ve ekliyor:

"Bu ruhsat sayısı, Türkiye'de neredeyse her köye ortalama 4 tane maden ruhsatı düşmesi anlamına geliyor. Geri kalan yıllarda verilen ruhsat sayısı ise yalnızca bin 186."

Altın madenciliği neden tartışmalı konulardan biri? 

Türkiye, Avrupa'da en çok altın madenciliği yapılan ülkelerden. 2001 yılında Bergama Ovacık madeninin faaliyete geçmesinin sonrasında şu an faal durumda olan 20 altın madeni bulunuyor. Bu ocakların bir kısmı, uluslararası şirketler ile onların yerli ortakları tarafından işletiliyor. Örneğin Uşak Kışladağ ile İzmir Efemçukuru'ndaki altın madenleri, TÜPRAG'a ait. Altın Madencileri Derneği'nin verilerine göre, son 23 yılda üretilen toplam altının miktarı ise yaklaşık 453 ton. 

Başta altın olmak üzere bazı değerli madenlerde siyanürün kullanılması endişe yaratıyor. Zira maden ocaklarında bu zehirli kimyasalın hem doğaya hem de yer altı sularına karışma riski bulunuyor. Siyanüre, genelde parçalanmış cevherden altını çözündürmek için ihtiyaç duyuluyor. Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü'nce hazırlanan bir raporda, dünyadaki altın üretiminin yüzde 83 ila 85'inin siyanür ile gerçekleştirildiği aktarılıyor. 

Geçmişte yaşanan kazalar ise tedirginliği artıracak türden. Geçen yıl 21 Haziran tarihinde Erzincan İliç'te Anagold Madencilik'e ait altın madeninde, boru hattının patlamasının sonucunda çevreye siyanürlü solüsyonun yayıldığı bildirilmişti. Giresun Şebinkarahisar'da 2021 yılının Kasım ayında, kurşun-çinko-bakır çıkartılan bir madenin atık barajındaki çökme nedeniyle 4 bin 500 ton kimyasal atığın doğaya yayıldığı tespit edilmişti. Kütahya'da 2011'de Eti Gümüş'e ait bir gümüş madeninde, atık havuzunun çökmesiyle siyanürün, toprağa ve suya karıştığı belirlenmişti. 

"Kimse siyanür havuzu görmek istemez"

Eski Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) Maden Mühendisleri Odası Başkanı Mehmet Torun, DW Türkçe'ye yaptığı değerlendirmede, altın madenlerinin tepki çekmesinin nedenini üç maddede özetliyor. Maden mühendisi Torun, "Birinci grup, 'Altın insanlık için gerekli bir maden değil' deyip karşı çıkıyor. İkinci neden; bir gram altın üretmek için, bir ton toprağı devirebilir ya da bir ton taşı kırabilirsiniz. Yani tonda bir gramlık üretimden bahsediyoruz ve bu çevresel yıkımın çok fazla olduğunu gösteriyor. Üçüncüsü de üretim esnasında altının kazınması için siyanür kullanılıyor. Kimse evininin etrafında bir siyanür havuzu görmek istemiyor" diyor.

Maden mühendisi Torun, küresel şirketlerin sadece Türkiye'de değil, dünyanın birçok noktasında altın madenciliği faaliyetlerini sürdürdüğüne vurgu yapıyor:

"Bu çok açık bir sömürü. Gana gibi Afrika ülkelerinde altın madenleri çok yaygın olmasına rağmen, fakirlik diz boyu. Sonuçta üretilen altın, uluslararası güçlerin kasasına gidiyor, bu Türkiye'de de böyle. Altın üretilen ülkelerde sadece doğa yıkımı kalıyor. Devlet hakkı da yüzde 5. Yani siz 100 liralık madeni ürettiğinizde, en fazla 5 lirası ülkede kalıyor. Şirketlerin bunu vergi iadesi, teşvikler gibi maddelerle geri aldıklarını da biliyoruz."

Tablonun özeti, ÇED verileri 

Torun, Bölge İdare Mahkemesi'nin ÇED süreci vurgusuyla verdiği ruhsat iptal kararına da değiniyor. Maden mühendisi Torun, "ÇED raporu Türkiye'de çok sorunlu bir hale geldi. Bir prosedüre dönüştü ne yazık ki. Şirket bu raporu çıkartır" diyerek sözlerini noktalıyor. 

İlk ÇED Yönetmeliği'nin yayımlandığı 1993'ten geçen yılın sonuna kadarki süreci kapsayan ÇED kararları, Torun'un sözlerini doğrular nitelikte. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı'nın yayımladığı istatistiklere göre 73 bin 210 proje için "ÇED gerekli değildir", 6 bin 926 proje için "ÇED olumlu", bin 303 proje için "ÇED gereklidir", yalnızca 67 proje için "ÇED olumsuz" kararının verildiği görülüyor. "ÇED gerekli değildir" kararlarının yüzde 48'inin petrol-madencilik kolunda olduğu kaydediliyor. Bu karar, projenin doğaya etkileri bakımından değerlendirme dışı tutulması durumunda alınıyor ve bir nevi onay anlamına geliyor.

TBMM Genel Kurulu'nda 31 Ekim'de onaylanan, ardından da Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren 12'nci Kalkınma Planı'nda, yeni bir maden kanunu hazırlanacağı ve maden arama çalışmalarının "kamu yararına faaliyet" olarak tanımlanacağı duyurulmuştu. Ayrıca maden izin süreçlerinde bürokrasinin azaltılacağı, yatırım güvencesinin de artırılacağı belirtilmişti.

DW Türkçe'ye VPN ile nasıl erişebilirim?

2023: Gelmiş geçmiş en sıcak yıl olabilir

2023 yılı, tarih boyunca kaydedilen en sıcak yıl olma yolunda hızla ilerliyor. Ocak ile Ekim ayları arasında kaydedilen sıcaklık, küresel ortalama sıcaklık ortalamasını 1,43 derece aştı. Bu da, tarih boyunca söz konusu aylar arasında kaydedilen en yüksek sıcaklık oldu.

Bilim insanları, bu yılın ortalarında ortaya çıkan El Nino fenomeninin büyük ihtimalle önümüzdeki Nisan ayına kadar devam edeceği uyarısında bulundu. Bu da, sıcaklıkların daha da artacağı anlamına geliyor.

Dünya Meteoroloji Örgütü (WMO), 8 Kasım'da yaptığı açıklamada, "El Nino Temmuz-Ağustos aylarında etkisini göstermeye başladı Eylül 2023'te ılımlı şekilde seyretti, Kasım ve Ocak aylarında ise yüksek etki gösterecek" ifadelerine yer verdi.

El Nino hava olayı, basit bir anlatımla, Pasifik Okyanusu'ndaki sıcak suların doğuya kayarak küresel sıcaklıkların yükselmesi ile kendini gösteriyor. Okyanus yüzeyindeki suların ısısındaki büyük salınımlar ve bunların neden olduğu atmosferik olaylar, İspanyolca "oğlan çocuğu" anlamına gelen El Nino terimi ile adlandırılıyor. Özellikle 1997/1998 yıllarında etkili olan El Nino, dünya üzerinde daha önce görülmemiş sıcaklık artışlarına sebep olmuştu.

Afetler artabilir

Doğal ve döngüsel bir iklim olayı olan El Nino, dünyanın bazı bölgelerinde gıda, su ve sağlık güvenliği riskini artırdı. WMO, üç La Nina yılının ardından Temmuz 2023'te El Nino'nun geri geldiğini açıklamıştı.

Küresel ısınmanın etkisiyle birleşen El Nino, kuraklık ve açlığın yanı sıra bulaşıcı hastalıkların yayılmasını da tetikleyebilir.

Columbia Üniversitesi Uluslararası İklim ve Toplum Araştırma Enstitüsü'nden Walter Baethgen, El Nino'nun küresel olarak diğerlerinden daha fazla felaketin yaşandığı bir yıl anlamına gelmediğini ancak dünyanın farklı yerlerinde ciddi derecede bölgesel etkilere sebep olabileceğini söyledi.

El Nino ısıtıyor, La Nina soğutuyor

El Nino ve La Nina, ENSO olarak adlandırılan tropikal doğu Pasifik Okyanusu üzerindeki rüzgar ve deniz yüzeyi sıcaklıklarında düzensiz fakat periyodik bir değişime yol açan hava olaylarının iki parçası.

El Nino, ENSO'nun ısınma aşamasını, La Nina ise soğuma aşamasını temsil ediyor. El Nino yıllarında sıcaklık yaklaşık 0,1 derece yükseliyor, La Nina yıllarında aynı miktarda düşüyor.

Bu iki ayrı dönem birkaç ay sürüyor ve değişen sıklık ve yoğunlukta birkaç yılda bir ortaya çıkıyor. Bu model tropikal ve subtropikal bölgelerin çoğunda iklimi etkiliyor.

Suyla serinleyen bir adam
Dünyanın dört bir yanında insanlar, şiddeti ve sıklığı her yıl giderek artan aşırı sıcaklarda serinlemenin yollarını arıyornull Manu Fernandez/AP/picture alliance

Tam etkisi 2024'te görülecek

Dünya, son yıllar ve aylarda defalarca rekor sıcaklıklara ulaştı. WMO'nun iklim birimi direktörü Chris Hewitt, bu tür olayların El Nino döngüsünde meydana gelme olasılığının daha yüksek olduğunu söyledi. Hewitt, "Tahminler bize, küresel sıcaklığın sanayi öncesi dönemden itibaren 1,5 derecenin üzerine çıkma ihtimalinin yüzde 66 olduğunu gösteriyor" dedi.

El Nino'nun tam etkisinin 2024'te ortaya çıkacağını vurgulayan Hewitt, önümüzdeki beş yıl içerisinde dünyanın en sıcak yılını yaşayabileceğini sözlerine ekledi.

Gıda güvenliğine tehdit

Baethgen ise, iklim bilimcilerin küresel tahminler yaparken zincirleme etkilere daha hazır olabilmek için El Nino'yu hesaba katmalarının büyük önem taşıdığını vurguladı.

Uzmanların El Nino'nun pirinç hasadında sorun yaratabileceği uyarısında bulunmasıyla birlikte, Güney ve Güneydoğu Asya'daki birçok ülke halihazırda stokları korumak için yeni önlemler almaya başladı. Örneğin Hindistan birçok pirinç çeşidinin ihracatını yasaklarken, Endonezya'nın bazı bölgelerinde erken hasat yapılması planlanıyor.

Felaketleri kesin olarak tahmin etmek zor olsa da, El Nino yıllarında tropikal ve subtropikal bölgelerin daha sert darbe aldığı biliniyor. Örneğin Etiyopya'nın bazı bölgeleri, her El Nino yılında kuraklık yaşarken, Güney Amerika'daki And Dağları yakınlarındaki bazı bölgelerde ise yoğun kuraklık ve su baskınları meydana geliyor.

El Nino ayrıca, Güney Asya'ya sıklıkla tehlikeli sıcak hava dalgaları getiriyor. Geçmişte yaşanan bu olayların tespit edilmesi, bilim insanlarının gelecekteki felaketleri daha iyi tahmin etmelerine yardımcı oluyor.

Hindistan'da aşırı sıcaklardan ötürü toprağın üzerine yatmış dinlenen kişiler
Sıcak hava, insan vücudunun fizyolojisini olumsuz yönde etkileyebiliyornull Sanjay KANOJIA/AFP

El Nino'nun sağlığa etkisi

El Nino yıllarında gözlenen ani ısı değişiklikleri genel sağlığı etkileyebiliyor, felç ve ölüme giden hastalıklara sebep olabiliyor.

Boston Üniversitesi İklim ve Sağlık Merkezi Başkanı Gregory Wellenius, "Sıcak hava dalgaları ABD'deki diğer şiddetli hava olaylarına göre daha fazla insanın ölümüne sebep oluyor. Geçen yıl Avrupa'da 60 bin kişi sıcaklıklardan etkilenerek hayatını kaybetti" dedi.

Yapılan bilimsel çalışmalar, ani sıcak havaların insan vücudunun fizyolojisini etkilediğini ortaya koyuyor. Uzmanlar, sıcaklığın yol açtığı en yaygın sağlık etkisinin sıtma ve dang humması gibi hastalıkların ortaya çıkması olduğunu söylüyor.

Wellcome yardım kuruluşunda iklim etkileri ve adaptasyon direktörü olarak görev yapan Madeleine Thomson, bu tür salgınların çoğunun, önceki El Nino yıllarında gözlemlendiğini ifade etti. Thomson, “Örneğin Kenya'da 1997-1999 El Nino döneminde, sivrisinek üremesi yüksek oranda arttı. Doğu Afrika'da yaygın sıtma salgınları vardı, 2015 ve 2016'daki son El Nino'da da benzer olaylar gözlemlendi" dedi.

İklim kriziyle paralel

El Nino, aslında yüzyıllardır meydana gelen bir doğa olayı olsa da, etkisini son yıllarda daha güçlü bir şekilde göstermeye başladı.

Henüz elde bir kanıt olmasa da, uzmanlar, bunun iklim değişikliğinin etkileri ile ilgili olabileceğinden endişeleniyor. Thomson, halkın bu tip dönemlerde yaşanacak zorluklara karşı hazırlıklı olması için meteoroloji kuruluşlarının, hava durumunun sağlık üzerindeki etkisini incelemesi gerektiğini savunuyor.

DW Türkçe'ye VPN ile nasıl erişebilirim?

Yapay zekanın geleceğini şekillendiren yöneticiler

Yapay zeka, endüstrileri ve toplumun dokusunu yeniden şekillendirirken politika yapıcılar, bu yeni teknolojiyi nasıl düzenleyecekleri üzerine çalışıyor.

Yapay zekaya getirilmesi istenen düzenleme tartışmalarında, dünyanın önde gelen teknoloji şirketlerinin CEO'ları öne çıkan simalar. Bu isimler, yapay zekanın potansiyel yararları ve riskleri hakkındaki bakış açılarını sıklıkla dillendiriyor.

