Evrensel kültür mirası Kariye ibadete açıldı

Dünya sanat tarihinin baş yapıtlarından biri olan Kariye Müzesi, restorasyon çalışmalarının tamamlanmasının ardından bugün cami olarak ibadete açıldı. Düzenlenen törene Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan telekonferans yöntemiyle katıldı.

Kariye'de ibadet yapılacak bölümlerdeki mozaikler Ayasofya'da olduğu gibi kapatılırken, turistlerin gezeceği bölümler de ayrıldı. 

Kariye Camii, Ayasofya'dan sonra "Fetih" vurgusuyla ibadete açılan ikinci müze oldu.

Kültür ve Turizm Bakanlığı Vakıflar Genel Müdürlüğü himayesinde olan Kariye, 21 Ağustos 2020 tarihli Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle cami statüsüne çevrilmişti.

Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü'nün (UNESCO) Dünya Miras Listesi'nde yer alan Kariye, Ortaçağ'dan kalan mozaik ve freskleriyle dünya kültürel mirasının önemli bir parçası.

"Mozaikler Hristiyan dininin özünü tasvir ediyor"

DW Türkçe'ye konuşan İstanbullu Rumların Evrensel Federasyonu Başkanı Ord. Prof. Nikolaos Uzunoğlu, kültürel bir miras ve evrensel bir değer olarak Kariye'nin önemini şöyle anlatıyor: 

"Kariye Bizans son Rönesans devrinin en önemli eseri olup içindeki mozaikler Hristiyan dininin özünü tasvir etmektedir. Mozaikler 1315 yılında yapılmıştır."

Kariye Müzesi, depremler ve yenilemeler dolayısıyla bugünkü biçimini geç Bizans Dönemi'nde almış bir Hristiyan dini yapısı. Bizans'taki ismiyle Khora Manastır Kilisesi'nin tarihi Justinianus dönemine kadar uzanıyor. Onu İstanbul'daki diğer Ortaçağ kiliselerinden ayıran ise Ortaçağ'dan kalan mozaik ve fresklerin serbestçe sergilenmesi. Kariye, İsa Peygamber ve Meryem Ana'nın hayatını anlatan mozaiklerle kaplı.

Kariye'deki mozaikler
Zeynep Ahunbay, Kariye'deki mozaik ve fresklerin Bizans sanatı açısından önemine dikkat çekiyornull ANKA

DW Türkçe'ye konuşan mimar ve restorasyon uzmanı Prof. Dr. Zeynep Ahunbay, Kariye'nin barındırdığı mozaik ve fresklerin 14'üncü yüzyıla ait olduğunu belirterek, kilisenin 1511 yılında camiye çevrildiğini ve 20'nci yüzyıla kadar bu şekilde geldiğini anlatıyor.

Kariye 1958'de müze olarak açıldı

Kariye'nin barındırdığı sanat eserleri nedeniyle Bizanslı sanat tarihçileri tarafından her zaman ilgiyle izlenen bir yapıt olduğunu söyleyen Ahunbay, bu nedenle yapının 1948-1958 yılları arasında Dumbarton Oaks Enstitüsü tarafından restore edilerek kültür varlıkları ve sanat eserlerinin yeniden ortaya çıkarıldığını ve 1958 yılında müze olarak açıldığını aktarıyor. 

Ahunbay, "Yani burada Ayasofya'da olduğu gibi bir müze sunumu gerçekleşiyor. Tabii bunlar çok önemli ve İstanbul'un Ortaçağ'dan kalmış olan değerli sanat eserleri" diyor.

İstanbul'da Vefa Kilise Camii, Fethiye Camii gibi kiliseden dönüştürülmüş başka camiler de olduğunu, ayrıca Aya İrini gibi birçok Bizans yapısının daha bulunduğunu dile getiren Ahunbay, "Deprem sonrası restorasyonlarla onarım geçirmiş birçok Bizans yapısı var ama bunların mozaik ve freskleri çok iyi korunmamış. Kariye'de ise bütün yapıyı kapsayan, yüzeylerini örten çok değerli sanat eseri, mozaik ve freskler var. Yani diyelim ki Fethiye Camii de çok sınırlı bir alanda Vefa da öyle. Ancak Kariye'de daha geniş bir alana yayılıyor ve sanat tarihi açısından kültür varlığını çok değerli kılan bezeme katmanları var" diye konuşuyor.

Ahunbay, yapının mimarisinin Ortaçağ Bizans sanatı için öneminin yanı sıra barındırdığı eserlerin, korunabilmiş mozaik ve fresklerin değerine dikkat çekiyor.

UNESCO rapor istemişti

2020'de statüsü değiştirilen Kariye Cami, içindeki fresklerin ibadet hazırlıkları kapsamında kapatılmasıyla gündeme gelmişti. Camide otomatik perdeleme sistemi kullanıldığı açıklanmıştı.

UNESCO'ya bağlı Dünya Mirası Komitesi, 2021 yılında Ayasofya ve Kariye'de yapılan değişikliklerle ilgili güncellenmiş rapor sunması için Türkiye'ye 1 Şubat 2022 tarihine kadar süre tanımış, Türkiye Dışişleri Bakanlığı ise talebin "taraflı ve siyasi saiklerle kaleme alındığını" savunarak Komite'ye ret yanıtı vermişti.

"Kültür değerlerini açık tutmak gerek"

Bir kilisenin değil bir müzenin camiye dönüştürüldüğüne dikkat çeken Zeynep Ahunbay'a göre kültür mirasını onu en iyi şekilde ifade edecek biçimde sunmak gerekiyor.

Kariye'deki mozaiklerden birinde İsa Peygamber ve Meryem Ana tasvir ediliyor
Kariye, Hristiyanlık açısından önemli mozaik ve freskler içeriyornull Bildagentur-online/Tetra Images/picture alliance

Bulgaristan'da veya Yunanistan'da kalmış olan camilerin kilise veya müze olarak kullanılabildiğini söyleyen Ahunbay, bu işlev değişikliği sırasında o yapının mimari değerini, özelliklerini kapatmamak, yok etmemek gerektiğine dikkat çekiyor.

"Dinler arası hassasiyet en yüksek seviyede olmalı"

Peki Kariye'nin cami olarak ibadete açılmasının dinler ve medeniyetler arası barışa etkisi ne olur?

Nikolaos Uzunoğlu, "Türkiye ve İspanya'nın inisiyatifiyle 2006 yılında kurulan şu anda Birleşmiş Milletlerin önemli bir kurumu olan Medeniyetler İttifakı'nın yürüttüğü projeler göze alınırsa, medeniyetler arası diyaloğun ve karşılıklı anlayışın geliştirilmesi için dinler arası hassasiyetlerin en yüksek seviyede olması gerekiyor" diyor. 

Uzunoğlu'na göre Kariye'nin bulunduğu noktaya çok yakın birçok cami ve kilisenin olduğu düşünülürse söylenen prensip Kariye'nin müze olarak kalmasının önemini açıkça gösteriyor. 

İnsan medeniyetlerinin yaratmış olduğu eserlerin korunması için uzman görüşlerinin herkes tarafından ciddiyetle kabul edilmesi gerektiğini söyleyen Uzunoğlu, "Yakın zamanda kamuoyuna yansıyan haberlere göre son yıllarda Ayasofya'da ciddi sorunların yaşanması bu gerçeği doğruluyor" diye konuşuyor.

Kariye Camii
Kariye'nin, 2020 yılında Cumhurbaşkanlığı kararı ile müze statüsü kaldırılmıştınull Martin Siepmann/picture alliance

"Geriye dönüş var"

Prof. Dr. Zeynep Ahunbay ise Kariye'nin 1940'larda müzeye çevrilmiş olmasının o zamanki Cumhuriyet anlayışıyla ilişkili olduğuna işaret ediyor.

Ahunbay, "Kültür varlıklarının değerlendirilmesine ilişkin bir laik yönetimin verdiği kararlar. Bugün ise daha farklı. Kariye için Danıştay'ın 2019'da aldığı bir müze iptal kararı var. Yani ülkenin en üst düzeyindeki yargı organı böyle bir karar alıyor, Diyanet'e devrediliyor ve ona bağlı olarak da kullanımı dini olarak tekrar konuluyor. Yani burada bir geriye dönüş var" diyor ve ekliyor: "Bunun kültür varlıkları açısından doğru olmadığını düşünüyorum."

Kariye Camii'nin müze ve müze deposu olarak kullanılmasına yönelik 1945 yılına ait Bakanlar Kurulu kararı, 2019'da Danıştay 10'uncu Dairesi kararı ile iptal edilmişti. 21 Ağustos 2020'de yayınlanan Resmi Gazete'de yayımlanan Cumhurbaşkanı kararıyla ise Kariye Camii'nin Diyanet İşleri Başkanlığı'na devredilerek ibadete açılmasına karar verildi.

Eliaçık: Etrafı zaten camilerle dolu

Kariye, İstanbul'un Fatih ilçesinin Edirnekapı semtinde yer alıyor. DW Türkçe'ye konuşan ilahiyatçı yazar İhsan Eliaçık'a göre Kariye'nin çok yakınındaki camiler, ibadet için gerekli olanakları sunuyor.

Kariye'ye yakın camiler arasında 750 metre uzaklıktaki Edirnekapı Mihrimah Sultan Camii, 600 metre uzaklıkta olan Tercüman Yunus Camii, 450 metre uzakta bulunan Kefevi Camii, 300 metre uzaklıktaki Hoca Kasım Günani Camii gibi tarihi camiler bulunuyor.

İhsan Eliaçık, Kariye müzesinin camiye çevrilmesi kararını Ayasofya'nın camiye çevrilmesiyle birlikte okumak gerektiği görüşünde.

"Mevcut iktidar kiliseleri camiye dönüştürmeyi, müzeleri tekrar eski cami haline çevirmeyi bir politika olarak benimsemiş durumda. Bunun en çarpıcı örneği de Ayasofya idi. Kariye Müzesi'nin camiye çevrilmesini de bu çerçevede düşünmek gerekir" diyen Eliaçık, Kariye'nin daha önce camiye çevrildiğinde içindeki fresklerin ve mozaiklerin tamamen silindiğini, bunları tekrar ortaya çıkmak için yıllarca restorasyon çalışmaları yapıldığını hatırlatıyor. 

Eliaçık, "Çünkü kilisenin içerisindeki mimari çizimlerde Hristiyanlık tarihi var. Bunlar artık insanlığa mal olmuş tarihsel yapılar, müze olarak kalması gerekir. Camiye çevrilmesine de ihtiyaç yok zaten. Kariye müzesinin etrafı camilerle dolu, Ayasofya'nın etrafında da 60 tane cami vardı" diye konuşuyor.

 

DW Türkçe'ye sansürsüz nasıl erişebilirim?

Venedik giriş ücretinden 11 günde 1 milyon kazandı

İtalya'nın Venedik kentinde 25 Nisan'dan bu yana şehre günübirlik gelen ziyaretçilerden kişi başı beş euro ziyaret ücreti alınması uygulamasının on bir günlük ilk test aşaması sona erdi. Kent yönetiminin Pazartesi günü yayınladığı istatistiklere göre bu süre zarfında 195 bin giriş bileti satılırken, talep edilen günlük ücretler Venedik'e yaklaşık bir milyon euro kazandırdı. Bu miktarın belediye yönetiminin ilk etaptaki beklentilerinin üstünde olduğu belirtildi.

25 Nisan ile 5 Mayıs tarihleri arasında geçerli olan ücret uygulamasına hafta sonuna kadar ara verildiği açıklandı. Temmuz ortasına kadar cumartesi ve pazar günleri sabah 8:30'dan 16:00'ya kadar beş euroluk ziyaretçi ücreti zorunluluğu devam edecek.

İnternetten telefonlara indirilen bir kare kod yardımıyla ödenebilen ücretin ödenmemesi halinde, günübirlik züyaretçilere  300 euro ceza kesilebiliyor. Kent sakinleri, gece kalan ziyaretçiler, öğrenciler ve 14 yaş altındakiler, yani kentte kalanların çoğunluğu söz konusu ücretten muaf. Ancak ücret ödemese dahi herkesin söz konusu kare kodu bulundurması şart koşuluyor.

Yılda 15 milyon ziyaretçinin geldiği Venedik, dünyada en çok ziyaret edilen şehirlerin başında geliyor.  Bu kitle turizmi kent hazinesine büyük bir gelir kazandırmasına rağmen son zamanlada bazı sorunlara da neden olmaya başladığı için ücret uygulamasına geçilmiş, turist akını bu yolla azaltılmak istenmişti.

Test aşamasının kalıcı bir ücrete dönüşüp dönüşmeyeceğine yıl içerisinde  karar verilecek. Kalıcı olması halinde kente giriş ücretinin daha sonra yolların, kanalların ve binaların bakımı için kullanılması öngörülüyor.

 

Venedik'teki uçan tekneler

 

dpa / AI,ET

DW Türkçe'ye engelsiz nasıl ulaşabilirim?

Depreme Berlin'den bir ağıt: Haydar'ın Dansı

Türkiye'nin on ilinde binlerce binanın yıkılmasına ve on binlerce insanın ölümüne neden olan 6 Şubat Depremleri, acısı nesiller boyu sürecek sayısız trajedinin kaynağı oldu. Bu trajik öykülerden biri de, iktisat tarihçisi, halk müziği araştırmacısı ve bağlama sanatçısı Dr. Mehmet Yıldırım'ın hikayesi.

Depreme Antakya'da yakalanan ve üzerine çöken binanın içinde günlerce yardım gelmesini bekleyen Yıldırım'ın, nihayetinde felaketten ancak bir hafta sonra cesedine ulaşılabilmişti. Polis tarafından cep telefonuna ve dizüstü bilgisayarına el konulan Yıldırım'ın, enkaz altında iken yakınlarına mesajlar gönderdiği öne sürülüyor.

Almanya'nın başkenti Berlin'in üç operasından biri olan Neuköllner Oper'in Genel Sanat Yönetmeni Bernhard Glocksin, duyduğu bu dramı, yaklaşık altı ay önce kurgusal bir hikaye ile tiyatro oyunu olarak sahneye taşımaya karar vermiş. İspanyol Dramaturg Albert Tola ile birlikte yazdıkları müzikal oyunda, Mehmet Yıldırım'dan esinlenilen Haydar karakteri, kaldığı enkazın altından üniversite yıllarında tanıştığı, aşık olduğu ancak bu sevdasını dile getirmeye hiç cesaret edemediği Songül'e mesajlar gönderiyor.

Seyirciyi sarsan deprem efekti

Her iki yanına seyircilerin oturduğu küçük bir sahnede sergilenen oyun, seyirciyi amaçlandığı gibi oldukça rahatsız eden ve tam da 6 Şubat 2023, saat 04:17'de olduğu gibi 65 saniye süren bir deprem efekti ile başlıyor. İnsanı çaresiz hissettiren gürültü, sarsıntı ve tavandan dökülen parçacıklarla... Bu esnada, başını ellerinin arasına alarak korku dolu yüz ifadesi ile sahneye bakan seyirciler göze çarpıyor.

Tiyatro sahnesi üzerinde diz çökmüş ve oturmuş halde dört oyuncu, tavandan sarkan lamba sallanıyor, duvardaki dijital saat, Kahramanmaraş Depremleri'nin ilkinin yaşandığı 06.02.2023 tarihini ve 04:17'yi gösteriyor - (04.04.2024 / Berlin)
"Haydar'ın Dansı" oyununun en çarpıcı anlarından biri depremin canlandırıldığı bölümnull Erkan Türkel/DW

Üçü aynı zamanda müzisyen olan, oyunun sahnedeki dört kişilik kadrosunda başroldeki Songül karakterini Taies Farzan canlandırıyor. Farzan, böyle büyük bir felaketi sahneye aktarmanın psikolojik anlamda hiç kolay olmadığını şu sözlerle ifade ediyor: "Ben uzun yıllar İstanbul'daydım. Deprem de yaşadım. Bu kadar büyüklerini değil de... İnsanlar günlük hayatında çok da düşünmemeye çalışıyor herhalde, ben de onlardan biriydim. Fakat bu oyuna başladıktan sonra çok farklı hissediyorum. Farklı bir şekilde dokundu bu oyun bana ve gerçekten her akşam, her akşam yeniden yaşıyorum bunu."

Yaklaşık bir saat süren Haydar'ın Dansı'nda iç içe üç konu işleniyor. İlk olarak Songül'ün enkaz altında kalan Haydar'ın gönderdiği her mesajla toplumun kaderciliğine karşı artan öfkesi ve toplumsal hayatta, kimlik sorunu gibi kendini de rahatsız eden sıkıntıları sorgulaması. İkinci olarak, bağlama, ud ve ney aracılığıyla, müzikal bir anlatımla Haydar'ın da mensubu olduğu Alevilerin yer yer acı tarihinden kesitlerin anlatımı ve son olarak Anadolu ve İran coğrafyasından çıkarak Orta Doğu'ya, oradan Kuzey Afrika üzerinden, Müslümanların hakimiyetindeki Endülüs'e ulaşan mistik müziğin, 9'uncu yüzyılda burada yaşayan dönemin en ünlü şair ve müzisyenlerinden Ziryab'ın katkıları ile yeniden şekillenip tekrar Anadolu'ya gelişi ve başta Mevlevi müziği olmak üzere tasavvuf müziğini etkilemesi.

Oyunun tüm metni ve çeşitli dillerde söylenen şarkılar, türküler, bir karekod okutularak Türkçe, Almanca ve İngilizceye çevriliyor. Böylece isteyen seyirciler akıllı telefonları üzerinden tüm oyunu kendi dillerinde takip etme şansına sahip oluyor.

Glocksin, oyunu birlikte kaleme aldığı Tola ile birlikte, müziğin asırlar süren göçü gibi böyle iddialı bir konuyu sahneye hakkını vererek taşıyabilmek için çok özel müzisyenlerle çalıştıklarını aktarıyor. Bunun için, Hamburg doğumlu bağlama sanatçısı Derya Yıldırım, Faslı ud sanatçısı ve bestekar Alaa Zouiten ve İtalyan neyzen Valentina Bellanova ile yola çıkma kararı almışlar.

Oyundan bir gün önce, 2010 yılında ney çalmaya başladığında ilk ve bugüne dek tek hocası olan Neyzen Ömer Erdoğdular'ın ölüm haberini aldığı için üzgün olan ve sahnede bu sebepten birkaç kez ağladığını dile getiren Bellanova, kendinin de kadroda yer almasını şöyle değerlendiriyor: "Bu göç eden müzik biraz da benim tarihim. Benimle biraz da Orta Çağ müziği konusundaki bilgi-birikimim nedeniyle irtibata geçildiğini düşünüyorum. Müziğin birçok alanında kendimi evimde hissediyorum. Ney ile daha çok klasik Osmanlı müziğinde var olmuştum, bugüne dek Alevi müziği çalmadım. Derya'nın eserleriyle bu müziğe de derinlemesine temas etme şansım oldu."

Neuköllner Oper Genel Sanat Yönetmeni Bernhard Glocksin
Neuköllner Oper'in Genel Sanat Yönetmeni Bernhard Glocksinnull Erkan Türkel/DW

Haydar'ın Dansı 2025'te yeniden programa alınıyor

Haydar'ın Dansı'nın duyurusu, Neuköllner Oper tarafından yapılır yapılmaz çok büyük bir ilgi görmüş Berlinli sanatseverler tarafından. 2004 yılından bu yana bu sahnenin sanatsal içeriğinden sorumlu olan Glocksin, "Gala gösteriminden on gün önce, planlanan 20 gösterimden sekizinin biletleri tükenmişti ve biz bu durumu kendimize açıklamakta zorlandık. Seyircilerimizin çoğunluğunu da Almanlar oluşturuyor. Biz de, 'Vay be, çok ilginç. Burada birileri Alevi tarihine ilgi duyuyor' diye düşündük. Hem etkilendik hem de buna kafa yorduk. Galadan sonra oyunun ikinci kez sahnelenmesinin ardından ise bütün gösterim tarihlerinin biletleri tükenmişti" diyor.

Glocksin ve ekibi, kendileri için büyük bir sürpriz olan bu ilgi nedeniyle bu yıl içinde programa ek gösterimler koymuşlar ve şimdiden 2025 yılının Şubat ayından itibaren 20 gösterim daha yapılması konusunda karar almışlar.

Oyuna gelen tepkiler

Oyunda Songül karakterine hayat veren Taies Farzan da çevresinden sadece olumlu tepkiler almış ancak on binlerce insanın hayatına mal olan korkunç bir felaketin konu edildiği bir oyun ile ilgili "güzel tepkiler aldık" demekte zorlanıyor: "Güzel dönüşler alıyoruz... İnanın güzel bile diyemiyorum, selama çıkarken, nasıl desem, utanç mı desem?.. Hani normalde oyunu bitirirsiniz ve çıkarsınız, harika bir oyun oynadım diye. Ben her seferinde hem bir burukluk var içimde hem bir ölenlere saygıyla, hakikaten eğilirken hep o var benim içimde ve bir burukluk, bir mahçubiyet var hep içimde. Çok zor."

Farzan, oyunun Şubat ayında yapılan galasına davet ettiği özel bir konuğunun hikayesini de şu söylerle paylaşıyor: "Prömiyerde çok sevdiğim bir arkadaşım vardı. 60 aile üyesini Antakya'da kaybetmişti. Benim iki davetiyem vardı, salon küçük gördüğünüz gibi. Bir eşim geldi, diğerini ona vermek istedim çünkü en çok onun hakettiğini düşündüm duygusal olarak ve sordum, buna dayanabilecek misin? Çünkü çok zor. Orada olmak istiyorum dedi. Ve geldi, inanın ne kadar teşekkür etti anlatamam. Çünkü dedi en azından birileri yaşadıklarımızı, yaşananları dile getiriyor, gösteriyor."

Soldan sağa: Valentina Bellanova ve Taies Farzan - (04.04.2024 / Berlin)
Songül karakterini canlandıran Taies Farzan ve Neyzen Valentina Bellanovanull Erkan Türkel/DW

Floransa doğumlu Neyzen Bellanova da oyunla ilgili yorum yapan seyircilerden birinin kendine, "Bizden hemen oyun biter bitmez alkışlamamızı nasıl bekleyebiliyorsunuz?! Böyle bir hikayenin içine çekilince hemen alkış yapılamaz. O duygudan çıkmak çok zor" dediğini aktarıyor. Oyun defalarca sahnelenmiş olmasına rağmen, kendinin de her seferinde konuyu duygusal açıdan hazmetmek için zorlandığını belirten Bellanova, "Buradan çıkınca yolum epey uzun olsa da eve kadar yürümeyi tercih ediyorum. Ancak böyle öğütebiliyorum" diyor.