Araştırmacılar ve aktivistler ise teknoloji devlerinin yapay zeka tartışmasındaki etkisine dair endişeleniyor.

ABD merkezli şirketlerin sektörü domine ettiğine dikkat çeken araştırmacılar ve aktivistler, yapay zeka tartışmalarında dünyanın diğer bölgelerinden, özellikle de Küresel Güney'den temsilin eksikliğini sorguluyorlar.

Bu kişiler ayrıca, kurumsal liderlerin artan etkisinin mahremiyet ihlali ve çalışanların korunması gibi önemli konuları gölgede bırakabileceği konusunda uyarıyorlar.

DW'ye konuşan Cambridge Üniversitesi Minderoo Teknoloji ve Demokrasi Merkezi İcra Direktörü Gina Neff, "Bu şirketlerin, tartışmanın nasıl şekillenmesi gerektiğine dair şartları belirlemeyi çok ustaca başardıklarını görüyoruz" diyor.

Peki yapay zeka tartışmalarında en etkili sesler kimler ve neleri savunuyorlar?

Elon Musk: Kıyamet habercisi

Elon Musk, aralarında xAI adlı yeni bir yapay zeka girişiminin de yer aldığı birçok teknoloji şirketine liderlik ediyor.

Hiçbir kurumsal lider, yapay zekanın ortaya çıkardığı potansiyel varoluşsal riskler konusunda Musk kadar açık sözlü olmadı.

Musk yıllardır yapay zekanın uygarlık üzerindeki potansiyel felaket etkisi konusunda alarm çağrısı yapıyor.

Musk, 2018 yılında yapay zekanın "nükleer silahlardan çok daha tehlikeli" olduğunu ilan etmişti.

Elon Musk
Elon Musknull Alain Jocard/AFP

İngiltere Başbakanı Rishi Sunak ile bu ayın başlarında yaptığı görüşmede Musk, yapay zekanın "tarihteki en yıkıcı güç" olabileceği yönündeki uyarılarını yineledi ve düzenleyicilere "hakem" olarak hareket etmeleri çağrısında bulundu.

Musk öte yandan aşırı denetime karşı uyarıda bulunarak Sunak'a hükümetlerin "yapay zekanın olumlu tarafını engelleyen düzenlemelere girmekten" kaçınması gerektiğini söyledi.

Brüksel'deki Access Now dijital haklar grubunda kıdemli politika analisti Daniel Leufer, Musk'ın bu tür varoluşsal riskleri vurgulayarak kullanıcı verilerinin nasıl korunacağı veya yapay zeka sistemlerinin adaletliliğinin nasıl sağlanacağı gibiönemli sorunlardan dikkati başka yöne çekmeye devam ettiğini söylüyor.

DW'ye konuşan Leufer, Musk için "Dikkatleri şu anda uğraştığımız teknolojiden oldukça spekülatif ve çoğu zaman bilim kurgu alanına giren şeylere çeviriyor" ifadesini kullanıyor.

Sam Altman: Düzenleyicilere fısıldayan adam

San Francisco merkezli OpenAI, Kasım 2022'de ChatGPT'yi piyasaya sürerek büyük ölçekli bir üretken yapay zeka sistemini çevrimiçi olarak halka sunan ilk şirket oldu.

Bu dönemde şirketin CEO'su olan Sam Altman, Washington ve Brüksel'deki milletvekilleriyle buluşmak ve yapay zekanın nasıl düzenleneceğini tartışmak için küresel bir tura çıktı.

Bu tur, Altman'ı tartışmanın ön saflarına taşıdı.

Sam Altman
Sam Altmannull Stephen Brashear/AP/dpa/picture alliance

Altman, toplantıları sırasında yüksek riskli yapay zeka uygulamalarının "dünyaya ciddi zararlar verebileceği" ve düzenlenmesi gerektiği konusunda uyarılarda bulundu.

Aynı zamanda Altman, politika yapıcılara son teknoloji yapay zeka sistemlerinin karmaşıklıkları konusunda rehberlik etmek üzere OpenAI'nin uzmanlığını da sundu.

Cambridge Üniversitesi profesörü Gina Neff, Altman'ın turunu "Bu harika bir kurumsal iletişim yöntemi" diye tanımlıyor ve şöyle devam ediyor:

"Aslında Altman, 'Rakiplerimize güvenmeyin, kendinize güvenmeyin, bu işi yapmamız için bize güvenin' diyor.''

Ancak dünyanın geleceğini şekillendiren CEO'lardan biri olan Altman, şirketi OpenAI tarafından kısa bir süre önce kovuldu. Şirketten Cuma akşamı yapılan açıklamada, 38 yaşındaki Altman'ın yönetim kuruluyla iletişiminde her zaman "dürüst" olmadığı belirtilerek "Yönetim kurulunun artık OpenAI'ye liderlik etme becerisine güveni yok" denildi. 

Mark Zuckerberg: Sessiz dev

Yapay zeka teknolojisi geliştirme konusunda bir diğer lider şirket olan Meta'ya bakıldığında, şirketin CEO Mark Zuckerberg tartışmada oldukça sessiz kaldığı görülüyor.

Eylül ayında ABD'li Kongre üyelerine yaptığı konuşmada Zuckerberg, "bu yeni teknolojinin potansiyel risklerini en aza indirmek ve aynı zamanda potansiyel faydalarını en üst düzeye çıkarmak için" politika yapıcılar, akademisyenler, sivil toplum ve endüstri arasında işbirliğini savunmuştu.

Bunun dışında Zuckerberg, yapay zeka düzenleme tartışmasını büyük ölçüde şimdilerde Meta'nın Küresel İşler Başkanı olan eski İngiliz siyasetçi Nick Clegg gibi yardımcılarına devretmiş görünüyor.

Mark Zuckerberg
Mark Zuckerbergnull Andrew Caballero-Reynolds/AFP

Birleşik Krallık'ta yakın zamanda gerçekleşen yapay zeka zirvesinin oturum aralarında Clegg, yapay zekanın varoluşsal risklerine dair korkuları küçümsemişti.

Bu korkuların yerine Clegg, yapay zekanın gelecek yıl İngiltere ve ABD'de yapılacak seçimlere müdahale etmek için kullanılmasının daha acil tehdit ortaya çıkardığını vurgulamıştı.

Ayrıca Clegg, yapay zeka tarafından oluşturulan içeriğin çevrimiçi olarak tespit edilmesi gibisorunlara kısa vadeli çözümler bulunmasını da savunmuştu.

Dario Amodei: Sokaktaki yeni çocuk

Yapay zeka düzenlemeleri tartışmasında bir de Anthropic şirketi yer alıyor.

2021 yılında OpenAI'nin eski üyeleri tarafından kurulan güvenlik odaklı yapay zeka şirketi, teknoloji devi Amazon'dan potansiyel 4 milyar dolarlık bir yatırım da dahil olmak üzere hızla önemli yatırımlar aldı.

Firmanın yeni kurulmasına rağmen, şirketin CEO'su Dario Amodei şimdiden yapay zekada düzenleme tartışmalarında yerini aldı.

Yakın zamanda Bletchley Park'ta gerçekleşen Yapay Zeka Güvenliği zirvesinde yasa yapıcılara hitaben yaptığı konuşmada Amodei, mevcut yapay zeka sistemlerinin oluşturduğu tehlikelerin nispeten sınırlı olmasına rağmen bu tehlikelerin "yakın gelecekte bilinmeyen bir noktada muhtemelen çok ciddi hale geleceği" konusunda uyardı. Amodei'nin açıklamaları şirket tarafından yayınlanan bir metinde yer aldı.

Dario Amodei
Dario Amodeinull Kimberly White/Getty Images for TechCrunch

Amodei, yaklaşmakta olan bu tehditleri ele almak için yasa yapıcılara firması tarafından geliştirilen bir metodoloji sundu.

Bu metodoloji, yapay zeka sistemlerini, kullanıcıların güvenliğine yönelik teşkil ettikleri potansiyel risklere göre kategorize ediyor.

Amodei, benzer bir metodolojinin, yapay zeka düzenlemesinin taslağının nasıl hazırlanacağı konusunda bir "prototip" görevi görebileceğini ekledi.

Ancak Access Now'da dijital haklar savunucusu olan Daniel Leufer, politika oluşturma konusunda Anthropic gibi kurumlara çok güvenilmemesi konusunda uyarıda bulunuyor.

Tartışmaya katkıları gerekli ve faydalı olsa da politika yapıcıların bağımsızlıklarını korumaları gerektiğini vurgulayan Leufer, "Politikayı dikte edenler kesinlikle onlar olmamalı" diyor.

Leufer, "Gündemi onların belirlemesine izin verme konusunda çok dikkatli olmalıyız" diye ekliyor.

DW Türkçe'ye VPN ile nasıl ulaşabilirim?

Su sorunu: Kuruyan barajlar buz dağının görünen yüzü

Türkiye'de "susuzluk tehlikesi" barajlardaki doluluk seviyesinin düşmesi sebebiyle son günlerde yeniden gündemde.

İstanbul'da bulunan su toplama barajlarında su seviyesi son 10 yılın en düşük seviyesi olan yüzde 18,59'a indi. Günlük su ihtiyacı 3 milyon metreküp olan kentte, barajlardaki toplam su miktarı 160 milyon metreküpe gerilerken kent dışından getirilen suya ihtiyaç artıyor.

Ege Bölgesi'nde de İzmir, Aydın, Uşak ve Denizli'deki bazı barajlarda su seviyesi ciddi derecede düştü. Barajlardaki su seviyelerinde geçen yıla göre yüzde 100'e varan düşüş olduğu belirlendi.

Peki sorun sadece barajlarla mı sınırlı?

DW Türkçe'ye konuşan Yıldız Teknik Üniversitesi Çevre Mühendisliği Bölümü'nden emekli Prof. Beyza Üstün, Türkiye'de suyun kullanım hakkının şirketlere verildiği 2003'ten beri bir sürecin içinden geçildiğine işaret ederek "Tehdidi kuraklık ve barajlardaki su seviyesi olarak görüp bunun üzerinden bir çözüm düşünürsek yanılırız" diyor.

"Gıda krizini yaşayacağız"

Türkiye'de suyu piyasalaştıran mevcut yapıdan vazgeçilip yaşamın tarafında yer alan bir politika üretilmedikçe su krizinin daha da büyüyeceğini vurgulayan Üstün, ekliyor:

"Biz bunu daha çok yaşayacağız. Tarım alanlarında yaşayacağız. Gıda krizi dediğimiz, beslenmede, enflasyonun yoksulluğun ilişkisinde yaşayacağız."

Ukrainischer Weizen für Afrika | Mähdrescher in der Ukraine
null Ukrinform/dpa/picture alliance

İstanbul'da 2009'da gerçekleştirilen Beşinci Dünya Su Forumu'nun ardından artan HES projeleriyle bütün havzalarda suların akışından koparıldığını ve kullanımının tamamen şirketlere devredildiğini söyleyen Üstün, "Suyun döngüsüne bu denli müdahale yapıldığında, yani yağış sistemine, akış sistemine, suyun o akış alanında katılacağı süreçlere müdahale yapıldığında artık bunun karşılığını biz bazı bölgelerde kuraklık, bazı bölgelerde sel olarak yaşamaya mahkumuz" diye konuşuyor.

"Madenler havzalara konumlandırıldı"

Ticarileşmenin su kaynaklarıyla sınırlı kalmadığını maden yasası, orman yasası, zeytinlikler yasası, kıyı kanunundaki değişiklikler veya kentsel dönüşüm yönetmelikleriyle doğal alanların farklı üretim süreçlerine sokulduğunu ve yapılaşmaya açıldığını anlatan Üstün, yasal altyapının bu sürece uygun hale getirilmesinin ardından dönüşümün hızlandığını vurguluyor:

"Munzur vadisinde, Murgul ya da başka yerlerde taş ocaklarından başlayarak, istenildiği kadar, Bergama'da, Kaz Dağları'nda pek çok madenin o havzaya konumlandırıldığı hızlıca görüyorsunuz."

Üstün, İstanbul'da ise bunun örneğinin Kuzey Ormanları olduğunu söyleyerek ekliyor:

"Üstün kamu yararı, sürdürülebilir kalkınma gerekçesiyle Kuzey Ormanları'na, üçüncü köprünün, üçüncü otobanın, üçüncü havalimanının ve dolayısıyla Kanal İstanbul gibi bütün sucul alanın, doğal sistemin, tarım alanlarının, yerleşmelerin olduğu bir bölgede yeni bir kent yapısının yapılabileceğine dair hem devlet bütçesine kararlar kondu, hem yasalar düzenlendi, hem ihaleler düzenlendi, hem parti parti planlamalar değişti."

İstanbul'da doğal alanlarda yapılaşma

İstanbul'da barajlardaki su miktarı kentin yıllık su ihtiyacını karşılamaktan uzak. Su sorununa çözüm olarak sunulan Melen Barajı, İstanbul'a yaklaşık 200 kilometre uzakta. Sakarya'da bulunan ve ilk ihalesi Mayıs 2012'de yapılan barajın inşaatı henüz tamamlanamazken kente Melen ve Yeşilçay regülatörlerinden su veriliyor.

Türkei 2016 Istanbul | Neubauten Finanzdistrikt
null Getty Images/C. McGrath

İSKİ Genel Müdür Yardımcısı Bülent Solmaz'ın DW Türkçe'ye verdiği bilgiye göre İstanbul'da bulunan 10 baraj, genelde yılllık ihtiyacın yüzde 75-80'ini karşılayabiliyor. Solmaz, bu yıl ise su ihtiyacının yaklaşık yüzde 75'inin Melen ve Yeşilçay regulatörlerinden karşılanacağını, yıl sonunda 600 milyon metreküple tüketilen suyun yarısının Melen'den alınmış olacağını öngörüyor. Solmaz, Melen Barajı'nın ise 5-6 yıldan önce hizmete girmesini beklemiyor.

Suyun yüzde 67'si dışarıdan geliyor

DW Türkçe'ye konuşan Çevre Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Selahattin Beyaz ise yılın başından bu yana İstanbul'da şebekeye iletilen suyun yüzde 67'sinin Melen ve Yeşilçay regülatörlerinden sağlandığını aktarıyor.