"Böyle bir oyunun insanı birçok açıdan etkilemesine engel olamazsınız. Entelektüel açıdan mesela, bu felaketin ne olduğunu kavrayabilen. Ayrıca duygusal ve bedensel anlamda... Sahnedeki efektler, sesler, titreşimler, bunlar gerçek bir depremden alındı ve ne kadar tekrar etmiş olursanız olun beden hissediyor" ifadelerini kullanan Valentina Bellanova, "Vücudunuz asla yalan söylemez. Ve vücudun hissetmesi ruhun da etkilenmesine neden oluyor" görüşünü dile getiriyor.

"Deprem neden bu kadar çok can alıyor?"

9 yaşında ailesi ile İran'dan Türkiye'ye kaçmak zorunda kalan, 15 yaşında ise, ailesinin İran'a iade edilme riski ortaya çıkınca İsveç gitmek üzere yola çıkan ancak Berlin'de kalan Taies Farzan, uzun yıllar yaşadığı ve hâlâ eşinin de Türk olması nedeniyle sık sık gidip geldiği Türkiye'de de, İran'da da depremlerde bu kadar çok insanın ölmesini kabullenemiyor:

"Mesela geçende yine bir deprem olmuş fakat iki kişi ölmüş, Tayvan'daydı galiba. 'Neden' sorusunu sormadan edemiyorum. Neden 'biz' diyorum çünkü İran'da aynı durum var. Neden biz bu kadar suskunuz? Neden hiçbir şey yapmıyoruz? Neden sorgulamıyoruz? Ya da sorguladığımızda da, aldığımız cevaplardan neden ikna oluyoruz? Ve neden bizim bir denetleme kurulumuz yok? Neden bu binalar hala yapılıyor?" 

Haydar'ın Dansı oyununun oyuncu ve müzisyen kadrosu: Derya Yıldırım, Valentina Bellanova, Taies Farzan ve Alaa Zouiten, oyunun ardından kendilerini alkışlayan seyirciyi selamlıyor - (04.04.2024 / Berlin)
Haydar'ın Dansı oyununun oyuncu ve müzisyen kadrosu: Derya Yıldırım, Valentina Bellanova, Taies Farzan ve Alaa Zouitennull Erkan Türkel/DW

"Türkiye'nin iç işlerine pek çok konuda müdahil olan Avrupa Birliği'nin", öncelikli olarak bu konuyla ilgili Türkiye ile iş birliği yapması gerektiğini ifade eden Farzan, Türk ve İran toplumlarının kaderciliğini içine sindiremiyor olsa da diğer yandan bu ülkelerdeki fakirlik nedeniyle insanların, yaşadıkları binaların sağlamlığından önce, "ekmeklerinin derdinde" olmasını da anlayabildiğini belirtiyor.

Haydar'ın Dansı bu yıl 18 Nisan'da son kez sahnelenecek. Bernhard Glocksin, oyunun Almanya'nın farklı şehirlerinde gösterimi için görüşmelerin yapıldığını belirtiyor. Türkiye'de sahnelenmesi ile ilgili planlarının olup olmadığı yönündeki sorumuza ise şu yanıtı veriyor:

"Bu harika olurdu ama Türkiye'de irtibatta olduğumuz arkadaşlar ve Goethe Enstitüsü'nden bazı kişiler, şu an Türkiye'deki siyasi durumun buna uygun olmadığını ifade etti."

 

DW Türkçe'ye VPN ile nasıl erişebilirim?

Gölge yazar kullanmak etik mi?

Yazar Eylem Tok'un trafik kazasıyla bir kişinin ölümüne yol açan oğlu T.C'yi ABD'ye kaçırması gündemdeki yerini korurken Tok ile ilgili yeni iddialar ortaya atıldı. Gazeteci Demet Cengiz, 2013 yılında yayımlanan "Mihr" ve 2014 yılında yayımlanan "Allah'ın Piyonları" isimli iki romanı olan Tok'un bu kitapları kendisinin değil gölge yazarların yazdığını ve para ile bastırdığını iddia etti. Peki gölge yazarlık günümüz yayıncılık dünyasında yaygın bir uygulama mı? Hangi etik sorunları barındırıyor? Herkes para karşılığında kitap bastırabilir mi?

ABD'de başlayan ve tüm dünyada "self-publishing" (kişisel yayıncılık) olarak adlandırılan para karşılığında kitap bastırma uygulaması son yıllarda Türkiye'de de bu konsept ile açılan yayınevleri vesilesiyle yaygınlaşıyor. Bu yayınevlerinde kitabını bastırmak isteyen yazarlar editörlük, baskı, dağıtım, halkla ilişkiler gibi hizmetler karşılığında yayınevine belli bir ücret ödüyor. Kimi yayınevleri yazarlara gölge yazarlık hizmeti de sunuyor.

DW Türkçe'ye konuşan Doğan Kitap Yayın Direktörü Cem Erciyes, son yıllarda yazar olmak isteyen insanların sayısının arttığını, bunun sonucu olarak da parayla kitap basan pek çok yayıncının ortaya çıktığını söylüyor.

2023'te 57 bin 735 ilk kitap basıldı

Kültür ve Turizm Bakanlığının verilerine göre 2023'te ilk kez basılan kitap sayısı bir önceki yıla göre yüzde iki arttı ve 57 bin 735'e yükseldi. Türkiye Yayıncılar Birliğinin verilerine göre Türkiye'de yılda ortalama 5'ten fazla kitap basan aktif yayınevi sayısı ise 2200 civarında.

Kitapçının önündeki tezgah ve kitaplara bakanlar
Türkiye'de geçen yıl 57 bin 735 kitap basıldınull Emre Eser/DW

Büyük ve köklü yayınevlerinin kendi değerlendirme mekanizmaları ile beğendiği dosyaları kitap haline getirebildiğini bunun dışında sürekli çalıştığı, okur tarafından sevilen yazarların kitaplarını bastığını belirten Erciyes, "Bu yüzden herkes büyük, kendini kanıtlamış yayınevlerinde kendine yer bulamayabiliyor" diyor. Parayla kitap basan yayınevlerinin çoğunluğunun uzun yıllardır yayıncılıkla uğraşan değil, ihtiyaca karşılık ortaya çıkan işletmeler olduğunu ifade eden Erciyes, "Tabii bu bir tercih. İnsanlar ne olursa olsun kitapları basılsın istiyorlarsa böyle yayınevleriyle çalışabilirler" ifadesini kullanıyor.

Yazarlığın uzun ve çaba gerektiren bir iş olduğunu vurgulayan Erciyes edebiyatla ilgilenen kişilerin genç yaşlarından itibaren öykü ve denemelerini dergilerde yayınlattıklarını zamanla o birikimin insanların merak ettiği romanlara, öykü ve şiir kitaplarına dönüştüğünü söylüyor. Ancak günümüzde sistemin değiştiğini anlatan Erciyes, "Kitapların internetten satılarak okuyucuyla buluşması denklemi değiştirdi, farklı yayıncılık anlayışları ortaya çıktı" diyor.

Cem Erciyes: Yazmaktan çok yazar olmayı önemsiyorlar

İnsanların yazmaktan çok yazar olmayı önemsediğini düşündüğünü ifade eden Erciyes, günümüzde çok sayıda tecrübeli editörün geliştirici editör ve gölge yazar olarak hizmet verdiğini anlatıyor. "Pek çok tecrübeli editörün geçimini bu şekilde sağladığını biliyorum" diyen Erciyes gölge yazarların ya da geliştirici editörlerin aynı zamanda kitabını bastıracak kişinin yayın dünyasına girmesi konusunda yardımcı olduklarını söylüyor.

Gölge yazarlığın etik olup olmadığı konusunda net bir kanısının olmadığını belirten Erciyes, "Elbette sevdiğiniz bir kişinin yazdıkları aslında başka birinin kaleminden çıktıysa ve bundan haberiniz yoksa bu durum etik açıdan tartışmaya değer" diyor. Erciyes "self publishing" yöntemi ile piyasaya giren yazarların genelde okuyucu nezdinde karşılık bulamadığını ve başarılı edebi ürünler çıkaramadıklarını ekliyor.

 Kenan Kocatürk: Bu sistem yeni ve iyi yazarlar çıkaramadı

Türkiye Yayıncılar Birliği Yönetim Kurulu Başkanı Kenan Kocatürk de ciddi, belli bir program dahilinde çalışan yayınevlerinin para karşılığında kitap basmadığını ifade ediyor. "İyi yayınevleri proje kitaplar yapsalar bile belli bir seçki ile ilerliyorlar" diyen Kocatürk, yurt dışında doğan "self publishing" sisteminin beklenildiği gibi yeni ve iyi yazarlar çıkartamadığını vurguluyor. Türkiye Yayıncılar Birliği olarak para karşılığında kitap basan, ticari amaçla kurulmuş yayınevlerini derneklerine kabul etmediklerini ifade eden Kocatürk, "Bu tip yayınevlerinin kitabını bastırmak isteyen insanlara gerçekleşmeyecek vaatler verdiğini ve bu şekilde kitabı yazan kişiden ciddi gelir elde ettiğini de duyuyoruz" diyor.

"Edebiyatta gölge yazarlık etik değil"

Edebiyat için yol kat etmek isteyen insanların sabırlı olması gerektiğini ifade eden Kocatürk yayınevlerinin önünde onlarca dosya olduğunu ve değerlendirmelerinin bazen uzun sürebileceğini söylüyor. Bu uzun değerlendirme sürelerinin insanları "bir an önce kitabımı basayım" bakış açısıyla para ile kitap basmaya yönlendirdiğini söyleyen Kocatürk, edebiyat eserlerinde gölge yazarlığın kesinlikle etik olmadığını vurguluyor. Bir kurumun tarihçesi, yazma konusunda yeterli olmayan ama deneyimli, önemli bir insanın hayatının yazılması gibi durumlarda gölge yazarlığın mümkün olduğunu ifade eden Kocatürk, "Edebiyat ürününde gölge yazarlık okuyucuyu yanıltmaktır" diyor.

DW Türkçe'ye engelsiz nasıl erişebilirim?

Kürtçe tiyatro neden yasaklanıyor?

Bugün 21 Şubat Dünya Anadil Günü. Türkiye'de farklı dillerin kullanılmasına yönelik herhangi bir yasak bulunmasa da Kürtçe etkinlikler sıklıkla yasak ve engellemelerle karşı karşıya kalıyor.

Bunun son örneği Kürtçe tiyatro oyunu Qral û Travis'in (Kral ve Travis), 16 Şubat'ta Şişli Cemil Candaş Kültür Merkezinde sahnelenmesine saatler kala Şişli Kaymakamlığı tarafından yasaklanması oldu. Bir gün sonra ise İçişleri Bakanlığı söz konusu yasağı kaldırıldı. Aralık 2023'te sahnelenmeye başlayan ve farklı şehirlerde 30'u aşkın defa izleyici ile buluşan Qral û Travis, daha önce de Ağrı ve Gaziantep'te oyuna bir gün kala salon verilmeyerek engellenmişti.

ABD'li yazar Sam Bobrick'in eserinden sahnelenen oyun, işsiz ve huysuz Travis'in ülkedeki kötü gidişatla ilgili ABD Başkanı'na mektup yazmasını ve bir FBI ajanının onu bu mektupları yazmaması üzerine ikna etme çabasını konu alıyor. Deniz Özer ve Bahoz Özsunar'ın oynadığı Qral û Travis'i Yakup Selimoğlu yönetiyor.