Beyaz, kentin su ihtiyacının yaklaşık 200 km uzaklıktaki farklı bir havzadan karşılanmaya çalışılmasının yüksek maliyeti nedeniyle anlaşılır bir durum olmadığı görüşünde. İstanbul kent içi havzaların korunması gerekirken yapılaşmaya açıldığına işaret eden Beyaz, "Sermayenin bitmeyen rant hırsı bu sonucu meydana getirdi. İstanbul suyunun çözümü Melen Barajı'na mahkûm edilmiş ancak Melen Barajı ise çözümsüz olarak ortada duruyor" ifadelerini kullanıyor.

İstanbul'un su ihtiyacının karşılanmasının, 2007 yılından itibaren Melen su sistemine dayanır hale getirildiğini ve geçmiş yıllarda su ile ilgili projelerin yapılmamasının bugünkü tabloyu ortaya çıkardığını dile getiren Beyaz, "Yağışların azalması, İstanbul havzalarının yapılaşmaya açılması, yağışların barajlarda toplanamaması büyük sorun oluştururken 2016 yılında tamamlanması planlanan Melen barajının tamamlanamaması ve ne zaman tamamlanacağının bile bilinememesi İstanbul'un suyunun risklerini artırıyor" diyor.

"Su kirliliği baskısı da var"

Melen Çayı'nın ise Düzce'deki katı atık depolama sahaları nedeniyle kirlilik baskısı altında olduğuna ve sağlıklı suya erişimi sorunlu hale getirdiğine işaret eden Beyaz, Melen havzasının korunması ile ilgili de uzun yıllar ciddi önlem alınmadığını söylüyor.

İstanbul'un barajların doluluk oranı son 10 yılın en düşük seviyesinde
İstanbul'un barajların doluluk oranı son 10 yılın en düşük seviyesinde null Ali Aksoyer/DHA

Beyaz, su sorununa çözüm olarak su havzalarındaki yapılaşmaya son verilmesi ve yeni yapılaşma projelerinden vazgeçilmesi gerektiğini vurgulayarak ekliyor: "Mevcut havzalar bakımı yapılarak daha verimli hale getirilmeli, Melen su sisteminin Baraj kısmı hızlıca bitirilerek devreye alınmalı ve sağlıklı suya erişim koşulları oluşturulmalı."

Prof. Dr. Beyza Üstün de İstanbul'da su sorununun doğal sistemlerin daha fazla yapılaşmaya açıldığı ve kentin nüfusunun katlandığı mevcut tabloda çözülemeyeceğini belirterek "Ancak sorunumuz sadece İstanbul halkının susuz kalması değil. Aslında tüm canlı yaşam ciddi anlamda tehdit altında, biz de dahil. O yüzden sorunumuz var" diyor.

Bu tehdidin sadece Türkiye sınırları için geçerli olmadığını, dünyanın farklı noktalarında benzer süreçlerin yaşandığını vurgulayan Üstün, "Ancak Türkiye'de hem egemen sistemin yani kapitalizmin krizlerine hizmet eden hem de bu süreçlerden beslenen otoriter, tekçi bir yönetim var. İkisi bir arada olduğunda biz ne yazık ki daha şiddetli yaşıyoruz, yaşayacağız" diye ekliyor.

DW Türkçe'ye VPN ile nasıl ulaşabilirim?

Cumhurbaşkanlığı Programı: Madenlere "kamu yararı" tanımı geliyor

25 Ekim'de Resmi Gazete'de yayımlanarak onaylanan 2024 Yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı'na göre AKP, maden kanununda yapacağı değişiklikle maden arama faaliyetlerini "kamu yararına faaliyet" olarak tanımlamayı ve madencilik faaliyetlerini kolaylaştırarak vereceği maden ruhsatı sayısını artırmayı planlıyor.

Resmi verilere göre 2008'den bu yana Türkiye genelinde 386 bin maden ruhsatı verildi. Uzmanlara göre planlanan mevzuat değişikliği ile atılacak adımlar, tarım alanları, meralar ve ormanların madenlere açılmasını hızlandıracak.

Programda, "Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı tarafından Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü iş birliği ile her bir maden grubunun özelliklerini ve ihtiyaçlarını gözetecek şekilde yeni bir maden kanunu hazırlanacaktır" denilerek yeni mevzuatta maden arama faaliyetlerinin "kamu yararına faaliyet" olarak tanımlanacağı bilgisi veriliyor.

Tarım alanları tehlikede

DW Türkçe'ye konuşan İstanbul Üniversitesi-Cerrahpaşa Orman Fakültesi Toprak İlmi ve Ekoloji Anabilim Dalı'ndan Prof. Dr. Doğanay Tolunay, halihazırda tarım ve orman alanlarında maden arama faaliyetlerinin izin süreçlerinin oldukça kolay olduğunu ifade ederek Ormanlar için Orman Genel Müdürlüğü ve meralar için Tarım ve Orman İl Müdürlükleri tarafından maden arama ve işletme izni verildiğini söylüyor.

Tarım alanlarında maden arama izni verilebilmesi için ise 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu gereğince kamu yararı kararı olması gerekiyor.

Amasra'da maden faciasının yaşandığı işletme.
Amasra'da maden faciasının yaşandığı işletme.null Can Bursalı/DW

Kamu yararı bulunan maden işletmelerine Toprak Koruma Kurulları'nın onay verdiğini aktaran Tolunay, "Madencilik faaliyetinin kamu yararı olduğu kararı, özel kişilere ait taşınmazların kamulaştırılması için gerekli. Mevcut şartlarda tarım alanlarında maden arama çalışmalarında kamu yararı kararı alınamadığı için bir kamulaştırma ve maden araması yapılamıyor" diyor.

Tarım alanlarının korunması açısından maden arama için kamulaştırma yapılamamasının önemine işaret eden Tolunay, bunun maden şirketleri için bir sorun olduğunu belirterek ekliyor: "Ve kendi açılarından sorun olan bu durumun giderilmesi adına mevzuatın değiştirilmesi için Cumhurbaşkanlığı nezdinde girişimlerde bulunuldukları ve bunda başarılı oldukları anlaşılıyor."

Tolunay, maden şirketlerinin Türkiye'nin maden ve enerjiye ihtiyacı bulunduğunu, istihdam ve ihracat yaptıklarını iddia ederek, güçlü lobicilik faaliyetleriyle taleplerini gerçekleştirebildiklerine işaret ediyor.

"Bu kurumsal mekanizma Anayasa'ya aykırı"

Cumhurbaşkanlığı Programı'na göre madencilik faaliyetlerinde izin, ruhsat ve lisans işlemlerinin elektronik ortamda gerçekleştirilmesine yönelik altyapı geliştirilmesi ve böylece bürokratik süreçlerin hızlandırılması da hedefleniyor.

Enerji ve sanayi sektörlerinin hammadde ihtiyacını karşılamak üzere daha fazla maden arama faaliyeti yapılacağı ifade edilen programa göre başta linyit olmak üzere jeotermal ve kaya gazı gibi yüksek potansiyeli bulunan yerli kaynaklara yönelik arama, üretim ve Ar-Ge faaliyetleri artırılacak.

Hazırlanacak yeni mevzuatla izin süreçlerinin basitleştirilmesi ve yatırımcı üzerindeki idari ve mali yüklerin azaltılması planlanıyor.

Programa göre, hazırlanacak yeni mevzuatla, orman, su, maden, jeotermal, petrol ve doğal gaz gibi tabii kaynak alanlarında izin süreçlerinin tek elden yönetilebilmesi ve bürokratik süreçlerin azaltılması için üst düzeyde kurumsal mekanizma oluşturulacak. Kurulacak üst mekanizmada sorumlu kuruluş, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı olacak.

İstanbul Üniversitesi-Cerrahpaşa Orman Fakültesi Toprak İlmi ve Ekoloji Anabilim Dalı'ndan Prof. Dr. Doğanay Tolunay
İstanbul Üniversitesi-Cerrahpaşa Orman Fakültesi Toprak İlmi ve Ekoloji Anabilim Dalı'ndan Prof. Dr. Doğanay Tolunaynull Privat

"Bu kurumsal mekanizma öncelikle Anayasaya aykırı" diyen Doğanay Tolunay, Anayasa'nın 169. Maddesi'ne göre "devlet ormanları, kanuna göre devletçe yönetilir ve işletilir" diyor. Orman Kanunu'nda ise "Devlet ormanlarına ve Devlet ormanı sayılan yerlere ait her çeşit işler Orman Genel Müdürlüğü'nce yapılır ve yaptırılır" dendiğini ifade eden Tolunay, planlanan mekanizmanın Orman Genel Müdürlüğü'nden ayrı olarak orman alanlarında yapılacak faaliyetlere izin vereceği için yasalara uymadığına dikkat çekiyor.

Benzer durumun tarım ve mera alanları için de söz konusu olduğunu dile getiren Tolunay, mevcut durumda tarım, orman, mera alanları ve su kaynaklarını korumakla görevli kurumların bu alanlara madencilik izinlerinin etkilerini kendilerinin değerlendirdiğini ve bazı durumlarda izin vermediğini söylüyor.

"Su ve gıda güvencesi daha önemli"

"Kurulmak istenen üst mekanizma sürelerin kısaltılmasını öncelik olarak alacağı için maden izinleri, çevresel etkileri yeterince değerlendirilmeden verilebilir" diyen Tolunay, ekliyor: "Diğer yandan bu mekanizma Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığı altında kurulacağı için enerji ve madencilik bakış açısının hakim olacağını ve hemen her talebe onay verileceğini tahmin etmek güç olmayacaktır."

Programın özetle madencilik arama ve işletme faaliyetlerinin kolaylaştırılmasına yönelik olduğunu ancak Türkiye'nin madenler kadar orman, tarım ve mera alanlarına da ihtiyacı olduğunu vurgulayan Tolunay, 2012-2022 arasında 110 bin hektar orman alanında madencilik izni verildiğini, madencilik yapılan tarım ve orman alanlarıyla ilgili ise bir veri bulunmadığını söylüyor.

Prof. Tolunay, madencilik faaliyetleri, karbon yutak alanları olan orman, tarım ve mera alanlarına zarar verdiği için sera gazı emisyonlarının da arttığına, sadece 2012-2022 arasında madenlerden verilen izinlerle orman alanlarından yıllık 3 milyon ton CO2 eşdeğeri bir emisyon oluştuğuna işaret ediyor.

"Ekilen tarım alanlarının sürekli azaldığı ve iklim değişikliğiyle birlikte kuraklıkların daha sık ve şiddetli yaşandığı ülkemizde su ve gıda güvencesinin sağlanması madencilikten çok daha önemli" diyen Tolunay, madenlerin, tarım ve mera alanlarıyla su kaynaklarına zarar vermeden ve tükenebilir kaynaklar oldukları için ülke ihtiyacı kadar çıkarılmasını sağlayacak politikalara ihtiyaç olduğunu vurguluyor.

Çevre mücadelesi nasıl etkilenecek?

Peki yapılması planlanan mevzuat değişikliği, Akbelen Ormanı başta olmak üzere Türkiye'nin dört bir yanında çevreyi tehdit eden projelere karşı yürütülen mücadeleyi nasıl etkileyecek?

Muğla 1. İdare Mahkemesi, yaklaşık iki hafta önce Akbelen Ormanı'ndaki maden ocağı için Limak Holding ve IC Holding'in iştiraki YK Enerji'ye verilen izin ve ruhsatın iptaline dair açılan iki davayı reddederken kararın gerekçesinde, ormana maden ocağı kurulmasında "kamu yararı" olduğunu savundu.

Amasra'da maden faciasında yaşamını yitirenlerden 3 madenciye ait mezar.
Amasra'da maden faciasında yaşamını yitirenlerden 3 madenciye ait mezar.null Can Bursalı/DW

Akbelen'de ağaç kesimine karşı çıkan bölge halkının avukatı İsmail Hakkı Atal, mahkemenin kanunlar ve Anayasa'yı görmezden gelindiğine işaret ederek kararı istinaf mahkemesine taşıdıklarını duyurdu.

DW Türkçe'ye konuşan Atal, açtıkları bütün davalarda mahkemeleri, şirketlerin halk ve çevre sağlığına verdikleri zarar üzerinden zorladıklarını ancak kararların soyut bir şekilde sunulan kamu yararı kavramının arkasına sığınılarak alındığını söylüyor.

Kamu yararı için halkın menfaatinin söz konusu olması gerektiğini vurgulayan Atal, ekliyor: "Türkiye'de madencilik sektöründe kamu yararı arkasına saklanan menfaat, maden şirketlerinin ticari kazancı. Devlet de çıkartmıyor bu madenleri. Şirketler alıyorlar, çıkartıyorlar, ülkenin tarımını, toprağını, havasını, suyunu zehirleyip gidiyorlar."

"Halk sağlığı zararı varsa kamu yararı yoktur"

Atal'a göre doğaya ve insan sağlığına zarar veren bir madencilik ya da ticari faaliyetle ilgili toplumsal maliyet analizi yapıldığında, bu faaliyetlerin yok ettiği tarım toprakları, buradan elde edilen tarım geliri, yok edilen su havzalarına duyulan ihtiyaç ya da yol açtığı sağlık sorunları nedeniyle devletin yaptığı sağlık harcamaları toplanıp ticari kazançla yan yana koyulduğunda arada devasa farklar çıkıyor.

Avrupa Sağlık ve Çevre Birliği'nin (HEAL) çalışmasına göre Yeniköy ve Kemerköy Termik Santrali'nin Türkiye'ye yıllık sağlık maliyetinin 44 milyar lira olduğunu, şirketin kendi ticari kazancının ise 200 milyon lirada kaldığını belirten Atal, halk sağlığının zarar gördüğü yerde dünyanın en büyük paraları dahi kazanılsa bir kamu yararının söz konusu olamayacağını, insanları öldüren bir ekonomik ticari faaliyete izin verilemeyeceğini vurguluyor.