Yakup Selimoğlu: 800 bilet satmıştık

Peki yasalara göre Kürtçe tiyatro yapmak yasak değilken neden Kürtçe oyunlar yasaklanıyor ya da engelleniyor? 

DW Türkçe'ye konuşan Qral û Travis oyunun yönetmeni Yakup Selimoğlu, daha önce de defalarca yasaklarla karşı karşıya kaldıklarını ancak yasaklarla sanatın önüne geçilemeyeceğini söylüyor.

Qral û Travis oyunun yönetmeni Yakup Selimoğlu
Qral û Travis oyunun yönetmeni Yakup Selimoğlunull Privat

"Biz bunun Kürtçe diline yönelik bir yasaklama olduğunu düşünüyoruz" diyen Selimoğlu, devlet ya da belediyelerin Kürtçe oyunlara mesafeli yaklaştığını ve bu sebeple mekân vermekten çekindiğini savunuyor. Daha önce Ağrı'daki ve Gaziantep'teki oyunlarında oyundan bir gün önce salon verilmediğini öğrendiklerini belirten Yakupoğlu, "Bir tiyatro oyununu organize etmek, biletlerini satmak duyurularını yapmak için 15-20 gün önceden çalışmalara başlıyoruz. Oyundan bir gün önce salon verilmediğini söylemek de bir tür sansür. Ancak Şişli'de yaşadığımız son olay tam anlamıyla bir yasaklama oldu. Hiçbir gerekçe gösterilmeden Kaymakamlıktan yasaklamaya dair bir kâğıt geldi" diye anlatıyor.

Qral û Travis'te Deniz Özer ve Bahoz Özsunar oynuyor
Qral û Travis'te Deniz Özer ve Bahoz Özsunar oynuyornull Privat

Yasaklanan oyunda salondaki 800 biletin tamamının satılmış olduğunu belirten Selimoğlu son yıllarda pek çok farklı grubun pek çok Kürtçe oyun sahnelediğini ve seyirciden Kürt tiyatrosuna büyük bir ilginin olduğunu söylüyor. Hem üretimin hem de seyircinin ilgisinin arttığını ifade eden Selimoğlu, "Kürtçe dilini öcü olmaktan çıkardık, artık insanlar Kürt tiyatrosunu izliyor ve keyif alıyor. Onlar yasakladıkça biz daha çok üretiyoruz" diyor.

Daha önce de Molière oyunu yasaklandı

Yıllardır Kürtçe tiyatro sahneleyen Amed Şehir Tiyatrosu oyuncusu ve yönetmeni Berfin Emektar ise Kürtçe tiyatronun yasak olmamasına rağmen karşılaştıkları keyfi yasaklardan şikayetçi.

Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi bünyesindeki Şehir Tiyatrosu 2016 yılında belediyeye kayyum atanmasından sonra fiili olarak kapatılmıştı. Sözleşmeleri yenilenmeyen 33 tiyatro oyuncusu 2017 yılında Amed Şehir Tiyatrosu isminde özel bir tiyatro kurdu.

DW Türkçe'ye konuşan Emektar, Kürtçe tiyatronun son dönemdeki atılımını 1991 yılında Kürtçe dili üzerindeki resmi yasakların kalktığı döneme dayandırıyor. "Pek çok farklı ekip o dönemden bugüne tiyatro yapmaya devam ediyor" diyen Emektar, özellikle son bir yılda yasakların ve engellemelerin arttığını belirtiyor. Türkiye'de resmi bir yasak olmamasına rağmen keyfi uygulamalarla karşılaştıklarını söyleyen Emektar, "Bu konunun birilerinin inisiyatifine bırakılmaması gerekiyor" diyor.

Amed Şehir Tiyatrosu oyuncusu ve yönetmeni Berfin Emektar
Amed Şehir Tiyatrosu oyuncusu ve yönetmeni Berfin Emektarnull Privat

Şu an Türkiye'de farklı şehirlerde aktif olarak 14 ekibin Kürtçe tiyatro yaptığını anlatan Emektar, "Molière bile bu ülkede Kürtçe oynandığı zaman yasaklanan bir yazar haline gelebiliyor" ifadelerini kullanıyor.

Amed Şehir Tiyatrolarının sahneye koyduğu Molière'in eserinden uyarlanan Tartouffe oyunu 2022 yılında Adana ve Mersin Valiliği tarafından yasaklanmıştı.

Tüm diğer tiyatro grupları gibi ekonomik sorunlarla mücadele ettiklerini belirten Emektar, en büyük sorunlarının "yasak olmayan ama bir türlü kabul edilmeyen ve yasal bir güvencesi olmayan bir dilde tiyatro yapmaya çalışmak" olduğunu ekliyor.

Vahap Coşkun: Hukuki bir dayanak yok

DW Türkçe'ye açıklamalarda bulunan Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Vahap Coşkun Türkiye'de Kürtçe'nin yasak olmadığını hatırlatıyor. Bu yasaklamaların politik iklimden kaynaklandığını savunan Coşkun, "En son tiyatro oyununun yasaklanmasında İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya'nın bile 'olmaz böyle yasak' diyerek konuya hızlıca müdahale ettiğini gördük. Çünkü bu yasakların dayandırıldığı herhangi bir hukuki metin yok" diyor.

Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Vahap Coşkun
Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Vahap Coşkunnull Privat

Kürt meselesinin rahatlıkla konuşulabildiği ve çözüm arandığı dönemlerde bu tip yasaklara rastlanmadığını belirten Coşkun, "Türkiye'de demokrasi alanları daraldığı zaman" bu tip yasakların gündeme geldiğini söylüyor. Bir tiyatro eserinin yasaklanmasının sanat özgürlüğü, ifade özgürlüğü, toplanma özgürlüğü gibi pek çok temel hakka aykırı olduğunu ifade eden Coşkun "Bu eserlerin ne içeriğinde ne de sahneye konmasında kamusal alanı tehdit edecek bir durum söz konusu değil" diyor. Uluslararası Anadil Günü'nde "Kürtçe'nin hâlâ tehlike olarak görülmesinin çok acı olduğunu" ifade eden Coşkun, günümüzde artık dile yönelik yasakların konuşulmaması gerektiğini düşünüyor.

DW Türkçe'ye sansürsüz nasıl erişebilirim?

Berlinale 2024'e siyaset ve savaş damgası

74'üncü Uluslararası Berlin Film Festivali'nin açılışı, bu akşam Tim Mielants'ın yönettiği İrlanda-Belçika ortak yapımı "Small Things Like These" ile yapılacak. Filmin başrollerinde Cillian Murphy, Eileen Walsh, Michelle Fairley ve Emily Watson yer alıyor. Berlinale olarak bilinen festivalin resmî yarışma bölümünde gösterilecek olan dram, İrlanda'nın "Magdalene çamaşırhanelerini" konu ediyor. Bunlar, Katolik Kilisesi tarafından işletilen ve "düşmüş genç kadınların" köleleştirildiği yurtlardı. Her türlü mezalimin işlendiği bu kurumlar, 1820'lerden 1996'ya kadar varlığını sürdürmüştü.

Daha fazla çeşitlilik

Uluslararası Berlin Film Festivali'nin en büyük ödülleri olan Altın ve Gümüş Ayılar için bu yıl 20 film yarışıyor. Kazanan filmleri belirleyecek uluslararası jüriye Meksika-Kenya asıllı Oscar ödüllü Lupita Nyong'o başkanlık ediyor. Kendisine altı yardımcı jüri üyesi destek veriyor: Oyuncu ve yönetmen Brady Corbet (ABD), yönetmen Ann Hui (Hong Kong, Çin), yönetmen Christian Petzold (Almanya), yönetmen Albert Serra (İspanya), oyuncu ve yönetmen Jasmine Trinca (İtalya) ve yazar Oksana Zabuzhko (Ukrayna).

Jüri üyeleri: Lupita Nyong'o, Brady Corbet, Ann Hui, Albert Serra, Jasmine Trinca, Oksana Zabuzhko, Christian Petzold
Berlinale jüri üyeleri: Lupita Nyong'o, Brady Corbet, Ann Hui, Albert Serra, Jasmine Trinca, Oksana Zabuzhko, Christian Petzold

Filmlerin çoğunun ortak yapım olması nedeniyle resmî yarışma bölümüne aralarında Türkiye'nin de bulunduğu toplam 30 ülke katılıyor. Yönetmenliğini Min Bahadur Bham'ın yaptığı "Shambhala"nın ortak yapımcıları arasında Türkiye'den Zeynep Kuray da bulunuyor. Min Bahadur Bham, Berlinale'de Altın Ayı için yarışan ilk Nepalli yönetmen.

Geçen yıl Berlin'de hiç temsil edilmeyen Afrika kıtası, bu yıl festivale üç filmle birden katılıyor. "Timbuktu" ile 2014'te Oscar'a aday gösterilen Moritanya doğumlu Malili yönetmen Abderrahmane Sissako, "Black Tea" ile boy gösteriyor. Film, Asya'ya göç ettikten sonra yaşlı bir Çinli adama âşık olan Fildişi Sahilli genç bir kadının hikâyesini anlatıyor.

Tunus doğumlu yönetmen Meryem Joobeur, ilk uzun metrajlı filmi "Who Do I Belong To" ile ödül mücadelesi veriyor. Film, terör örgütü "Irak Şam İslam Devleti" (IŞİD) bünyesinde savaşan oğlu geri dönen bir annenin portresini çiziyor.

Fransız-Senegalli sinemacı Mati Diop, festivale iki belgeselinden biriyle katılıyor. "Dahomey" adlı yapım, Dahomey Krallığı'nın 26 kraliyet hazinesinin Benin'e iadesini konu alıyor. Daha önce 2019 yapımı uzun metrajlı filmi "Atlantics"in prömiyeriyle Cannes tarihine geçen Diop, festivalin yarışma bölümünde mücadele eden ilk siyahi kadın yönetmen.

Festivalin açılış filmi "Small Things Like These"de Cillian Murphy de rol alıyor
Festivalin açılış filmi "Small Things Like These"de Cillian Murphy de rol alıyornull Shane O’Connor

Avrupalılar da iddialı

Almanya, Fransa ve İtalya da festivalde iddialı yapımlarla temsil ediliyor. Bunlar arasında çok ödüllü Alman yönetmen Andreas Dresen'in Nazi karşıtı direniş grubu "Rote Kapelle"nin gerçek hikâyesine dayanan filmi "Von Hilde, mit Liebe" de yer alıyor.

Fransız sinemasının duayenleri Bruno Dumont ve Olivier Assayas'ın yanı sıra Cannes Camera d'Or ödülünün sahibi Claire Burger de Altın ya da Gümüş Ayı için yarışıyor.

Türkiye kökenli yönetmenlerin filmleri

Dünya sinemasından örneklerin yer aldığı Panorama bölümünde İstanbul doğumlu, Berlin'de yaşayan yönetmen Aslı Özge "Faruk" adlı filmi ile konuk olacak. İstanbul'da çekilen film, kentsel dönüşümün yanı sıra baba-kız ilişkisini ele alıyor. Film Berlinale'de dünya prömiyerini yapacak.

Panorama bölümünde Türkiye bağlantılı bir diğer yapım ise Gürcü yönetmen Levan Akin'in "Crossing" adlı filmi. Deniz Dumanlı'nın da rol aldığı film, Lia'nın İstanbul'un sokaklarına yeğenini aramasını anlatıyor.

Festivalde dünya prömiyerini yapacak bir diğer film Berlin doğumlu yönetmen Aslı Özarslan imzalı "Ellbogen" (Dirsek). Film,  Generation14Plus bölümünde gösterilecek. "Ellbogen," 18 yaşına giren, doğum gününü kutlamak isterken yaşadığı olaylar sonrasında İstanbul'a kaçmak zorunda kalan Hazal'ın hikayesini anlatıyor.

Deniz Şimşek'in yönetmenliğini yaptığı kısa metrajlı belgesel "detours while speaking of monsters" (Canavarlardan Söz Etmişken) Forum Expanded bölümünde izleyici ile buluşacak. Selin Öksüzoğlu'nun ilk kısa filmi "Adieu tortue" (Elveda Kaplumbağa) da festivalin kısa filmler programı Berlinale Shorts'da yer alacak.

Gazze savaşı ve diyalog

Berlinale, aynı zamanda Avrupa'nın üç büyük film festivali arasında "en politik olanı" olarak kabul ediliyor. İcra Direktörü Mariette Rissenbeek ve Sanat Direktörü Carlo Chatrian, bu yılki festivalin ardından görevlerinden ayrılacaklarını açıkladı. Rissenbeek ve Chatrian, "Almanya'da ve dünya genelinde antisemitizm, Müslüman karşıtlığı ve nefret söyleminin yayılmasından endişe duyduklarını" belirtti. İkili, aynı zamanda Gazze savaşıyla ilgili "açık bir diyaloğun" önünü açmak istediklerini dile getirdi.

Festivalin yöneticileri Carlo Chatrian ve Mariette Rissenbeek
Carlo Chatrian ve Mariette Rissenbeek, festival sonrasında yönetimden ayrılacaklarını açıkladınull Jens Kalaene/dpa/picture alliance

"Berlinale Özel" (Berlinale Special) bölümünde, İsrailli yönetmen Amos Gitai'nin "Shikun" filmi "Ortadoğu'da bir diyalog platformu oluşturma girişimi" olarak tanımlanıyor. Panorama bölümünde yer alan iki aktivist çalışma da yine Ortadoğu'yu konu alıyor: Filistin-İsrail ortak yapımı "No Other Land" ve Myriam El Hajj'ın "Diaries from Lebanon" adlı belgesel filmleri.

Bu arada bir yönetmen, "Almanya'nın Gazze savaşı sırasında İsrail'e verdiği desteği protesto etmek" amacıyla festivalin Forum Expanded bölümündeki yapımlarını resmen geri çekti. Ganalı yönetmen Ayo Tsalithaba, sosyal medya üzerinden yaptığı açıklamada Alman kültür kurumlarını boykot etmek için "Strike Germany" çağrısına katıldığını duyurdu.

Kırmızı halıdaki yıldızlar

Bir film festivali elbette aynı zamanda ihtişamı ve yıldızlarıyla da gündeme geliyor. Uluslararası Berlin Film Festivali, bu yönüyle de hayli iddialı: Hollywood'un efsane yönetmeni ve yapımcısı Martin Scorsese'ye, 20 Şubat'ta "Yaşam Boyu Onur Ödülü" verilecek.

Martin Scorsese
Martin Scorsese Berlinale'de Yaşam Boyu Onur Ödülü verileceknull Chris Pizzello/Invision/AP/picture alliance

Netflix yapımı "Spaceman" dünya prömiyerini Berlinale'de yaparken, başrol oyuncuları Adam Sandler ve Carey Mulligan da orada olacak. Marvel Sinematik Evreni hayranları, "A Different Man" yapımının baş rol oyuncusu Sebastian Stan'i yakından görebilecek.

Berlinale Özel'de Riley Keough ve Jesse Eisenberg, diyalogsuz dram filmi "Sasquatch Sunset"te boy gösterecek. Berlin'de kırmızı halıya çıkması beklenen diğer ABD'li oyuncular ise "Love Lies Bleeding" ile Kristen Stewart, "Treasure" ile Lena Dunham ve "Seven Veils" ile Amanda Seyfried.

Altın ve Gümüş Ayıların takdim edileceği Berlinale'nin kapanış galası, 24 Şubat'ta yapılacak.

 

DW Türkçe'ye VPN ile nasıl erişebilirim?

Neden her dilde yapay zeka destekli çeviri yapılamıyor?

ChatGPT gibi yapay zeka destekli araçlar, destekledikleri dili biliyorsanız harika fırsatlar sunuyor.

Ancak Etiyopya'nın başkenti Addis Ababa'da bulunan Ashagari danışmanlık şirketinin kurucusu Mekdes Gebrewold, Amharca dilinde makine çevirisinin imkansız olduğunu söylüyor. DW'ye konuşan Gebrewold, "Google Çeviri gibi araçlar Amharca için iyi yapılandırılmamış. Bunun yerine profesyonellere para ödüyoruz" diyor.

Mekdes Gebrewold gibi milyarlarca insan, yapay zeka destekli araçlardan anadillerinde yararlanamıyor.

Bu durum yalnızca ChatGPT gibi üretken yapay zeka destekli araçlar veya Google Çeviri (Translate) gibi çeviri hizmetlerine özgü değil. Otomatik tamamlama, metin çözümleme, sesli asistanlar ve sosyal medyadaki içerik denetimi gibi birçok yapay zeka destekli araç, farklı dillerde hizmet verme konusunda yetersiz.

Ancak bazı şirketler bunu değiştirmeye çalışıyor.

Yapay zeka destekli araçlar nasıl çalışıyor?

Aslında modern yapay zeka araçları, aldıkları girdiye göre en olası yanıtı tahmin ediyor. Gelişmiş otomatik tamamlama araçlarının yaptığı bu tahminler, yapay zeka mühendislerinin modellerini oluşturmak için kullandıkları "eğitim verilerine" dayanıyor. Dijital içerik koleksiyonlarından oluşan bu eğitim verileri çok büyük yer kaplıyor.

Common Crawl, bu eğitim verileri için önemli bir kaynak. Common Crawl, internetteki milyarlarca web sayfasından oluşan bir veri kümesi ve açık kaynak olarak erişilebiliyor. Yapay zeka destekli ChatGPT- 3.5 sürümünü eğitmek için kullanılan verilerin yaklaşık yüzde 60'ı bu koleksiyondan alınmıştı.

Yapay zeka araçları, bazı dillerdeki eğitim verileri kısıtlı olduğu için farklı dillerde aynı performansla çalışmıyor. İnternetteki içerikler yoğun olarak birkaç dilde oluşturulduğu için, birçok dilde yapay zeka eğitim verisi bulmak bir sorun.

Örneğin İngilizce, Common Crawl'daki tüm içeriklerin neredeyse yarısını oluşturuyor.

Google Translate
null Valentin Wolf/imageBROKER/picture alliance

Öte yandan diğer tüm Afrika, Amerika ve Okyanusya dilleriyle birlikte Amharca, Common Crawl verilerinin yüzde 0,1'inden azını oluşturuyor. Amharca çok az dijital veri üretilen, düşük kaynaklı bir dil olarak biliniyor. Dünyada milyarlarca insan düşük kaynaklı dilleri konuşuyor. Çok sayıda kişinin konuştuğu Hintçe, Arapça ve Bengalce gibi diller bile düşük kaynaklı dil olarak görülüyor.

Avrupa dilleri ise Asya ve Afrika dillerinin çoğuna kıyasla eğitim verilerinde daha fazla içerik sahibi. Örneğin Flemenkçe, Amharca'ya benzer şekilde 20 milyondan fazla kişi tarafından anadil olarak konuşuluyor. Ancak Flemenkçe, Common Crawl veri setinde Amharca'ya kıyasla neredeyse 700 kat daha fazla yer alıyor. Flemenkçe, Common Crawl veri setinde 300 milyondan fazla kişinin anadili Hintçe'den bile yüzlerce kat daha fazla içeriğe sahip.

Ancak bu veri eksikliğini gidermenin yolları var.

Silikon Vadisi'ndeki teknoloji devlerinin dışında, dünyanın her yerindeki makine öğrenimi araştırmacıları, kendi dilleri için yapay zeka destekli araçlar geliştiriyor.

Yapay zeka destekli araçlarda dil açığı nasıl kapatılır?

Asmelash Teka Hadgu, Etiyopya'daki Amharca ve Tigrinya dillerinde makine çevirisi ve konuşma teknolojisi sağlayan bir startup olan Lesan'ın kurucu ortağı. Bu dillerde çok büyük miktarda online kaynak bulunmadığından, Hadgu'nun ekibi doğrudan bu dilleri konuşan topluluklarla çalışıyor ve veri toplamanın yaratıcı yollarını buluyor.

DW'ye konuşan Hadgu, "Genellikle kendi dillerini seven öğrencilerle çalışıyoruz" diyor. Öğrenciler için Hadgu, "Onlara böyle bir şey ürettiğimizi söylediğimizde etkileniyorlar ve katkıda bulunmak istiyorlar. Bu yüzden kendi dilimizde içerik toplamak için görevler belirledik. Onlara yardımcı oluyoruz ve finansal olarak çalışmalarının karşılığını veriyoruz" ifadelerini kullanıyor.

Böylesi bir veri toplama süreci çok fazla el emeği gerektiriyor. Katkıda bulunan kişiler, öncelikle güvenilir kitaplar veya gazeteler gibi yüksek kaliteli veri kümelerini belirliyor ve ardından bunları dijitalleştirerek hedef dillere çeviriyorlar. Son olarak bu kişiler, makine öğrenimi sürecine rehberlik etmek için orijinal ve çevrilmiş versiyonları cümle cümle sıralıyorlar.

Bu yöntem, Lesan gibi şirketleri, milyarlarca sayfa İngilizce içeriğe sahip araçlara rakip hale getirmez. Ancak başka avantajlar sağiayabilir. Örneğin Lesan, hem Amharca hem de Tigrinya'da Google Çeviri'den daha iyi performans gösteriyor.

Asmelash Teka Hadgu, bu durumu "Küçük, dikkatle seçilmiş veri kümelerini kullanarak kullanışlı modeller oluşturulabileceğini gösterdik" diye açıklıyor. Hadgu, bu modeller için "Sınırlamalarını ve yeteneklerini anlıyoruz. Bu esnada Microsoft veya Google genellikle tüm diller için tek, devasa bir model oluşturuyor, dolayısıyla bu modelin denetlenmesi neredeyse imkansız" diye ekliyor.

Daha fazla dilin dijital desteğe ihtiyacı var

Lesan bu çalışma yöntemine sahip tek şirket değil. Benzer projeler, dijital ayak izi daha küçük olan diller için bile tüm dünyada başarıyla uygulanıyor.

Hristiyan bir sivil toplum kuruluşu olan SIL International'ın yürüttüğü küresel bir dil veritabanı olan Ethnologue, Amharca'yı "önemli" dil desteğine sahip diller arasında listeliyor. Bu, en azından Amharca'da bazı makine çeviri araçlarının, yazım denetiminin ve konuşma işlemenin mevcut olduğu anlamına geliyor.

Frau benutzt Laptop
null Issouf Sanogo / AFP

Birçoğunun bir milyonun üzerinde kullanıcısı olan dillerin de aralarında yer aldığı binlerce dilde, çok daha az içerik ve daha az dijital araç sunuluyor.