Anayasa'nın ve yasaların yönetmeliklerden önce geldiğini, diğer taraftan kanunlar arasında da daha önce çıkartılmış olan kanunların uygulama önceliği olduğunu hatırlatan Atal, "Demek ki iktidarın eli çok rahat değil ki madenlerin işgal sürecini artırmak için bir yasal altyapı hazırlıyor" ifadelerini kullanıyor.

Avukat İsmail Hakkı Atal nükleer karşıtı bir gösteri sırasında görülüyor.
Avukat İsmail Hakkı Atal nükleer karşıtı bir gösteri sırasında görülüyor. null Privat

Kaç hektar orman madenlere açıldı?

Tarım ve Orman Bakanlığı'na bağlı Orman Genel Müdürlüğü'nün verilerine göre 2012-2022 yıllarını kapsayan son 10 yılda 109 bin 884 hektar orman madencilik faaliyetine açıldı.

Orman Genel Müdürlüğü'nün 2022 Orman İstatistiklerine göre geçen yıl 8 bin 406 hektar ormanda madencilik izni verildi. Bu izinlerin 3 bin 736 hektarını maden açık işletmeleri, 3 bin 298 hektarını maden altyapı tesisleri, 1003 hektarını hammadde üretimi, 253 hektarını maden arama faaliyetleri oluşturdu. Son 10 yılda sadece maden arama faaliyeti için verilen izinler ise 3 bin 127 hektarı buldu.

15 yılda 386 bin maden ruhsatı

İsmail Hakkı Atal, 1923'ten 2002 yılına dek geçen 80 yılda Türkiye genelinde toplam 1186 maden ruhsatı verilirken, Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü'nün verilerine göre 2008-2023 arasındaki son 15 yılda ruhsat sayısının 386 bine çıktığını söylüyor.

2005'ten bu yana şeker pancarı kotası vs gibi uygulamalarla köylüleri yoksullaştırmak üzerine bir politika yürütüldüğünü, bu politikaya paralel köylülerin ekmekten vazgeçtiğini ve tarım alanlarının madenciliğe açıldığını ifade eden Atal, "2005'te Tarım Bakanlığı, Avrupa Birliği'ne kırsal nüfusu 10 yıl içinde 25 milyon kişiden 5 milyona indirme taahhüdü verdi. Köylü nüfusu o tarihten bu yana 15 milyona indi" diyor.

Avukat Atal, "AKP, Türkiye'nin karnındaki harakiri bıçağıdır. Türkiye'yi yavaş yavaş öldürüyor" ifadelerini kullanıyor.

DW Türkçe'ye VPN ile nasıl erişebilirim?

 

Avrupa Birliği'nden mikroplastik içeren birçok ürüne yasak

Denizlerin derinliklerinden dağların tepelerine, yiyeceklerden içme suyuna, kozmetik ürünlerden tarım ilaçlarına ve hatta kanımıza… Mikroplastiklere hemen yerde rastlanıyor.  Birleşmiş Milletler, mikroplastik parçacıkların sayısının, galaksimizdeki yıldızların sayısından daha fazla olduğunu tahmin ediyor.

Mikroplastikler hava, su veya toprak yoluyla yayılabiliyor ve doğada dolaşıma girdikten sonra bir daha temizlenemiyor. Doğal yollarla ayrışmadığı için de yüzyıllar boyunca hayvanlar ve bitkiler için tehdit oluşturabiliyor ve besin zincirine karışıyor. Bunun sağlığımız üzerinde tam olarak ne gibi etkileri olabileceği ise henüz yeterince araştırılmadı.

Halihazırda Avrupa Birliği'nde (AB), gıda maddelerinden temizlik ve kozmetik mamullerine kadar, çeşitli ürünlerde kasıtlı olarak her yıl ortalama 42 bin ton mikroplastik kullanılıyor. AB Komisyonu Basın Sözcüsü Johanna Bernsel, "İşte bu yüzden mikroplastiklerin doğaya karışmasını engellemek çok önemli" diyor.

AB Komisyonu, zararlı kimyasallara yönelik REACH düzenlemeleri kapsamındaki yeni tedbirler kabul etti. Buna göre AB ülkelerinde, mikroplastiklerin ve bunların kasıtlı olarak eklendiği ürünlerin satışı kademeli olarak yasaklanıyor.

Mikroplastik yasağından hangi ürünler etkileniyor?

Yeni düzenle mikroplastikleri,"organik, çözünmeyen ve bozunmayan, beş milimetreden küçük sentetik polimer parçacıkları" olarak tanımlıyor. Bunlar makyaj malzemeleri, kozmetik ürünleri, deterjanlar, simler, böcek ilaçları, gübreler, oyuncaklar, ilaçlar ve spor sahalarının yüzeylerinde kullanılan granüller de dahil olmak üzere, çok sayıda üründe bulunuyor. Mikroplastik parçacıklar, örneğin diş macunu veya ölü cilt hücrelerinin uzaklaştırılmasını (peeling) sağlayan bakım ürünlerinde aşındırıcı parçacıklar olarak işlev görüyor veya bağlayıcı maddeler olarak sıvıların kıvamını etkiliyor.

Simli makyajı olan bir kadın
Mikroplastik içermesi nedeniyle AB sim içeren makyaj malzemelerini yasaklıyornull Zheng Huansong/Xinhua News Agency/picture alliance

Mikroplastik içeren ancak bunları salmayan yapı malzemeleri ve endüstriyel ekipmanlar için kullanılan ürünler, yasak kapsamında sayılmıyor. Bununla birlikte, üreticilerin, tahmini mikroplastik emisyonlarını yıllık olarak bildirmeleri ve mikroplastiklerin salınımını önlemek için, ilgili ürünlerin nasıl kullanılacağı ve bertaraf edileceği konusunda tüketicilere talimat sunmaları gerekiyor.

Yasak, AB'de üretilen ürünlerin yanı sıra Birlik dışından ithal edilen ve mikroplastik içeren tüm ürünleri de kapsıyor. Sözcü Bernsel, "Yeni düzenleme, bu açıdan Avrupa endüstrisinde inovasyonu teşvik ediyor" diyor.

AB'nin mikroplastik düzenlemesi ne zaman yürürlüğe girecek?

Mikro boncuklar, gevşek simler ve kimi kozmetik ürünler de dahil olmak üzere, bazı ürünler için satış yasağı, 2023 Ekim ortasından itibaren yürürlüğe girdi. Diğer ürünler için, üretimin karmaşıklığına ve mikroplastiklere uygun alternatiflerin mevcudiyetine bağlı olarak, dört ila on iki yıllık bir geçiş dönemi öngörülüyor.

Spor sahalarında kullanılan granül gibi dolgu malzemeleri için işletmecilere, alternatiflere geçmeleri için zaman vermek amacıyla sekiz yıllık bir süre tanınıyor. Mevcut spor tesislerinin çoğunun zemin kaplamaları, bu süre içinde kullanım ömürlerinin sonuna ulaşacak ve yenilenmeleri gerekecek.       

Mikroplastiklerin alternatifi var mı?

Stuttgart Üniversitesi Plastik Teknolojisi Enstitüsü Başkanı Marc Kreutzbruck, iklim hedeflerine ulaşılabilmesi için, plastiklerden daha iyi bir ikame maddesi olmadığını savunuyor.

"Ne yazık ki durum böyle. Çünkü plastik, çok düşük sıcaklıklarda şekillendirilebilen bir malzeme. Metal, seramik ya da cam gibi diğer tüm malzemeleri bir ürüne dönüştürmek için çok daha fazla enerjiye ihtiyaç var. Enerjiyi, CO2 emisyonlarıyla aynı kefeye koyamazsınız."

Kreutzbruck'un bakış açısına göre, bu tamamen sorumluluk ve sürdürülebilirlikle ilgili bir durum: "Gerçekten yüzde yüz geri dönüşüme ulaşmayı başarmak zorundayız. Plastik, tek kullanımlık bir ürün değildir; geri dönüştürülebilir bir malzemedir ve gerçekten değerli olduğu için toplamak zorundasınız ve bunu insanların kafasına sokmalısınız."

Doğaya karıştıklarında hızla ayrışan, biyolojik olarak parçalanabilir plastikler kullanılması gibi başka yaklaşımlar da var. Ancak bunlar, halihazırda sadece yüzde bir gibi çok küçük bir pazar payına sahip. Üstelik parçalanabilir plastikler, gıda ambalajı gibi karmaşık ve çok amaçlı ürünler için kullanılamıyor.

Türkiye'deki balıkların yarısında mikroplastik var

Bernsel, sürdürülebilir alternatifler bulmak için politikacılar, endüstri ve araştırma camiasının ortak bir çaba göstermesi gerektiğini söylüyor. Komisyon sözcüsü, yasağın bunun için gerekli teşvikleri sağlayacağından emin: "Kimya endüstrisinin geleceğinin, sürdürülebilirlik ve sürdürülebilir alternatifler üzerinde durmakta yattığına inanıyoruz. Bu, Avrupa endüstrisi için, daha fazla sürdürülebilirlik ve inovasyon konusunda ön saflarında yer alması için bir fırsattır. Rekabet gücümüzü ancak bu şekilde koruyabiliriz."

Mikroplastik yasağının etkisi ne olacak?

"Sıfır Kirlilik" eylem planı kapsamında AB, 2030 yılına kadar mikroplastik atıklarda yüzde 30'luk bir azalma sağlamayı amaçlıyor. Yeni düzenleme, bu hedefe ulaşma yolunda atılmış ilk adım.

Yasağın yaklaşık yarım milyon ton mikroplastiğin çevreye salınmasını önlemesi bekleniyor. Ancak Kreutzbruck, çok daha fazlasının yapılması gerektiğini vurguluyor: "Mikroplastiklerin kozmetik ürünlerdeki payının ne kadar olduğunu anlamak önemli. Toplam plastik girdisine kıyasla yaklaşık yüzde bir. Bu da aldığımız önlemlerin yerinde olduğunu teyit etmekle birlikte henüz oldukça yüzeysel kaldığını gösteriyor."

AB ileride atacağı adımlar ve alacağı tedbirlerle, örneğin araba kullanırken lastiklerin aşınması ya da çamaşırların yıkanması gibi kasıtsız olarak açığa çıkan mikroplastikleri de yasaklayabilir.

Komisyon Basın Sözcüsü Johanna Bernsel, AB'deki yeni mikroplastik düzenlemesinin, dünyanın diğer bölgelerine de benzer düzenlemeleri hayata geçirme konusunda ilham vermesini umuyor: "Elbette dünyanın diğer ülkeleri ya da bölgeleri için kurallar koyamayız. Ancak doğanın korunması konusunda AB'nin örnek adımlar atmasının, geçmişte başka alanlarda çok başarılı sonuçlar doğurduğu da kanıtlanmıştır."

Dünya'nın en uzak köşesi bile kirleniyor

DW Türkçe'ye VPN ile nasıl erişebilirim? 

Akbelen'de maden izni davalarına ret

Muğla'nın Milas ilçesindeki Akbelen Ormanı'nda Limak Holding ve IC Holding'in iştiraki YK Enerji'ye verilen maden işletme izni ile ruhsata ilişkin iki dava karara bağlandı. Davalarının reddine karar veren Muğla 1. İdare Mahkemesi, ormana maden ocağı kurulmasında "kamu yararı" olduğunu savundu.

Limak Holding ile IC Holding ortak iştiraki YK Enerji, Akbelen Ormanı'nda açık maden işletme iznini 28 Kasım 2020'de Tarım ve Orman Bakanlığı'ndan aldı. Milas Orman İşletme Müdürlüğü de şirket için 21 Nisan 2021'de benzer bir karar verdi. Ardından YK Enerji'ye ait iki termik santrale yakıt sağlamak amacıyla kurulumu planlanan açık maden ocağı için tüm itirazlara rağmen binlerce ağaç kesildi. Aralarında Muğla Barosu ve Milas Belediye Başkanlığı'nın da bulunduğu tüzel kişilikler ile bölge sakinleri, söz konusu işlemin Anayasa'ya aykırı olduğunu belirterek, kararı yargıya taşıdı. Orman Genel Müdürlüğü (OGM) ile Tarım ve Orman Bakanlığı aleyhine açılan davaya, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı da müdahil oldu.

YK Enerji'den "Önlem aldık" savunması

Davalı OGM, dosya kapsamında yaptığı savunmada, YK Enerji'ye verilen maden izninde "kamu yararının" gözetildiğini ve hukuka aykırı bir durum olmadığını öne sürdü. Tarım ve Orman Bakanlığı da "ruhsat sahasına verilen orman izninin bulunduğunu" kaydederek, davanın reddedilmesini talep etti.

Bakanlıkların yanında dosyaya müdahil olan YK Enerji, proje kapsamında çevre ve halk sağlığı açısından gerekli önlemlerin alındığını iddia etti. Ayrıca şirket, kamu kurumlarınca verilen 'açık işletme izni'ninde hukuka aykırı bir durum bulunmadığını öne sürdü. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı da "haksız ve hukuki dayanaktan yoksun davanın reddi gerektiğini" beyan etti.

Akbelen ilk değil | Ağaçlar kimin için kesildi?

Davaya müdahil olan kitle örgütleri ile davacı yurttaşlar, şirkete "dur" denilmezse, Akbelen Ormanı'nda geri dönüşü mümkün olmayan bir ekolojik tahribat yaşanacağını vurguladı. Şirkete verilen iznin de iptal edilmesi gerektiği dile getirildi.

Karar yeni açıklandı

Akbelen Ormanı'nda maden işletme izninin iptaline yönelik dava, 11 Ekim'de görüldü. Karar ise 12 Ekim'de alındı, avukatlara ise yeni tebliğ edildi.

Muğla 1. İdare Mahkemesi, verdiği kararda, davanın reddine hükmetti. Oybirliğiyle alınan kararda, YK Enerji'nin maden projesinin "kamu yararına aykırı olmadığı" sonucuna varıldı. Ormanlık alan için verilen izinde, mevzuata aykırı bir husus bulunmadığı kaydedilen kararda, "Uyuşmazlık konusu orman alanının mevcut durumda Milas Orman İşletme Müdürlüğü tarafından endüstriyel odun üretimi amaçlı olarak işletildiği, (…) kızılçam ağaçlarından kurulu, üretim amaçlı alanlardan olduğu, Orman Kanunu'nun 16. Maddesi'nde özel olarak belirtilen istisnai orman alanları arasında yer almadığı, ayrıca bu sahanın farklı özel yasalara istinaden özel koruma sahaları kapsamında yer aldığına dair bir bilgi-belge bulunmadığı, yine mevcut orman florası bakımından da orman izni verilmesine mani bir durumun tespit edilmediği…" ifadeleri yer aldı.

İkizköy'deki protesto eylemi
İkizköy'deki protesto eylemi null Ikizköy-Umweltausschuss

Mahkeme, hazırlanan bilirkişi raporu doğrultusunda, maden ocağı açılmak istenen alanın yakınlarında zeytin ağaçlarının bulunduğunu ancak ocaktan çıkacak tozun zeytinliklerin gelişimini etki edecek düzeyde olmayacağı kanaatine vardı. Kararda, bu durumun tarım arazilerini de etkilemeyeceği aktarılarak, "Tarım arazilerine olası zararın madenin işletilmesi sürecinde kazı, patlatma, çıkarılan madenin taşınması gibi süreçlerde oluşan toz etkisi ile sınırlı olacağı (…) sulama gibi diğer teknikler kullanılarak yasal sınırlarda kalabileceğinin anlaşıldığı, işletmenin, yüzey sularına ve çevredeki ana akifere zarar vermeyeceği, bu yönüyle de uyuşmazlık konusu orman izninin verilmesine mani teşkil eden bir durumun bulunmadığı hususlarının tespit edildiği…" ifade edildi.

Rehabilitasyon projesinde eksik unsur tespit edilmedi

İdare mahkemesi, söz konusu alan için YK Enerji'ye verilen ruhsatın 2041'e kadar geçerli olduğu ve açık ocak kömür madencilik faaliyetinin Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED), Yönetmeliği'nin kapsamının dışında olduğunu da kaydetti. ÇED süreci, bir projenin doğa üzerinde yaratacağı etkilerin masaya yatırılması anlamına geliyor.

Muğla 1. İdare Mahkemesi, Akbelen Ormanı'nda kömür çıkarımı sonrasında YK Enerji'nin gerekli rehabilitasyonunu yapmasının mecburi olduğunu, bu kapsamda şirketin hazırladığı rehabilitasyon projesinde de eksik unsur tespit etmediğini bildirdi. Kararda, "Dava konusu açık işletme (orman) izni verilmesine dair işlemde mevzuata ve kamu yararına aykırı bir durum bulunmadığı sonucuna varılmıştır" ifadeleri kullandı.

Ruhsat davasında da ret

Öte yandan 37 başvurucunun, Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü'nün YK Enerji için verdiği maden işletme ruhsatına ilişkin dava da aynı gün karara bağlandı. Muğla 1. İdare Mahkemesi, aynı gün, yine oybirliğiyle aldığı kararda, "hukuka aykırılık bulunmadığı" sonucuna vardı. Mahkeme, bu gerekçeyle davanın reddine hükmetti. Bölge sakinlerinin aleyhine verilen kararlara ilişkin ise İstinaf yolu açık.

Göstericilere polis müdahale etmişti (29.07.2023)
Göstericilere polis müdahale etmişti (29.07.2023)null Umit Turhan Coskun/NurPhoto/picture alliance

Avukatlar İstinaf'a gidiyor

İkizköylülerin avukatlarından İsmail Hakkı Atal, DW Türkçe'ye yaptığı açıklamada, İstinaf'a başvuracaklarını söyledi. "Bu davada kanunlar ve Anayasa görmezden gelindi" diyen Avukat Atal, sözlerini şöyle sürdürdü: "Davanın bu şekilde sonuçlandırılacağını tahmin ediyordum, çünkü bağımlı yargıdan artık bir şey bekleyemiyoruz. Bu karara bir gerekçe bulunamadığı için 'kamu yararı var' dediler. Oysa burada kamu yararı söz konusu değil. Bu karar bir akıl tutulması niteliğindedir."

Ne olmuştu?

İkizköylüler ile çevre aktiviteleri, dört yıldır Akbelen'i korumak için mücadele ediyor. Ancak tüm tepkilere ve eylemlere rağmen 24 Temmuz'dan itibaren ormanda kesim, Jandarma ekipleri ile TOMA'lar eşliğinde yapılmıştı. Buna karşı çıkmak isteyen çevreciler ve bölge sakinleri, defalarca gözaltına alınmıştı. Ağaç kesimin önünü, Tarım ve Orman Bakanlığı'nın 28 Kasım 2020'de verdiği izin açmıştı. Ormanın 740 dönümlük kısmını açık maden ocağına dahil eden iznin gerekçesi ise Yeniköy Kemerköy Termik Santrali'ne yakıt kaynağı sağlamak olarak gösterilmişti. Ağaç kesimi, ülke çapında tepkilere neden olmuştu. TBMM Genel Kurulu'nda muhalefetin bölgedeki ağaç kesiminin durdurulması için verdiği genel görüşme önergesi de AKP ve MHP milletvekillerinin oyları ile reddedilmişti. Akbelen'de mücadelenin sürdürüldüğü konteyner ve çadırlar ise 12 Eylül'de yetkili kurumlarca kaldırılmıştı.

DW Türkçe'ye VPN ile nasıl erişebilirim?

Afganistan'da neden sık sık deprem oluyor?

Afganistan, Himalaya Yayı olarak adlandırılan bölgenin bir parçası. Burada sık sık depremler meydana gelir. Çünkü bölge, iki tektonik plakanın kesişme noktası boyunca uzanıyor: Güneydeki Hint Plakası, kuzeydeki Avrasya Plakası ile burada buluşuyor.

Depremler nasıl meydana gelir?

Yerkabuğu bir tür yapboz gibi birçok ayrı parçadan oluşur: Birkaç devasa okyanus levhası ve birkaç küçük kıtasal kabuk levhası. Gerçekte kaç tane küçük yerkabuğu levhası olduğu ise bilimde tartışmalıdır.

Çeşitli levhalar, Dünya'nın sıvı iç kısmı üzerinde "yüzer". Bazı kırılma noktalarında, Dünya'nın çekirdeğinden gelen magmanın şişmesi nedeniyle levhalar her yıl birkaç santimetre kayar ya da hareket eder. Milyarlarca yıldır gerçekleşen bu hareket aslında oldukça normal. Bu sırada ya birbirlerinden uzaklaşırlar ya birbirlerine sürtünürler ya da birbirlerini iterler.

Afganistan'da Herat bölgesindeki depremin ardından
Afganistan'da Herat bölgesindeki depremin ardından null REUTERS

Sonrasında ise üstündeki kıta hareket eder. Bu hareketlere "levha tektoniği" denir.

Levha tektoniği, levhaların birbirleriyle kaynaşmasına neden oluyor. Kayadaki gerilimler bariz bir şekilde artarsa, levhalar sarsıntılı bir şekilde yarılabilir. Bu merkez üssünden basınç dalgaları yeryüzüne yayılıyor ve deprem olarak hissediliyor.

Fay hattı olarak adlandırılan, yani yerkabuğunun iki tektonik plakasının birleştiği noktaların üzerinde yer alan bölgeler, özellikle risk altında. Sismologların, bir depremin gücünü belirtmek için kullandıkları Richter ölçeğine göre 5.0 büyüklüğündeki sarsıntılardan itibaren, binalarda gözle görülür hasarlar meydana gelebilir.

Eğer bir deprem okyanus altında meydana gelirse, tsunami oluşabilir. Yüksek hızda yayılan bu devasa dalgalar, karaya vurduklarında yıkıcı sellere neden olabiliyor. Potsdam'daki Jeo Araştırma Enstitüsü'nde (GFZ) sismoloji profesörü olan Fabrice Cotton, levha sınırlarındaki bölgelerde sürekli sismik aktivite nedeniyle daha şiddetli depremleri tahmin etmenin çok zor olduğunu söylüyor.

Artçı sarsıntı nedir?

Büyük depremleri neredeyse her zaman bir dizi küçük sarsıntı takip eder. Bu artçı sarsıntılar, ana depremin merkez üssündeki tektonik plakalar hâlâ ileri geri hareket ettiği ve sadece yavaşça durulduğu için meydana gelir.

Afganistan'da Herat bölgesindeki depremin ardından
Afganistan'da Herat bölgesindeki depremin ardından null MOHSEN KARIMI/AFP

Ancak nispeten daha küçük artçı sarsıntılar bile bazen büyük yıkımlara neden olabilir. Ana depremde ağır hasar gören binaları bir an önce kontrollü şekilde yıkarak olası artçı depremlerdeki can ve mal kayıplarının önüne büyük ölçüde geçilebilir.

DW Türkçe'ye VPN ile nasıl ulaşabilirim?

İstanbul'u bekleyen asbest tehlikesi

Hatay'da enkaz kaldırma çalışmaları sırasında birinci derece kanserojen olan asbestin yaşam alanlarına yayıldığı, DW Türkçe'nin özel araştırmasıyla ortaya çıktı. Uzmanlara göre bölgede on binlerce kişi asbeste bağlı kanser riskiyle karşı karşıya. Ancak tehlike Hatay'la sınırlı değil.

Türkiye'nin mevcut asbestli malzeme stoku, özellikle deprem riski taşıyan illerde, sağlık etkisi uzun yıllara yayılan ikincil bir afete yol açabilir.

Asbest, Türkiye'de ilk olarak 2010 yılı sonunda yasaklansa da bu tarihten önce yapılan birçok binada yoğun bir şekilde mevcut. Bu binalardaki asbestli malzemelerin deprem tehlikesine karşı kontrollü bir şekilde ortadan kaldırılması için ise kamu yetkilileri tarafından şimdiye dek bir adım atılmadı.

DW Türkçe'ye konuşan Çevre Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi'nden çevre mühendisi ve iş güvenliği uzmanı Utku Fırat, yaklaşan İstanbul depremine dikkat çekerek önleme çağrısı yapıyor.

İstanbul ve deprem riski taşıyan diğer illerde, hangi binalarda ne kadar asbestli malzemenin kullanıldığına ilişkin tespitlerin acilen yapılması gerektiğine işaret eden Fırat, "O binalardaki asbestli malzemeler asbestsiz olanlarla değiştirilebilir. En azından bunun yapılması bile afetten sonra oluşacak olan çok önemli bir kanserojen tehlikeyi bizim hayatımızdan çıkartmak anlamına gelecektir" diye ekliyor.

İstanbul'da bir inşaat çalışması
Kentsel dönüşüm projelerinin sürdüğü İstanbul'da asbestin yayılma tehlikesi büyüknull Ethem Tosun/DW

Asbest nedir?

Doğada bulunan lifli bir mineral olan asbest, sağlık etkileri ortaya çıkıncaya dek, ısıya, aşınmaya, asitlere ve baskıya karşı yüksek direnç oluşturduğu gerekçesiyle endüstriyel alanlarda yoğun bir şekilde kullanıldı.

Türkiye’de de 2011 öncesinde binalarda özellikle eternit, marley gibi izolasyon malzemelerinde, boru izolasyonlarında, sıvalarda ve kalorifer kazanlarında asbest kullanıldığı biliniyor.

Asbestli malzemeler kırıldığında, içeriğindeki asbest, mikron boyutlarına kadar parçalanıp rüzgarla havaya karışabiliyor. Asbest liflerinin soluma yoluyla vücuda girmesi ise ciddi sağlık sorunlarına yol açıyor.

Fikirtepe'de bir duvar yazısı
Fikirtepe de İstanbul'un asbest tehlikesi altındaki kentsel dönüşüm alanlarından birinull Serdar Vardar/DW

Dünya Sağlık Örgütü tarafından "kesin olarak kanserojen" olarak tanımlanan asbestin tek bir lifi dahi, akciğer kanseri, akciğer zarı kanseri (mezotelyoma) ve kanser dışı ağır ve ilerleyici akciğer hastalığına (asbestos) neden olabiliyor.

Kentsel dönüşümde denetim yetersiz

İstanbul’da deprem tehlikesine karşı bir yandan kentsel dönüşüm çalışmaları devam ederken, uzmanlar, kentsel dönüşüm kapsamında yapılan yıkımlarda dahi etkin bir asbest denetiminin olmadığına işaret ediyor.

DW Türkçe'ye konuşan Asbest ve Tehlikeli Atıklar Derneği üyesi ve Vonka Asbest Laboratuvarı Genel Müdürü Kenan Yıldız, sadece Mayıs-Temmuz 2023 tarihleri arasında geçen iki ayda bile bin 300 ton asbestli malzemenin kuralına uygun olmadan ortadan kaldırıldığını söyledi. Yıldız, "Bu, sırf benim bildiğim rakam. Kentsel dönüşümde bu rakamın yıllık 300-400 bin tonlara çok rahat varabileceğini söyleyebilirim" diye konuştu.

​​Asbestli malzemelerin yetkililer tarafından çevreye zarar vermeyecek şekilde sökülerek koruyucu paketlere konulması gerekiyor. Yıkım firmalarının ve yetkililerin bunu ekstra bir yük olarak gördüğünü söyleyen Yıldız, sökülen asbestin nerelere ne şekilde atıldığının ise bilinmediğini anlatıyor.

İstanbul'daki 39 ilçeden sadece 20’ye yakınının asbest envanter raporu istediğini aktaran Yıldız, "Ama bunların kaç tanesi gerçekten kurallara uygun yapıyor derseniz ben size üç, bilemediniz dört belediye ancak sayabilirim" diye ekliyor.

Süreç nasıl işliyor?

1 Temmuz 2022'de yürürlüğe giren Binaların Yıkılması Hakkında Yönetmelik'e göre, kentsel dönüşüm ile binasını yenilemek isteyenlerin önce asbest envanter raporu alması gerekiyor. İlçe belediyeleri, sürecin rapor isteme kısmında yer alıyor.