Asmelash Teka Hadgu, yapay zeka konusunda Afrikalı önde gelen isimlerden oluşan bir ağın parçası. Hadgu, Afrika, Avrupa ve Kuzey Amerika'dan bir grup araştırmacının yer aldığı Dağıtılmış Yapay Zeka Araştırma Enstitüsü'nde (DAIR) araştırma görevlisi. Aynı zamanda Hadgu, GanaNLP ve Afrikalı halk kolektifi Masakhane gibi gruplarla da düzenli temas halinde.

Hadgu DW'ye "Afrikalı kurucuların bu teknolojileri sahiplenmesine olanak sağlıyoruz" diyor. Hadgu, "Bu araçlar, bu topluluklardan insanlar tarafından üretiliyor ve hizmet veriyor. Yani mali karşılığı da doğrudan onlara geri dönecek" ifadelerini kullanıyor.

Afrika dışında da dünyanın dört bir yanındaki araştırmacılar Jamaika Patois dili, Katalanca, Sudan dili ve Maori dili gibi diğer dilleri yapay zekaya eklemenin yolları üzerine çalışıyor.

ChatGPT'nin OpenAI'si gibi teknoloji devleri modellerini gizli ve anlaşılmaz tutarken, küresel yapay zeka kolektifi Hugging Face gibi girişimler bilgilerini ve yapay zeka modellerini özgürce paylaşıyor. Böylece, herhangi bir araştırmacının kendi dilleri için çözüm üretmesini kolaylaştırıyorlar.

Asmelash Teka Hadgu, "Yetenek her yerdedir, fırsat yoktur" diyor. Hadgu, "Diyelim ki Gana'daki bir dil için en iyi türde makine çevirisi teknolojisini yaratmak istiyorsanız, bunu tutkuyla isteyen ve bunu iyi yapabilecek bir Ganalı mutlaka vardır. Buna fırsat sağlamak lazım" diye ekliyor.

Hanna Demissie bu habere Etiyopya'dan katkıda bulundu.

- Bu haber İngilizce'den Türkçe'ye adapte edilmiştir.

DW Türkçe'ye VPN ile nasıl ulaşabilirim?

Popun Kraliçesi Madonna bitmeyen gençliğin mi peşinde?

Daha önce erkeklerin hükümranlığında olan pop dünyasına hükmeden ilk kadın… Yıllardır "Popun Kraliçesi" olarak anılan Madonna 65. doğum gününü kutluyor. Benzersiz kariyerinde bugüne kadar elde ettiği başarılarının listesi ise uzayıp gidiyor.

"Everybody" adlı ilk 45'liğinin çıktığı 6 Ekim 1982 tarihinden bu yana, 40 yılı aşan kariyerinde 300 milyondan fazla kayıt satan Madonna, Guinness Dünya Rekorları tarafından tüm zamanların en çok satan kadın sanatçısı ilan edildi. Tahminen 850 milyon dolarlık servetiyle Madonna müzik dünyasının en başarılı sanatçılarından biri. Forbes dergisinin yıllık en çok kazanan kadın müzisyenler listesinde 11 kez birinciliği elde eden, tam 28 kez Grammy'ye aday gösterilen Madonna, toplam yedi kez ödülü kazanmayı başardı. Kültür ve sanat dünyasında ikon denince on yıllardır ilk akla gelen isimlerden.

Müzik yıldızı olarak yaptığı kariyerinin yanı sıra aynı zamanda bir girişimci, yazar, yönetmen, yapımcı ve tasarımcı. Oyunculuk kariyerinde yükselmekte zorlansa da, "Evita" müzikalinin 1996'deki film versiyonunda üstlendiği başrol ile en iyi kadın oyuncu dalında Altın Küre Ödülü kazandı.

Madonna'nın "Evita" filminden bir sahne
Madonna, "Evita" filmindeki performansıyla eleştirmenlerden tam not almıştı null United Archives/Impress/picture alliance

Tabuları yıkan kadın

Madonna Louise Ciccone, 16 Ağustos 1958'de Amerika Birleşik Devletleri'nin (ABD) Michigan eyaletindeki Bay City'de doğdu. 1980'lerin ilk yarısında yıldızı hızla parlayan Madonna, asi tavrı ve cesur cinselliği ile büyük çıkış yaptı.

Madonna ismi, ergen hamileliğini konu alan "Papa Don't Preach" gibi şarkıları ya da Ku Klux Klan'ın yanan haçları ve siyah bir aziz ile öpüşme sahnesinin yer aldığı "Like a Prayer" gibi kışkırtıcı müzik klipleriyle tartışma yaratmaktan korkmayarak sınırları zorlamak ve tabuları yıkmakla eş anlamlı hale geldi.

Madonna'nın 1990 yılında çıktığı "Blond Ambition" turnesinden bir görüntü
Madonna'nın 1990 yılında çıktığı "Blond Ambition" turnesi, birçok eleştirmen tarafından günümüzdeki pop konserlerinin anası sayılıyornull Franz-Peter Tschauner/dpa/picture alliance

Madonna yıllar boyunca çok yönlülüğü ve kendini müzik, stil ve kimlik açısından yeniden keşfetme becerisiyle ilham vermeyi ve şaşırtmayı başardı. Dünya onu yırtık file çorapları ve parmaksız eldivenleriyle kışkırtıcı bir asi ya da Jean Paul Gaultier korseleriyle bir seks bombası olarak tanıdı; daha sonra beklenmedik bir dönüş yaparak Yahudi mistisizmi Kabala'yı keşfetti ve hatta 2004 yılında İbranice Esther adını da kullanmaya başladı.

Madonna sahnede dans ediyor
Yahudi mistisizmi Kabala'yı keşfeden Madonna, 1998'de çıkan "Ray of Light" albümünde mistik ögelere de yer verdinull Achim Scheidemann/dpa/picture-alliance

1996'da Lourdes'u dünyaya getirerek ilk kez anne olan Madonna, Rocco (22), David (17), Mercy (17) ve ikizler Stella ve Estere (10) ile altı çocuklu bir anne. ABD'li aktör Sean Penn (1985-1989) ve İngiliz film yönetmeni Guy Ritchie (2000-2008) ile yaptığı iki evlilikle de manşetlerden eksik olmadı.

Pop kültürün gelmiş geçmiş en parlak yıldızlarından olan Madonna, provokasyon olarak görülen adımlardan da hiç vazgeçmedi. 1992 yılında çıkardığı ve sadomazoşist fantezilerin tasvirlerini içeren "Sex" kitabı, "Madonna bu sefer çok ileri gitti" benzeri eleştirilere hedef olsa da birkaç hafta içinde tanesi yaklaşık 50 dolardan 1,5 milyon nüsha satarak benzeri görülmemiş bir başarı hikayesi oldu.

Madonna'nın 2003 yılında çıkardığı ve ahlak dersleri içeren "İngiliz Gülleri" adlı çocuk kitabı, yayımlandıktan sonra tüm zamanların en hızlı satılan resimli çocuk kitabı oldu. Madonna, bir milyonluk satış rakamına ulaşan kitabın tüm gelirini bir çocuk hayır kurumuna bağışladı.

Madonna ve oğlu David
Madonna, oğlu David'i evlat edindiği Malavi'de 2017 yılında bir çocuk hastanesi açtınull Getty Images/AFP/A. Gumulira

Madonna, kendi yardım kuruluşları "Ray of Light Foundation" ve "Raising Malawi" ile de uzun yıllardır insani yardım faaliyetlerine katılıyor.

Yaş sınırlarını zorlamak

Ancak son zamanlarda Madonna'nın gördüğü ilginin önemli bir bölümü, sanatçının estetik cerrahi ile ilişkisine yoğunlaşıyor.

Bu yoğun ilgide zirve, bu yılın başlarında 2023 Grammy ödül töreninde yaşandı. Madonna, Sam Smith ve Kim Petras'ın performansını isyanın gücü hakkında bir konuşmayla tanıttı. Petras, önde gelen Grammy kategorilerinden birinde ödül kazanan ilk açık trans şarkıcı olduğu için bu tarihi bir olaydı. Ancak asıl ilgi odağı Madonna'nın doğallıktan uzak şişkin yüzü oldu ve bu durum günlerce medyada büyük bir tartışmaya yol açtı.

2023 Grammy ödül töreninde konuşma yapan Madonna
2023 Grammy ödül töreninde konuşma yapan Madonna'nın yüzü tartışmalara yol açtınull Frazer Harrison/Getty Images

Medya yıldızın yüzüne ne yaptırdığını öğrenmeye çalıştı. İngiliz bulvar gazetesi Daily Mail'e konuşan Chicagolu estetik cerrah Michael Horn, Madonna için estetik ameliyat ve burun estetiğinin ötesinde, "Görünüşe göre zaman içinde aşırı dolgu kullanmış, yüzüne dolgun bir görünüm kazandırmış ve bir zamanlar sahip olduğu doğal ve hoş kemik yapısından uzaklaşmış" dedi. Horn'a göre "en dikkat çekici ve çarpıcı olan Madonna'nın yüz şeklinin daha V şeklinde bir yapıya dönüşmüş olması."

Popun Kraliçesi ise Instagram üzerinden eleştirel yorumlara cevap verdi: "Bir kez daha içinde yaşadığımız dünyaya nüfuz eden yaş ayrımcılığı ve kadın düşmanlığının gözleri alan parlamasına yakalandım. Bu dünya, 45 yaşını geçmiş kadınları kutlamayı reddeden ve güçlü iradeli, çalışkan ve maceracı olmaya devam ederse onu cezalandırma ihtiyacı hisseden bir dünya."

"Yaptığım yaratıcı seçimler, görünüşüm ya da giyim tarzım için hiçbir zaman özür dilemedim ve dilemeyeceğim. Kariyerimin başından beri medya tarafından aşağılandım ama bunun bir sınav olduğunun farkındayım ve arkamdaki tüm kadınların gelecek yıllarda daha rahat edebilmesi için öncülük yapmaktan mutluluk duyuyorum" diyen Madonna, paylaşımının sonunda da daha uzun yıllar boyunca "yıkıcı davranışlar", "sınırları aşmak" ve "ataerkilliğe karşı durmak" için sabırsızlandığını kaydetti.

Madonna o tarihe kadar, 2012 yılında İngiliz Mirror gazetesine verdiği ve "Estetik cerrahiye kesinlikle karşı değilim; ancak bunu tartışmak zorunda kalmaya kesinlikle karşıyım" şeklinde konuştuğu demeç dışında bu konuya hiç değinmemişti. Grammy ödül töreninden kısa bir süre sonra da "Bakın, ameliyattan kaynaklanan şişlikler indiği için şimdi ne kadar sevimliyim" başlığıyla bir selfie paylaşarak eleştirilere gülüp geçtiğini gösterdi.

Ancak saplantılı bir şekilde genç kalmaya çalışmak kadınlar için gerçekten güçlendirici bir mesaj mı? Birçok eleştirmen bunu daha ziyade erkeklerin - ve genel olarak toplumun - kadınlardan ve özellikle de yıldızlardan beklentilerini kabullenmek olarak görüyor. Fakat Madonna da zaten bu beklentilerle oynamaktan hiçbir zaman çekinmedi.

"Zarif bir şekilde yaşlanma" efsanesi

Her halükârda, bu beklentileri yaşlandığınızı hiç belli etmeden karşılamak temelde imkansız.