Binada belediye yetkilileri tarafından yapılan kontrol sonucunda ise asbest envanter raporunun istenip istenmediğine dair karar çıkıyor. Rapor istendiği takdirde yıkım inşaat firmaları, müteahhitler veya mülk sahipleri asbest laboratuvarlarına başvuruyor. Laboratuvar sonuçlarına göre asbest yoksa yıkılabilir ruhsatı veriliyor, varsa da önce uygun şekilde asbestli malzemelerin sökümünün yapıldığı ispatlandıktan sonra yıkım ruhsatı düzenleniyor.

2872 sayılı Çevre Kanunu'na göre ise asbestin de aralarında yer aldığı tehlikeli atıkları kurallara uygun olarak bertaraf etmeyen firmalara 1,2 milyon liradan 12 milyon liraya kadar para cezası kesilmesi gerekiyor. Ceza miktarı Bakanlar Kurulu kararıyla üç katına kadar artırılabiliyor.

Ancak uzmanlar, ilgili yönetmelik ve cezalara rağmen yıkım kararlarında prosedürün gerektiği gibi uygulanmadığını anlatıyor.

"Zamana yayılmış afet"

DW Türkçe'ye konuşan İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi (İSİG) gönüllüsü ve akademisyen Aslı Odman da, Türkiye'de kentsel dönüşümde yapılan yanlışların asbest maruziyetine neden olduğunu belirterek, bunu "zamana yayılan afet" olarak tanımlıyor.

Aslı Odman
Aslı Odmannull Ethem Tosun/DW

Aslı Odman, Hatay'da belgelenen sorunun, İstanbul, Marmara Bölgesi ve Marmara depreminin geleceğini gösterdiğini söylüyor.

Asbestli malzemelerin en azından görünür olanlarının toplanması için belediyeler kanalıyla çalışma başlatılması gerektiğini vurgulayan Odman, merkezi sistemlerde yer alan asbestli su borularının da haritalandırılarak sökülmesi gerektiğini söylüyor.

Öte yandan Odman, geçmiş yıllarda asbestli malzeme üretimi yapan çok sayıda fabrikanın da gerek İstanbul gerekse Yalova gibi başka illerde yıkıntı olarak varlığını koruduğuna işaret ediyor.

Envanter çıkarılmadan yıkılan mahalleler

İstanbul'da 2012'de çıkarılan Afet Kanunu kapsamında çok sayıda mahallenin acele kamulaştırma ile kitlesel olarak yıkıldığını hatırlatan Odman, "Esenler ilçesinde kentsel dönüşüm, dönemin Çevre Şehircilik Bakanlığı'nın bir düğmesiyle hiçbir asbest envanteri çıkarılmadan, gerçekten bir tören olarak bombayla, mümkün olan en fazla tozu çıkartılarak başlatıldı" diyor.

Ayazma, Küçükçekmece, Gaziosmanpaşa, Fikirtepe ve Fetihtepe için de aynı durumun geçerli olduğunu anlatan Odman, "Ne merkezi yönetim, ki baş sorumlu Çevre Şehircilik Bakanlığı, ne de belediyeler tarafından en küçük bir kamusal politika uygulandı. Yani tehlikenin, tehdidin, uzun ve ağdalı halk sağlığı felaketinin gerektirdiği politikanın binde, 10 binde, 100 binde birinin bile olduğunu söyleyemeyiz" diye konuşuyor.

Binaların Yıkılması Hakkındaki Yönetmelik yürürlüğe girdikten hemen birkaç ay sonra Fetihtepe'de kentsel dönüşümün başlatıldığını ifade eden Odman, burada da yıkımın yönetmeliğe uygun yapılmadığını söylüyor:

Kadıköy Belediyesi'ne mensup çevre mühendisleri, asbest çalışması yaparken
DW muhabirleri, Kadıköy Belediyesi'nde çalışan çevre mühendislerinin yürüttüğü asbest denetim çalışmalarını yerinde inceledinull Ethem Tosun/DW

"Fetihtepe'nin yıkılışı daha o sene yürürlüğe girmiş yönetmeliğe taban tabana zıt, tamamen aykırı bir yıkım oldu. Oysa yönetmeliğe göre sadece kentsel dönüşüm gibi zaten işin içerisinde Emlak Konut, Çevre Şehircilik Bakanlığı gibi devletin unsurlarının olduğu değil, yıkılacak her bir binanın asbestsiz olduğuna dair asbest envanterinin bulunması gerekiyor. Belediyelerin ceza kesme yetkileri de var ama bunlar uygulanmıyor. Bina yıkım yönetmeliği kağıt üzerinde kalıyor."

"100 belediyeden 95'i rapor istemiyor"

Kenan Yıldız da her ne kadar Türkiye genelinde asbest raporu istenmesi zorunlu olsa da, pratikte çoğu ilçe belediyesinin bunu hala yürürlüğe almadığını gördüklerini söylüyor: "İstanbul, İzmir, Antalya, Bursa ve birkaç tane daha şehrimiz her belediyesi de olmamak şartıyla asbest raporu istiyor. Yani anlayacağınız yüzde 5'i geçmiyor."

Türkiye'nin ilk asbest söküm uzmanlarından olan Yıldız, 2016 yılında kentsel dönüşüm kapsamında yıkılacak binaların neredeyse yüzde 50'sinde asbest tespit edilirken, 2017 yılına gelindiğinde oranın yüzde 35'e, 2020'li yıllarda ise yüzde 20'lerin altına düştüğünü, 2023'te oranın yüzde 10'ları bile bulmadığını aktarıyor.

Son 2-3 yıldır ne boru izolasyonlarında, ne contalarda ne sıvalar ya da boyalarda asbest tespit edildiğini söyleyen Yıldız'a göre, bu da asbest denetimlerinin tamamının gerek belediyeler gerek laboratuvarlar gerekse yıkımcı ve müteahhitler tarafından manipüle edildiğinin açık göstergesi. Yıldız, bazı belediye yetkililerin ise laboratuvarları asbestin bulunma ihtimali olmayan cam, demir gibi malzemelerden örnek almaya zorladığını dile getiriyor.

DW Türkçe'ye konuşan ilçe belediye yetkilileri ise, ekiplerinin asbest envanter raporu istenip istenmeyeceğine ilişkin yıkım kararı bekleyen bazı binalara gittiklerinde, asbestli malzemelerin denetim öncesinde inşaat firmaları tarafından sökülmüş olduğunu gördüklerini anlatıyor.

Asbest laboratuvarları yeterli mi?

Türkiye genelinde 10 adet asbest laboratuvarı bulunuyor. Bu laboratuvarların hepsi İstanbul'da yer alırken, uzmanlar Hollanda gibi nüfus olarak küçük bir ülkede bile 200 adet asbest tespit laboratuvarının olduğunu belirtiyor.

Kenan Yıldız, bir asbest laboratuvarının teknik olarak bir günde en fazla 40 ila 70 arasında numune bakabileceğine dikkat çekiyor.

"Ama bir laboratuvarın günlük 1500-2000 tane numune baktığını görüyoruz biz. Bu da zaten kağıt üstünde olduğunu gösteriyor. Yine bazı asbest laboratuvarları veya firmaları hem binanın yıkım planını hem de asbest söküm planını yapabiliyor. Hatta binayı bile yıkabiliyorlar. Doğal olarak siz burada tarafsızlıktan, etikten bahsedebilir misiniz?"

Türkiye'de günde ortalama 1200-1300 tane bina yıkıldığını belirten Yıldız, yıkım öncesi her binadan 10 örnek alındığı düşünüldüğünde laboratuvar sayısının en az 150 olması gerektiğini vurguluyor.

Bertaraf tesisinin kuşbakışı görünümü
Binalardan çıkan asbestli malzemeler İSTAÇ gibi büyükşehir belediyelerine ait atık bertaraf firmalarına gönderiliyor. İBB yetkilileri DW Türkçe'ye asbestli malzemelerin bertaraf edilmesine dair özel bir çalışmaları olmadığını, tehlikeli maddelerin bir arada gömüldüğünü söyledi. Ancak bertaraf tesisini görüntülememizi reddettinull Ethem Tosun/DW

Bertaraf kısmındaki yetersizlikler

Binalardaki asbest içerikli malzemelerin sökümünü de laboratuvar firmaları gerçekleştiriyor. Bu işlem yapılırken çalışanların koruyucu maske ve eldiven takması, sekiz saatlik mesai içinde üç kez iç çamaşırı, çorap, tulum, eldiven, maskeyi bertarafa göndermiş olması şart.

Sökümü yapılan asbestli malzemenin ise tozun dışarı çıkmasını engelleyecek şekilde özel olarak ambalajlanması ve ardından düzgün bir şekilde araçlara yüklenip taşınarak bertaraf tesislerinde ambalajına zarar vermeden depolanması gerekiyor.

Kenan Yıldız Türkiye'deki mevcut tabloyu ise şöyle anlatıyor:

"Streç filmle sarıldığını görüyoruz. Poşetle üstünkörü yani sızdırmaz hiçbir özelliği olmadan paketlendiğini yine görüyoruz. Atık bertaraf tesisinde damper yapıldığını görüyoruz. Yani siz o kadar önlemi aldınız, diyelim ki her şeyi düzgün yaptınız ama atık bertaraf tesisine gittiğinde kamyon geliyor damperini kaldırıyor. Asbestli atıklar devasa bir alana kontamine olarak yayılıyor."

Çöl tozları gibi yayılıyor

DW Türkçe’nin Çevre Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi ile işbirliği içerisinde yürüttüğü Hatay odaklı araştırma, Hatay'da enkazlardan yükselen asbest liflerinin Gaziantep Bakıcılar Çarşısı’na dek ulaşabildiğini gösterdi. Bu durum, gerekli prosedürler uygulanmadığında kentsel dönüşüm alanlarında ortaya çıkan asbestin de sadece o bölgeyi ilgilendirmediği, yüzlerce kilometrelik alana yayılabildiğine dair bir kanıt oluşturuyor.

Kenan Yıldız, bu anlamda asbest liflerini çöl tozlarına benzetiyor.

"Çöl tozları nasıl ki binlerce kilometre öteden, yağmurla, rüzgarla, bulutlarla geliyor, binlerce kilometre yol alıyor, asbest için de aynı şey geçerli" diyen Yıldız, ekliyor: "Kadıköy'de yapılan bir yıkımın Eyüp'teki veya Beylikdüzü'ndeki bir insana ulaşamayacağını garantisini hiçkimse veremez. İnsanlar çocuklarına doğal gıdalar yediriyorlar, gıdaların arkasındaki reçeteleri okuyorlar, kullandıkları ilaçların prospektüsüne bakıyorlar. Ama maalesef kentsel dönüşümle sizin gözünüz gibi baktığınız çocuğunuz veya ailenizin herhangi bir bireyi hiç hak etmediği halde afete maruz kalabiliyor."

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı, asbest envanter raporunu istemeyen belediyeler hakkında herhangi bir yaptırım uygulanıp uygulanmadığı, buna olanak veren yasal bir boşluk bulunup bulunmadığı ve kentsel dönüşümün hız kazanmasının beklendiği bu dönemde bu konuda iyileştirmeler yapmak için bir hazırlıkları olup olmadığına dair sorularımıza yanıt vermedi.

Avrupa'da sağlığı tehdit eden hava kirliliği azaltılabilecek mi?

Avrupa'da neredeyse herkes, havanın kirli olduğu kasaba ve kentlerde yaşıyor. Çünkü yıllık ortalama ince partikül madde seviyesi, Dünya Sağlık Örgütü'nün (DSÖ) tavsiye ettiği sınırın üzerinde.

Bu da kıtada yaşayan neredeyse herkesin, ölümcül olduğu kanıtlanmış, kötü hava soluduğu anlamına geliyor. Hava kirliliği, solunum ve kalp hastalıkları riskini arttırıyor, ortalama yaşam süresini kısaltıyor.

Barcelona Küresel Sağlık Enstitüsü (ISGlobal) Direktörü Mark Nieuwenhuijsen, "Mevcut hava kirliliği seviyeleri nedeniyle birçok insan hastalanıyor. Hava kirliliği seviyelerinin düşürülmesi halinde bu rakamların azalacağını biliyoruz" dedi.

Avrupa'nın havası ne kadar kirli?

Deutsche Welle (DW), Avrupa Veri Gazetecilik Ağı ile birlikte Copernicus Atmosfer Gözlem Servisi'nin uydu verilerini analiz ederek, Avrupa'daki hava kirliliğinin ulaştığı boyutları mercek altına aldı. Ve ulaştığımız sonuç çarpıcı bir tablo ortaya koyuyor: Avrupa'daki nüfusun yüzde 98'i ince partikül madde PM 2.5'in DSÖ'nün belirlediği sınırın üzerinde olduğu bölgelerde yaşıyor.

Dünya Sağlık Örgütü'nün amblemi
Avrupa’daki nüfusun yüzde 98’i ince partikül madde PM 2.5'in DSÖ'nün belirlediği sınırın üzerinde olduğu bölgelerde yaşıyornull Reuters/D. Balibouse

DSÖ, hava kalitesini ve kirlilik seviyelerini belirlemede en önemli ölçü kabul edilen PM 2.5 için sınır değeri metreküp başına en fazla 5 mikrogram olarak belirledi. 

Avrupa'nın pek çok bölgesinde ise bu sınır aşılıyor. Hava kirliliği seviyeleri bölgeden bölgeye de farklılık gösteriyor. Özellikle Doğu Avrupa'nın bazı bölgelerinde, İtalya'nın yoğun fabrika bölgesi olan Po Ovası'nda ve Atina, Barcelona ve Paris gibi büyük metropollerde, hava kirliliğinin daha şiddetli olduğu görülüyor.

Hatta analizimiz, bazı bölgelerde yıllık ortalama PM 2.5 konsantrasyonlarının metreküp başına yaklaşık 25 mikrograma ulaştığını gözler önüne seriyor.

İnce partikül madde nedir?

Farklı madde ve kirleticilerin katı ve sıvı damlacıklarının karışımından oluşan ince partiküller çıplak gözle görülemez. Bunlar, çapları 2,5 mikrometreden az, tek bir saç telinden yaklaşık 30 kat daha ince mikroskobik parçacıklardır.

Hava kirliliği ile ilgili olarak, insan sağlığını olumsuz etkileyen pek çok farklı etken bulunsa da, özellikle ince partiküller en ciddi tehlike olarak görülüyor. Kamu sağlığına oluşturdukları tehlikeyi kanıtlayan çok sayıda bilimsel çalışma da bulunuyor.

Avrupa'nın diğer bölgelere kıyasla durumu nasıl?

Dünyanın diğer bölgelerine kıyasla Avrupa'nın hava kalitesi aslında daha iyi.

Avrupa'da DSÖ'nün belirlediği sınırın beş katına çıkan PM 2.5 oranı, dünyanın diğer bölgelerinde çok daha yüksek seviyelere ulaşıyor.

Hindistan'ın Yeni Delhi kentinde, hava kirliliğinin hakim olduğu trafikte iki bisikletli - (07.11.2017)
Hindistan'ın Yeni Delhi kentindeki hava kirliliği insan sağlığına ciddi riskler oluşturabilecek niteliktenull Getty Images/AFP/P. Singh

Örneğin Yeni Delhi, Varanasi, ve Agra gibi Hindistan'ın kuzeyindeki şehirlerde ortalama PM 2.5 değeri metreküp başına 5 mikrogram yerine, 100 mikrograma kadar çıkabiliyor.

Avrupa'daki mevcut oran daha az olsa da insan sağlığını olumsuz etkiliyor.

AB'nin önerdiği sınır ne? Uzmanlar ne diyor?

AB'nin oylanacak yeni hava kalitesi direktifi, Avrupa'da metreküp başına yıllık ortalama 10 mikrogram ince partikül madde konsantrasyonuna izin verilmesini öngörüyor. Mevcut düzenlemelerde PM 2.5 için sınır değeri metreküp başına 20 mikrogram.

Aslında Avrupa Parlamentosu'nun Çevre Komisyonu, DSÖ'nün metreküp başına 5 mikrogram sınırının benimsenmesini önermişti.

Sağlık araştırmacıları ve çevreciler de Avrupa'nın yeni hava kalitesi kurallarının DSÖ'nün ilkelerini yansıtması gerektiği görüşünde. Ancak uzmanlar bunun çok kolay olmayacağını kabul ediyor.

Gün batımında bir tesisin bacasından çıkan dumanlar
Avrupa yeni hava kalitesi kurallarını belirlerken DSÖ'nün metreküp başına 5 mikrogram PM 2.5 sınırı benimsemiyor. Uzmanlar bunda ekonomik nedenlerin etkili olduğu görüşündenull picture-alliance/dpa/P. Pleul

ISGlobal Direktörü Mark Nieuwenhuijsen, DSÖ'nün salt insan sağlığını dikkate alan uzmanların görüşüyle sınır önerisi ilan ettiğini, AB'nin ise iktisadi argümanları da dikkate alarak kararlar almak zorunda olduğuna işaret etti.

Nieuwenhuijsen, "Umarım DSÖ'nün çizdiği yoldan giderler, ama bazıları bunun çok maliyetli olacağını iddia edecektir" dedi.

AB, DSÖ'nün önerisi yerine 10 mikrogram sınırını belirlese de pek çok Avrupa ülkesi buna uyum sağlamakta zorlanacak gibi görünüyor. İtalya buna önemli bir örnek teşkil ediyor.

İtalya'nın kuzeyinde hava kalitesi sürekli kötü

Bu yılın Şubat ayında, İtalya'nın Po Ovası'ndaki pek çok kentte, hava kirliliği yaşandı.Copernicus araştırmacılarına göre Milano, Padova ve Verona'da günlük metreküp başına PM 2.5 ortalaması 75 mikrogramın üzerine çıktı.

Bunda coğrafi koşullar da etkili oluyor. Dağlarla çevrili bu bölgede yoğun trafik, sanayi, tarımsal emisyonlar ve konutların ısınmasından kaynaklanan hava kirliliği bölgede hapsoluyor.

Çevre örgütleri, hava kirliliğinin yol açtığı hastalıklar nedeniyle her yıl binlerce kişinin hayatını kaybettiğine dikkat çekiyor.

Tıp dergisi The Lancet'te yayımlanan bir çalışmaya göre, PM 2.5 sınırının 10 mikrograma düşürülmesi halinde Milano gibi şehirlerdeki ölümlerin yaklaşık yüzde 10'u önlenebilir. Aynı çalışmaya göre DSÖ'nün de önerdiği gibi bu oran yüzde 5'e düşürülmesi halinde ise her yıl 100 bin kişinin hava kirliliği kaynaklı ölümü önlenebilecek.

İtalya'nın Milano kentinde hava kirliliği - (08.01.2020)
İtalya'daki hava kirliliği, insan sağlığına tehdit oluşturan en önemli faktörler arasında yer alıyornull picture-alliance/dpa/La Presse/C. Furlan

Ancak İtalya'daki mevcut gelişmeler umut verici değil. Hava kalitesinin iyileştirilmesi için daha katı kuralların benimsenmesi gerektiğini savunan Cittadini per l'Aria adlı sivil toplum kuruluşunun başkanı Anna Gerometta, "Olumsuz coğrafi koşullar yetmiyormuş gibi biz yapmamız gerekenlerin tam aksini yapıyoruz" dedi.

Gerometta, zararlı emisyonların azaltılması için alınan önlemlerin çok zayıf olduğunu, bunların karşı karşıya bulunulan hava kirliliği sorununun çözümü için yeterli olmadıklarını kaydetti.

Polonya'da ise durum biraz farklı. Yerel stratejiler ilerleme kaydedilmesini sağlıyor.

Polonya: Kömürle ısınmaya veda ederek sağlanan başarı

Polonya'nın bazı kentleri, Avrupa'da hava kirliliğinin en yoğun olduğu bölgeler arasında yer alıyor. Ancak veriler, 2018 yılı itibariyle hava kirliliğinde gerileme olduğunu ortaya koyuyor.

Bir kış günü,Polonya'nın Bydgoszcz kentinde hava kirliliği - (08.01.2023)
Polonya'nın Bydgoszcz kentinde hava kirliliğinull picture alliance/NurPhoto/J. Arriens

Ülkenin en büyük şehri olan Krakow'da 2018'deki yıllık hava kirliliği seviyesi metreküp başına 25 mikrogramdı. 2022'de yüzde 20 oranında gerileme oldu. Benzer bir durum başkent Varşova başta olmak üzere diğer kentlerde de yaşandı.

Bunda, ev ısıtma sistemlerinde son 10 yılda atılan modernleşme adımlarının, kömürlü sobalarla ısınmaya veda edilmesinin, kilit önem taşıdığı belirtiliyor.

Polonyalı çevre örgütü Smog Alert'ten Piotr Siergiej, "Çok fazla duman çıkardıkları için onlara 'tütenler' diyoruz, ancak onlar eski sobalar" dedi.

Halkın bilinçlenmesi büyük önem taşıyor

Piotr Siergiej, hava kirliliği ile mücadelede halkın bilinçlenmesinin büyük önem taşıdığını anlatırken, "10 yıl önce Polonya'da hava kirliliğinden söz ettiğinizde insanlar bunun çok önemli bir şey olmadığını söylüyordu, bu konuyu gündeme getirmek kafayı duvara vurmak gibiydi. Ama sürekli kafayı duvara vura vura, algının değişmesi sağlandı. Yasalar evet önemli, ama siyasetçiler ancak seçmenlerin istediklerini yapar" diye konuştu.

Fotoğraf, Polonya’da hava kirliliğine karşı yürütülen bir kampanyayı yansıtıyor.
Polonya’da halkın hava kirliliği ile mücadele konusunda bilinçlendirilmesi için kampanyalar yürütülüyor. null SmogLab.pl.

İtalya'da çevre aktivistleri de benzer bir sorunu gözlemliyor. Cittadini per l'Aria adlı kuruluşun başkanı Anna Gerometta, "İnsanlar hava kirliliği ile ilgili sorunu tam anlayamıyor. Her zaman gözle görülür olmadığı için yol açtıklarını anlamakta zorlanıyorlar" dedi.

Ama işler değişiyor

Kamuoyu Araştırması 2022 Eurobarometer'e göre Avrupalıların çoğunluğu hava kirliliği kaynaklı solunum yolları hastalıklarını ciddi bir sorun olarak görüyor.

Katılımcıların çoğu mevcut standartlar hakkında yeterince bilgi sahibi olmadıklarını belirtirken, bilgi sahibi olanların büyük çoğunluğu da hava kalitesi kurallarının güçlendirilmesi gerektiğini aktarıyor.

DW Türkçe'ye VPN ile nasıl erişebilirim?

 

Okyanus ve denizlerde rekor sıcaklık

Okyanusların yüzeyindeki su sıcaklığı yeni rekor seviyelere çıktı. Hava durumu verileri ile iklimsel olayları modelleştirme üzerine çalışmalar yapan, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) merkezli Maine Üniversitesi tarafından düzenlenen Climate Reanalyzer adlı internet platformu, küresel çapta tüm okyanus ve denizlerde ortalama su sıcaklığının yaklaşık iki haftadır 21,1 derece seviyesinde olduğunu bildirdi. Okyanus suyu sıcaklıkları ile ilgili verilerin düzenli olarak kayıt altına alındığı son 40 yılda, hiçbir zaman bu kadar yüksek bir su sıcaklığına şahit olunmadığı ve 21,1 derecelik sıcaklığın Ağustos ayı için dahi çok fazla olduğu belirtiliyor.

Okyanus ve denizlerdeki su sıcaklığının anormal derecede artması, yaklaşık altı aydan bu yana yaşanan bir olgu. Geçen Mart ayından beri su sıcaklığı her ay, bir önceki aya oranla artıyor. Daha önce son rekor sıcaklık, 2016 yılının Mart ayında 21 derece ile ölçülmüştü. Geçen Nisan ayında, ortalama okyanus sıcaklığının ilk kez 21,1 dereceye ulaştığı duyuruldu.

Potsdam İklim Etki Araştırmaları Enstitüsü'nden (PIK) İklim Araştırmacısı Anders Levermann
Anders Levermannnull PIK/Karkow

Dünyadaki deniz ve okyanuslarda su sıcaklığının bu seviyelere çıkmasının ana sebebi olarak sera gazları gösteriliyor. Uzmanlar bu gazlar nedeniyle oluşan sıcaklığın yüzde 90'dan fazlasının okyanuslar tarafından emildiğini dile getiriyor. Potsdam İklim Etki Araştırmaları Enstitüsü'nden (PIK) Anders Levermann, sıcaklık artışının görünürde çok az ve ondalık rakamlarla ifade edilecek kadar düşük olsa bile, bunun tahayyül edilmesi zor miktarda fazla suyun ısınması anlamına geldiğini ifade ederek, suyun havaya oranla sıcaklığı üç bin kat daha fazla emdiğini vurguluyor.

Kuzey Atlantik'te olağanüstü sıcaklar

Gezegenimizde, yıl içinde okyanus suyu sıcaklığı iki kez pik yapıyor. Bunlardan ilki Mart ayında, güney yarımkürede yaz mevsimi sona ererken, diğeri de Ağustos ayında kuzey yarımkürede yaz mevsimi bitmek üzere iken. Levermann, güney yarımkürede okyanuslarla kaplı alanın çok daha fazla olduğunu belirterek, "Bu nedenle bu bölgenin yaz etkisinin genelde daha baskın" olduğunu vurguluyor. Levermann'a göre, bu yıl Ağustos ayında ortalama su sıcaklığının bu derece yüksek olmasının sebebi ise, Atlas Okyanusu'nun kuzeyinde yaşanan daha önce görülmemiş sıcaklıklar.

Geride kalan on yıllarda, Atlas Okyanusu'nun kuzey yarımkürede kalan kısmında, 1 Ağustos'lardaki ortalama sıcaklık 23,6 dereceydi. Ancak içinde bulunduğumuz 2023'ün 1 Ağustos günü bu veri 25 derece, yani nerede ise bir buçuk santigrat daha fazla tespit edildi. "Bu çok büyük bir artış" diyen Levermann, bu olağanüstü artışın El Nino fenomeni ile bir ilgisi olmadığını vurgulayarak, gündeme gelen El Nino'nun henüz başlangıç safhasında olduğunu dile getiriyor. Ancak Anders Levermann'ın, atmosferdeki sıcak hava dalgaları dışında, son aylarda Kuzey Atlantik'teki sıcaklık artışının nedenlerine dair bazı teorileri var.

İklim araştırmacısı Levermann, küresel ısınmanın bir sonucu olarak Körfez Akıntısı'nın (Gulfstream) on yıllardan bu yana zayıfladığını ve aslında bunun Kuzey Atlantik'te soğumaya yol açması beklenebilecek iken, birbirine bağlı iki akıntıdan biri durunca bir sıcaklık birikmesi yaşanıyor olabileceğini belirtiyor. ABD'nin doğu kıyılarına paralel olarak İzlanda'nın güneyine kadar taşınan sıcak suyun, söz konusu akıntının zayıflaması sonucu İspanya ve Fransa açıklarında kaldığını ve daha güneye gidemediği için burada biriktiği tezini ortaya atan Levermann, böyle bir olasılığın mümkün olabileceğini ifade ediyor.

Su altında canlılar
Okyanus ve deniz sularının ısınması, besin zincirini de tehdit ediyornull SWR

Yaşanan sıcaklık artışının denizlerdeki ekolojik sistem için bir felaket anlamına geldiğini aktaran Levermann, bu sistemin istikrara karadaki yaşam alanlarından daha fazla alışkın olduğunu belirterek, olası değişimlere karşı çok hassas olduklarını vurguladı. Balıkçıların, deniz ve okyanus suyu sıcaklığındaki artışın etkilerini yaşayacağını dile getiren Anders Levermann, "Darmadağın ettiğimiz sayısız besin zinciri ve ağı var" diyor.