Günümüzde hakim olan güzellik kültürüne yönelik eleştirel yazılarıyla tanınan gazeteci Jessica DeFino'nun Glamour dergisine verdiği demeçte belirttiği gibi, insanlar Madonna'nın yeni yüzüne kızdı çünkü "yaşlanmayı geciktirmenin insanlık dışı bir amaç olduğu ve yaşlanmayı geciktirmeye çalışmanın - ya da 'zarif bir şekilde yaşlanmanın', adına ne derseniz deyin - aslında inanılmaz miktarda çaba gerektirdiği yönündeki gerçeği ifşa ediyordu."

Benzer şekilde, TIME dergisinden Belinda Luscombe da, "Madonna'nın Yüzü ve Zarif Yaşlanma Efsanesi" başlıklı yazısında "zarif yaşlanma" kavramının sadece bir efsane olduğunu savunuyor: "Kadınlar dolgu/botoks/cerrahi kokteylinden çok fazla içtiklerinde yapılan yaygın bir eleştiri, acemi buz patencilerine zahmetsizce kaymalarını söylemek kadar faydalı bir tavsiye olan 'zarif yaşlanmaları' gerektiğidir."

Tek gözünü bir bant ile kapatmış olan Madonna
Madonna, "Madame X" albümünün tanıtım turunda programlara tek gözünü kapatan bir bant ile çıkmıştınull picture-alliance/dpa/I. Infantes

Luscombe, "Hiç kimse, yetenekli profesyonellerin katkısı da dahil olmak üzere çok çaba sarf etmeden buzun üzerinde kaymaz ya da zarif bir şekilde yaşlanmaz. Sanki Madonna kadar yapmacık görünmeyen yaşlı kadın ünlüler yaygın olarak övülüyormuş gibi. Kimse az ya da çok normal görünen kadınlara övgüler yağdırmıyor." saptamasını yapıyor.

Madonna korkuttu

Bu arada Popun Kraliçesi görünümüne yönelik gelen eleştirilerden çok daha ciddi sorunlarla uğraşıyor. Haziran ayı sonlarında sanatçı ciddi bir bakteriyel enfeksiyon nedeniyle hastaneye kaldırıldı ve 40 yılı aşkın kariyerinin kutlaması niteliğindeki "Celebration" adlı dünya turnesinin Kuzey Amerika ayağını ertelemek zorunda kaldı.

Bu Madonna'nın son yıllarda yaşadığı ilk sağlık sorunu değil. "Madame X" turnesinde geçirdiği bir sakatlığın ardından 2020 yılında kalça protezi ameliyatı geçirmişti.

Ancak görünen o ki Popun Kraliçesi'nin yavaşlamak gibi bir niyeti yok. Bakteriyel enfeksiyon nedeniyle tedavi gördükten sonra yaptığı ilk sosyal medya paylaşımında, "Şu anda odak noktam sağlığım ve daha da güçlenmek ve sizi temin ederim, en kısa zamanda sizinle birlikte olacağım!" diyen Madonna'nın "Celebration" turnesi 14 Ekim'de İngiltere'nin başkenti Londra'da başlayacak, biletlerin satışa çıktığı ilk gün 600 bin biletin satıldığı turnenin 24 Nisan 2024'e kadar sürmesi öngörülüyor.

 

Barbie: Feminist ikon mu, yoksa toksik güzellik ideali mi?

Sinema dünyasında aylardır heyecanla beklenen "Barbie" filmi, izleyicileri ana karakterin bir nevi doğuşuna götürüyor. ABD'li yönetmen Greta Gerwig imzalı filmde Margot Robbie'nin canlandırdığı Barbie, çölün ortasında adeta ihtişamlı bir abide gibi duruyor. Etrafında ise oyuncak bebeklerle oynayan küçük kızlar. Barbie'nin bir göz kırpması ile, Richard Strauss'un şatafatlı müziği eşliğinde küçük bir kız o ana kadar oynadığı oyuncak bebeği parçalayıp uzayın derinliklerine fırlatıyor. Stanley Kubrick'in 1968 tarihli unutulmaz bilimkurgu klasiği "2001: Bir Uzay Destanı"ndaki (2001: A Space Odyssey) ikonik giriş sahnesi "İnsanlığın Şafağı"na gönderme yapan bu sahne, Barbie'nin gelişi ile oyuncak dünyasında da yeni bir çağın başladığına işaret ediyor.

Dünyanın en popüler oyuncak bebeği

"Barbie'nin Annesi" olarak da bilinen Ruth Handler de onun tam da böyle bir çığır açmasını hayal etmişti zaten. Handler, kızının ve arkadaşlarının, gelecekteki annelik rollerine hazırlanmak için klasik bir oyuncak bebekle oynamalarını istemiyordu. Dünya çapında en çok satan oyuncaklardan biri haline gelecek olan Barbie'yi genç, özgüvenli, meslek sahibi ve çekici bir kadın olarak tasarladı. Oysa Barbie'nin dünyaya gözlerini açtığı 1959 Amerika'sında, henüz kadınların çalışıp para kazanması çok yaygın ve kabul gören bir olgu değildi.

Barbie'nin yaratıcısı Ruth Handler
Barbie'nin yaratıcısı Ruth Handler'ın feminizme büyük katkısı olduğunu savunanlar da var, yanlış bir güzellik ideali sunduğu gerekçesiyle aksini savunan danull Andrew Harnik/AP Photo/picture alliance

ABD'li Ruth Handler (1916-2002), kadın-erkek herkesin aile bütçesine katkıda bulunmak zorunda olduğu Polonya kökenli bir Yahudi göçmen aileye mensuptu. Kocası Elliot ve girişimci Harold Matson ile birlikte 1945 yılında bir garajda "Mattel" şirketini kurdu. Üçlü, ilk başta resim çerçeveleri ve bebek evi mobilyaları üretti. Bebek mobilyaları iyi sattığı için, çeşitli oyuncakların üretimine de başladılar ve bu alanda uzmanlaştılar. Küçük üretim atölyesi, zamanla dünya çapında dev bir şirket haline geldi. Bunda hiç kuşkusuz en önemli pay sahibi, dünyanın en popüler oyuncak bebeği haline gelecek olan Barbie oldu. 

Barbie'nin sloganı: "Sınırsız potansiyelin var"

Barbie, tıpkı onu tasarlayan Ruth Handler gibi başarılı bir kariyer yaptı. O yıllarda yaygın olduğu gibi klasik ev kadını değil, doktor, pilot, astronot ve ABD Başkanı rollerine büründü. Mattel oyuncak firmasının reklamlarında sürekli olarak, Barbie ile her kız çocuğunun içindeki "sınırsız potansiyelin" harekete geçirildiği vurgulandı ve vurgulanıyor.

Aynı zamanda koyu bir Barbie hayranı olan ABD'li yazar Susan Shapiro, oyuncak bebeğin, kız çocuklarına şu mesajı vermeye çalıştığını belirtiyor: "Çocuk yetiştiren bir anne olmak zorunda değilsin. Hatta evlenmek zorunda değilsin. Babanın ya da kocanın sana bakmasına da muhtaç değilsin. Kendi başının çaresine bakabilirsin. İstediğin her şey olabilirsin. Yüzlerce kariyer seçeneğin olabilir!"

"Barbie" filminde Ryan Gosling'in canlandırdığı Ken ve Margot Robbie'nin oynadığı Barbie karakterlerinin göründüğü bir sahne
Greta Gerwig'in filminde de Ken (Ryan Gosling) sadece Barbie'nin (Margot Robbie) pembe gölgesinde kalan erkek konumundanull Warner Bros/Entertainment Pictures/ZUMAPRESS/picture alliance

Barbie'nin kendi evi ve arabası var. Arabanın yolcu koltuğuna oturmasına izin verilen sadık erkek arkadaşı Ken ise 1961'de ona eşlik etmeye başladı. Ancak Ken, hiçbir zaman Barbie'nin sahip olduğu cazibe ve popülariteye erişemedi. Nitekim Barbie filminde Ken'i canlandıran Ryan Gosling de bu durumdan şikâyetçi: "Ne yaparsam yapayım, hep iki numarayım. Ben sadece Ken'im." 

Tartışmalı bebek

Ruth Handler'ın, kızı Barbara'nın adını verdiği bebeğin, "çalışan ve ekonomik bağımsızlığa sahip güçlü bir kadın" profili sergilemesi, ağırlıklı olarak muhafazakâr anlayışın hâkim olduğu 1950'ler ve 1960'ların başında, tutucu kesimler tarafından bir "provokasyon" olarak görülüyordu. Yine de Barbie, feminist çevrelerde bugüne kadar pek itibar görmedi. ABD'li yazar ve feminist Jill Filipovic'e göre Barbie, "sağlıksız bir ideal kadın imajı" çiziyor. Ona göre Barbie figürü, "çekici, iyi ve asil bir kadının nasıl olması gerektiğini" dayatmaya çalışıyor. 

Uzun bacaklar, incecik bel, her zaman fit ve bakımlı bir görünüm! Barbie bebeklerle birlikte bu sözde "ideal güzellik normu" çocuk odalarına kadar girdi. DW'ye konuşan kültür bilimci Elisabeth Lechner bu normu "Genç, beyaz, bakımlı, engelsiz, kapitalist dünyada her daim aksiyona ve başarıya hazır bir genç kadın profili" diye özetliyor. Araştırmaların da ortaya koyduğu gibi, çizilen bu imaj, kız çocuklarında bedenlerinden rahatsız olmayı tetikleyebilecek son derece tehlikeli ve tartışmalı bir güzellik olgusuydu.

Çeşitli Barbie bebekler
Günümüzde Barbie bebekler önceki yıllara göre çok daha çeşitlinull Cover-Images/imago images

Barbie ve çeşitlilik

Mattel, bu eleştirilere duyarsız kalmadı ve ürün yelpazesini genişleterek çeşitliliği artırdı. Artık farklı vücut ölçülerine sahip, protez bacaklı, tekerlekli sandalyede oturan, kemoterapi gören ve Down sendromlu Barbie'ler de var. Beden imgeleri ve beden pozitifliği konusunu inceleyen Elisabeth Lechner'e göre bu durum temel sorunu değiştirmiyor: "Artık olumlu kastedilen nesneleştirme biçimlerinin, yani dış görünüşe yönelik olumlu iltifatların bile kadınlara her zaman sadece dış görünüşlerinin önemli olduğunu hatırlattığını kanıtlayan çalışmalar var."

İlk siyah Barbie

Çeşitliliğe yönelik ilk adım, derin ırk çatışmalarının ABD'yi sarstığı 1960'larda atıldı. Vatandaşlık hakları savunucusu ve siyahların verdiği mücadelenin sembol ismi Martin Luther King'in suikasta kurban gittiği yıl, Barbie evrenine "Christie" adı verilen ilk siyah bebek dahil oldu.

1980'e kadar Barbie olarak adlandırılmasına izin verilmedi. Yine de o dönemde pek çok renkli tenli kadın için "siyah Barbie" bir zaferin simgesiydi: Afro-Amerikan kökenli kadınların da güzel, göz alıcı ve başarılı olabileceklerinin kanıtıydı. 

Barbie sürdürülebilir bir oyuncak mı?

Bir oyuncak bebek, basit bir oyuncaktan çok daha fazlasıdır. Bir çocuk için kimlik figürü olabilir, hatta gelecekteki normallik ve güzellik imajını şekillendirebilir. Bu nedenle, muhtemelen dünyanın en çok satan bebeği olan Barbie'nin bugün hâlâ tartışma konusu olması da pek şaşırtıcı değil. Eleştiri ve tartışmalar genelde üç ana konuya odaklanıyor: Güçlü görünme zorunluluğu, güzellik takıntısı ve sürdürülebilirlik.