Körfez Akıntısı'ndaki yön değişikliğinin Kuzey Atlantik bölgesinde, El Nino'da yaşanana benzer bir şekilde atmosfere daha fazla sıcaklık taşıdığını da dile getiren Levermann, bunun da aşırı hava olayları riskini arttırdığını belirtiyor.

"Her yıl yeni bir rekor"

Sene başında kamuoyu ile paylaşılan bilimsel bir araştırma raporunun sonuçlarına göre, dünya genelinde deniz ve okyanus sularının ısınma hızı, 1980'li yıllardan bu yana üç kat hızlanmış durumda. İki ayda bir yayınlanan Advances in Atmospheric Sciences (Atmosfer Bilimlerindeki Gelişmeler) adlı bilim dergisinde yayınlanan araştırma sonuçları, suyun 2 bin metre kadar derinliğindeki katmanlarda 2022 yılında ölçülen sıcaklığın rekor seviyede olduğunu ortaya koyuyor. Bilim insanlarına göre bu rekor 2023'te büyük olasılıkla kırılacak. Söz konusu araştırmanın raportörlerinden, Pennsylvania Üniversitesi Öğretim Üyesi Michael Mann, "İklim nötr bir dünyaya ulaşamadığımız sürece bu ısınma trendi devam edecek ve biz her yıl okyanuslarda yeni rekorlar ölçeceğiz" diyor.

Okyanusların, sıcaklığı depolamasından dolayı iklim sisteminin uzun vadeli bir hafızaya sahip olduğunu belirten Levermann, "Doğal gaz, petrol ve her şeyden önemlisi kömür yakmayı bırakmalıyız. Zira atmosferdeki sıcaklık, biz karbondioksit üretmeyi bıraktıktan sonra daha uzun süre düşmeyecek" uyarısında bulunuyor.

 

dpa / ET,BK

DW Türkçe'ye VPN ile nasıl erişebilirim?

Türkiye’de orman yangınlarıyla mücadele yeterli mi?

Çanakkale'de çıkan orman yangını, gözleri bir kez daha Türkiye’deki orman yangınlarıyla mücadeleye çevirdi. 2021’deki büyük yangınların ardından Orman Genel Müdürlüğü, envanterine uçak ve helikopter almaya başladı. Ancak uzmanlar, yangınlar çıkmadan alınması gereken önleyici tedbirlere işaret ediyor.

DW Türkçe, Çanakkale’deki yangının ardından yeniden Türkiye’nin orman yangınlarıyla mücadelesine mercek tuttu. Orman Genel Müdürlüğü’nün verilerine göre, yangınların damgasını vurduğu 2021 yılında 2 bin 793 yangın sonucunda 139 bin 503 hektar orman alanı zarar gördü. Geçen yıl ise 2 bin 160 yangında 12 bin 799 hektarlık alan kül oldu. 2023 yılının ilk 6 aylık döneminde 547 adet orman yangını çıktı, 656 hektar orman alanı zarar gördü.

Yangınla mücadele yeterli mi?

Türkiye’deki orman yangınlarına havadan müdahale, uzun yıllar tartışmalı konuların başında geldi. 2021 yılındaki yangınlar sırasında Türk Hava Kurumu’na ait uçakların yangınlara müdahalede kullanılmasına izin verilmemesi eleştiri konusu olmuştu. O dönem, Orman Genel Müdürlüğü’nün envanterine kayıtlı herhangi bir yangın söndürme uçağı veya helikopteri bulunmuyordu.

2021 yılında ciddi oranda ormanlık alanın yanmasının ardından Tarım ve Orman Bakanlığı hava gücünü artırma yönünde adımlar atmaya başladı. Buna yönelik ilk adımlar, Bekir Pakdemirli’nin bakanlığı bırakmasının ardından gerçekleşti. Dönemin Tarım ve Orman Bakanı Vahit Kirişçi, 30 Aralık 2022’de yaptığı açıklamada ilk T70 yangın söndürme helikopterini teslim aldıklarını açıkladı. Bu helikopter, TUSAŞ ve Sikorsky tarafından ortak üretildi.

2023’te 4 uçak alındı

Buna paralel olarak Türkiye, 2023 yılında da 20 yangın söndürme uçağı satın alma kararı aldı. Bu uçaklardan 4'ü, bu yıl Orman Genel Müdürlüğü’nün filosuna katıldı. 3 Mayıs 2023 tarihinde düzenlenen törende, 1 adet Sikorsky T70 tipi yangın söndürme helikopteri, 4 adet Air Tractor model yangın söndürme uçağı ile 1 adet keşif uçağı envantere girdi.

Portugal Waldbrände
null PATRICIA DE MELO MOREIRA/AFP

16 tane daha alınacak

Orman Genel Müdürü Bekir Karacabey, burada yaptığı konuşmada TUSAŞ tarafından yerli olarak üretildiğini söylediği 3 adet T70 yangına su atar helikopterini bu sezon orman yangınları ile mücadelede kullanacaklarını duyurdu. Kalan 16 uçağın ise 3 yıl içinde Orman Genel Müdürlüğü’nün filosuna katılacağını belirten Karacabey, "Envanterimizdeki uçak ve helikopter sayılarını her yıl kademeli olarak artırmaya devam edeceğiz ve filomuzun büyük kısmı da yerli ve milli olacaktır” dedi.

Kiralık araçlarla mücadele ağırlıkta

Son bir yıldaki alımlara karşılık Türkiye, orman yangınlarına havadan müdahaleyi büyük oranda kiralık uçak ve helikopterlerle yürütüyor. Buna ek olarak 5 Bayraktar TB2 İHA da kiralanmıştı. Mart 2023’te açıklanan Orman Genel Müdürlüğü’nün 2022 Faaliyet Raporu’na göre envantere kayıtlı 1 adet yangın yönetim uçağı ve 6 adet yangın yönetim helikopteri orman yangınlarıyla mücadele kapsamında görev yaptı.

3 milyar TL'lik kiralama

Rapora göre, geçen yıl Millî Savunma Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığına ait 25 adet helikopter ve 2 adet uçak orman yangınları ile mücadele kapsamında kullanıldı. Ayrıca, Savunma Sanayii Başkanlığı tarafından toplam süresi 3 yıl olmak üzere (2022-2023 ve 2024) 7 adet sözleşme ile 75 adet hava aracı ve 2022 yılı için 6 adet insansız hava aracı kiralandı. 75 adet hava aracı için 2 milyar 391 milyon 685 bin 506 TL, 6 adet insansız hava aracı için 184 milyon 702 bin 450 TL ödeme yapıldı. Döner sermaye yatırım programında yer alan “Helikopter ve Uçak Alımı Projesi” kapsamında toplam bir milyar 509 milyon 440 bin 323 TL ödenek Savunma Sanayii Başkanlığına aktarılmak üzere muhasebeleştirildi.

Orman Genel Müdürlüğü’nün 2023 Yılı Kurumsal Mali Durum ve Beklentiler Raporu’nda ise yangın söndürme uçağı için 300 bin TL, helikopter alımı için ise 687 bin 315 TL ayrıldığı ifade edildi. Ancak rapordaki “gerçekleşme” bölümü boş kaldı. 2022’deki helikopter ve uçak alım projesi kapsamında 300 milyon TL ayrıldığı, ancak harcamanın “0” olduğu bilgisi raporda yer aldı.

Personel sayısı kaç?

Haziran ayı itibarıyla Orman Genel Müdürlüğü merkez ve taşra birimlerinde istihdam edilen memur ve sözleşmeli personel ile sürekli ve geçici işçi personel sayısı 43 bin 94 oldu. Bunlardan 20 bin 590’ı memur, 462’si sözleşmeli personel, 16 bin 495’i sürekli işçi, 5 bin 547’si ise geçici işçi oldu. Ayrıca geçen yıl orman yangınlarıyla mücadele ve önleme kapsamında toplam 113 bin 830 kişi yangın gönüllüsü olarak kaydedildi. Müdürlüğün 2 bin 369 hizmet vasıtası, 5 bin 121 adet iş ve koruma makinesi ve bin 86 adet üretim makinesi olmak üzere 8 bin 576 adet araç ve makine bulunuyor.

Waldbrand im südtürkischen Antalya
null DHA

Uzmanlar ne diyor?

Peki, uzmanlar Türkiye’nin orman yangınlarıyla mücadelesini yeterli buluyor mu? DW Türkçe'ye konuşan uzmanlar, özellikle uçak ve helikopterle yangın söndürmenin tek başına mücadelede yeterli olmayacağına, yangınlardan önce alınması gereken önleyici tedbirlerin önemine işaret etti. Emekli Öğretim Üyesi, Orman Yangınları Ekolojisi Uzmanı Prof. Dr. Tuncay Neyişçi, bu büyük yangınların ortaya çıkışının temel nedeninin, yangınların uçak ve helikopterlerle söndürme stratejisinden kaynaklandığını savundu. "Ne kadar uçak veya helikopter kullanırsanız büyük yangınların sayısını artırırsınız” diyen Neyişçi, sadece çıkan yangınları söndürmeye odaklanmanın yanlış olduğunu kaydetti.

Yangınları çıkmadan engelleyecek önlemler alınması gerektiğini belirten Neyişçi, “Yangına dirençli orman oluşturma stratejiniz maalesef yok. Yangına dirençli orman dediğimiz, özellikle kolay tutuşan ince kuru yanıcılar; ince dallar, kuru yapraklar, ormanın içinden bunu temizleyin. Sadece yeşil bitkiler kalsın. O zaman mazot dökseniz neredeyse yakamazsanız ormanı” dedi.

"Orman içinde önlem alınmalı"

Neyişçi, büyüyen yangınları uçak ve helikopterlerin söndürdüğü tezine de karşı. “Bugüne kadar hiçbir yangın uçak ve helikopterle söndürülmedi” diyen Neyişçi, bunların ya rüzgâr yönünün değişmesi ya yağan yağmur ya da yangının denize ulaşmasıyla söndüğünü kaydetti. Bir yerde yangın çıkmışsa orada yangın çıkmasını kolaylaştıracak koşulların olduğunu belirten Neyişçi, “Orman içindeki yanıcı etkisi olan maddeleri azaltıcı tedbirler almazsanız, o alandaki ağaçlar büyümeye, yapraklar ve kozalaklar dökülmeye, ormanın içinde birikmiş olan yanıcı madde miktarı artmaya devam eder. Yarın bir gün çıkan yangında oradaki birikmiş olan enerji uçakla söndüremeyeceğiz şiddete ulaşır” değerlendirmesini yaptı.

Çanakkale’deki yangına dikkati çeken Prof. Dr. Tuncay Neyişçi, 6 Temmuz günü çektiği fotoğrafta bölgede yol kenarlarında orman teknik elemanlarının kesimden çıkan yanıcı ağaç parçalarını yol kenarlarına attığını, bunların temizlenmesi gerektiğini söyledi.

"Yangın karadan söndürülür"

İstanbul Üniversitesi-Cerrahpaşa Orman Fakültesi Öğretim üyesi Doç. Dr. Cihan Erdönmez de 2021’deki büyük yangınlar sırasında da uçak ve helikopterlerin çok konuşulduğunu anımsattı. Oysa yangınların çıkmadan önlenmesinin daha önemli olduğunu belirten Erdönmez, şunları söyledi:

"Biz yangın çıkınca neden söndürülmüyor, uçak nerede diyoruz. Ama büyüyen ve kontrolden çıkan yangınlarda uçak ve helikopterlerin avantajı ortadan kalkar. Yangın karadan söndürülür. Uçak ve helikopter bir takım destek gücü sağlar. Uçak, belirli bir mesafeden uçmak zorundadır. Attığı suyun büyük bölümü ateşe yaklaşana kadar rüzgârla uçar veya ateşin etkisiyle buharlaşır.”

Cihan Erdönmez
Cihan Erdönmeznull privat

"İnsan-orman etkileşimi azaltılmalı"

Erdönmez, yangınlarla mücadelede özellikle işçi konusunda ciddi eksikliklerin olduğuna işaret etti. Bununla birlikte teknik elemanların yeterli olmadığını belirten Erdönmez, "Orman Genel Müdürlüğü norm kadrosu 80 binken, şu an aktif çalışan 40 bin personel. Yangınlar büyüdüğünde işçiler, araçlar, bir yerden bir yere taşınmak zorunda kalınıyor. Bu da yanlış bir uygulama. Orman yangın sezonunda alınan işçiler de yeterli eğitimden geçirilmeli” diye konuştu. 

Orman yangınlarını “ulusal savunma” olarak gördüğünü belirten Erdönmez, buna karşı taşeronlardan kiralık uçak veya helikopterle mücadele edilemeyeceğini kaydetti.

Her on yangından 9’unun insan etkisi, birinin ise yıldırım düşmesi nedeniyle çıktığını anlatan Cihan Erdönmez, çözüm olarak insanın ormanlarla etkileşiminin azaltılmasını önerdi. Anız yakma, kamp ateşi, izmarit, enerji nakil hatları gibi insani nedenlerle yangınların çıktığını anımsatan Erdönmez, şu değerlendirmeyi yaptı:

"2013-2022 yılları arasında orman içinde 55 bin tesis yapılmasına izin vermişiz. Bunlar maden işletmesi, enerji nakil hatları, nükleer santral, termik santral, üniversite, hastane, savunma tesisi, yol vs. Yani biz, insan-orman etkileşimini azaltmak yerine ormanları yolgeçen hanına çeviriyoruz. Bu kadar araç ve insan ormanlara girdiğinde yangınlar artar. Anız yakmaların engellenmesi, çiftçilerin eğitilmesi gerekir. Enerji nakil hatları bu kadar ormandan geçmemeli, geçecekse de bakımlarının yeterli düzeyde yapılması gerekir. Özetle insanın orman üzerindeki etkisini azaltmak, insan faaliyetlerini minimum düzeylere çekmek gerekir.”

DW Türkçe'ye VPN ile nasıl erişebilirim?