Ruth Handler ve kocası Elliot Handler
Ruth Handler ve kocası Elliot 1951 yılında "Mattel"in küresel bir şirkete dönüşeceğini ve Barbie'nin satış rekorları kıracağını tahmin etmiyorlardı.null AP Photo/picture alliance

Barbie bebeklerin ve aksesuarlarının üretiminde büyük oranda plastik kullanılıyor. "The Conversation" medya ağına göre, ABD'li araştırmacılar, her bir bebeğin iklime ne kadara mal olduğunu hesapladı: 182 gramlık bir Barbie, plastik üretimi, ürün imalatı ve nakliyesi dahil olmak üzere yaklaşık 660 gram karbon emisyonu üretiyor.

Üretici firma Mattel, Barbie'nin altmış yılı aşan tarihinde, pazarlamayı her zaman akıllıca bir biçimde çağa uyarladı. Bu kapsamda yaptığı en son hamlelerden biri de "geri dönüştürülmüş plastikten üretilmiş Barbie" oldu. Firma böylece, en azından sürdürülebilirlikle ilgili eleştirilere duyarsız kalmadığını gösterdi.

Onlarca farklı konsepte uygun varyantları bulunan ve hep bir etkinliğin odağında yer alan Barbie, muhtemelen dünyanın "en çalışkan ve gözde oyuncak bebeği" konumunda. Zamanın ruhuna ve farklı akımlara göre sürekli güncellenen Barbie'de değişmeyen tek şey ise asla yaşlanmaması. Ten rengi ne olursa olsun; Barbie "sonsuza kadar genç kalmayı" başaracak gibi görünüyor. 

 

DW Türkçe'ye VPN ile nasıl sansürsüz ulaşabilirim?

Festival ve konser iptalleri: Kültürel gettolaşma uyarısı

Muhazakâr grupların baskısıyla festival ve konser yasaklarının son örneği pop şarkıcısı Hande Yener'in başına gelenler oldu. 2009 yılında katıldığı Onur Yürüyüşü'nden bir fotoğrafla hedef gösterilen Hande Yener'in 9 Temmuz tarihli Balıkesir konseri edildi. Sosyal medya hesabında sıklıkla İsmailağa Cemaati’yle ilgili paylaşımlarda bulunan Müdafaa-i İslam Hareketi Başkanı Erdem Özveren'in yaptığı çağrı, sosyal medyada destek buldu. Belediyeyi arayan Özveren, konuştuğu yetkiliye AKP'li Tekirdağ Süleymanpaşa Belediye Başkanı Cüneyt Yüksel'in görevden alındığını da hatırlattı. Yüksel, hükümeti eleştirdiği için hedef gösterilen şarkıcı Melek Mosso'nun konserini tepkilere rağmen iptal etmediği için eleştirilmişti. 

Şarkıcı Melek Mosso
Şarkıcı Melek Mossonull Yasin Akgul/AFP/Getty Images

"Hande Yener konseri, muhafazakâr derneklerin tehdit içeren tepkileri nedeniyle mi yasaklandı?” sorusunu sormak için aradığımız Balıkesir Büyükşehir Belediyesi ise konuyla ilgili açıklama yapmayacağını söyledi. Konuştuğumuz yetkili "Bir iptal değil, isim değişikliği olmuştur" ifadesini kullandı. Sahneye çıkmasına saatler kala konseri iptal edilen Yener de "Her türlü görüşe saygı duyuyorum ancak bazen birbirimizin sesi olmamız gerekir. Ben yasaklanacak bir şey yaptığımı düşünmüyorum" ifadelerini kullandığı bir gönderi paylaştı. 

Sanat Özgürlüğü İzleme Platformu'nun (SÖZ) verilerine göre, 2022'de başlayan ve özellikle kadın sanatçıların sahne aldığı konserlerin iptaliyle gündeme gelen etkinlik yasakları, 2023'ün ilk altı ayında da devam etti. Türkiye'de geçen yıl 14 festival çeşitli gerekçelerle yapılamazken bu yılın ilk altı ayında 14 etkinlik iptal edildi veya yasaklandı. Sanatçılar ayrıca 27 kez hakarete ve hedef göstermeye maruz kaldı, tehdit ve saldırıya uğradı. 

Yasaklatma süreci nasıl işliyor? 

Bir festival ya da konserin iptal edilmesi ya da yasaklanması süreçleri ise birbirine benzer şekilde gelişiyor. Milli ve manevi değerlere zarar verdiği, gençleri alkole ve uyuşturucuya özendirdiği iddialarıyla yapılan yasak çağrılarında, sosyal medya üzerinden belediyelere, valiliklere yönelik etiket kampanyası yapılıyor. Ardından bu kurumlar telefonla aranıyor ve CİMER'e şikayet yazılıyor. 

Konserlerin yasaklanmasını isteyenler, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın LGBTİ+'larla ilgili söylediği sözleritaleplerine dayanak olarak gösteriyor. Gruplar, "Cumhurbaşkanımız da karşı" argümanıyla AKP'li belediyeler üzerinde bir baskı oluşturuyor. Ardından iptal ya da yasak kararı geliyor. 

6 Temmuz tarihinde Balıkesir Sivil Toplum Platformu ismiyle bir araya gelen 25 muhafazakâr dernek ise daha da ileri giderek "Festivallerde yapılan yanlışlara dur diyelim" başlıklı bir bildiri yayınlandı. İmzacıları arasında MÜSİAD, TÜGVA, İlim Yayma Cemiyeti ve İHH gibi iktidara yakın derneklerin de yer aldığı bu oluşum, festivallerin toplumun ahlakını bozduğunu ve gençleri isyana yönelttiğini savundu. Platform, haremlik-selamlık uygulamaların olduğu helal eğlenceler düzenlenmesi önerdi. 

"Gençler, dijital platform izleyicisi olarak eve hapsolacak” 

Peki hazırlık dönemi aylarca süren festivaller nasıl bu kadar kolay yasaklanabiliyor? 

Maltepe Üniversitesi'nden siyaset bilimci Doç. Dr. Cangül Örnek
Maltepe Üniversitesi'nden siyaset bilimci Doç. Dr. Cangül Örneknull Privat

Maltepe Üniversitesi'nden siyaset bilimci Doç. Dr. Cangül Örnek, bu soruya yanıt verirken "laiklik karşıtı muhafazakâr grupların hukuksuzluk ve tepkisizliğin yarattığı boş alanda iktidarı arkasına alarak bu konserleri yasaklatabildiğini" söylüyor. Örnek, "Ortada çok ciddi bir kanunsuzluk rejimi var. Herkesin toplumsal hayata istediği gibi yön verebileceğini düşünebildiği tuhaf bir durum ortaya çıkmış durumda" ifadelerini kullanıyor. Doç. Dr. Örnek, kültürel kamplaşmayı keskinleştiren bu yasaklarla iktidarın kendi tabanını konsolide ettiğini ve derinleşen kent yoksulluğuyla ilgili tartışmaları geri planda tutmaya çalıştığını düşünüyor. 

Peki organize ettikleri kampanyalarla festival ve konser yasaklatabilen bu grupların hareket alanı genişliyor mu? 

Laiklik karşıtı hareketlerin devletten bağımsız sivil bir mesele olarak düşünülemeyeceğini belirten Örnek'e göre, hükümet şu anda bir tarikatlar koalisyonu gibi çalışıyor:

"Türkiye, uygulamada laik bir ülke değil. Laiklik sadece bir anayasa ilkesi olarak var. Şu anda aklınıza gelebilecek her kurum, tarikatlarla paylaşılmış durumda. Bu gruplar sayıca az olsalar bile devletin sağladığı olanaklarını kullanarak güçleniyorlar." 

"Yasakların kültürel gettolaşmayı daha keskin bir hale getirebileceğini" düşünen Örnek, bunu şöyle açıklıyor: 

"Yani İzmir'de bazı şeyler yapılabilecek ama Balıkesir gibi bir yerde yapılamayacak. Sadece bazı kentlerde, bazı muhalif belediyelerin hâlâ varlık sürdürebildikleri yerlerde kültür sanat alanında birtakım faaliyetler yapılacak. Ama orada da bir otosansür mekanizmasının işlemeye başladığını göreceğiz. Tepki çekmekten, bununla gündeme gelmekten kaygılanan yöneticiler olacaklar."

Festivallerin yasaklanmasıyla gençlerin yan yana gelme kanallarının kapatıldığını belirten Doç. Dr. Örnek, "Dolayısıyla farklı düşünen, farklı sınıfa mensup olan gençler arasına çok net bir duvar çekilecek. Bu gençler ev yaşamına hapsolacaklar ve dijital platformların izleyicisi olarak kalacaklar" diyor. 

"Anayasal haklar siyaset tarafından kısıtlanamaz"

Koç Üniversitesi'nden siyaset bilimci Prof. Dr. Ali Çarkoğlu da muhafazakâr grupların kültürel hayata etkisinin Türkiye'de uzun bir geçmişe sahip olduğuna işaret ediyor. Çarkoğlu, "Buna kesin artıyor, şöyle bir ölçüme ulaştık diye cevap vermemiz çok zor. Türkiye'de bu tür gruplar ve onların ilişki içinde oldukları siyasetçiler, değişik karakterler her zaman vardı" diyor. 

Koç Üniversitesi'nden siyaset bilimci Prof. Dr. Ali Çarkoğlu
Koç Üniversitesi'nden siyaset bilimci Prof. Dr. Ali Çarkoğlu null Henrik Montgomery/TT/IMAGO

Tartışmaya "Bu grupların etkisi artıyor mu?" sorusu yerine "Bu grupların tepkileri kabul edilebilir tepkiler midir değil midir?" sorusuyla devam etmek gerektiğini savunan Çarkoğlu, sözlerini "Bu tepkiler nedeniyle birtakım faaliyetlerin kısıtlanmasına yol açan gelişmelerin de karşısında durmak lazım" şeklinde sürdürüyor. 

LGBTİ+ haklarının insan hakları olduğunu veinsan hakları temelinde yapılan bir tartışmanın yasaklara gerekçe olamayacağını vurgulayan  Prof. Dr. Çarkoğlu, anayasal hakların siyaset tarafından kısıtlanamayacağına dikkat çekiyor. 

"Bu siyasete bırakılamayacak kadar önemli bir konu. Olmayan suçlar varmışçasına kısıtlayıcı bir kamusal alan hukuku yaratmaya girişmek pek kabul edilebilecek bir şey değil. Buna karşı direnmek lazım. Birtakım varsayımlar ve pozisyonlar üzerinden 'Kardeşim sana konser yok, sana panel düzenletmiyorum, burada konuşamazsın' gibi bir noktaya gelirse Türkiye, oradan çıkışımız mümkün değil."

"Bir milyon insanın ekmek kapısıyla oynanıyor"

Uygulanan sahne yasakları nedeniyle pandemide işsiz kalan müzisyenler, döviz kurundaki artış sebebiyle müzik aletlerine ve sistemlerine erişmekte de zorluk yaşıyor. Müzisyenlerin güvencesiz koşullarda günlük kazançla çalıştığını hatırlatan Müzik Yorumcuları Meslek Birliği (MÜYORBİR) Başkanı Burhan Şeşen, "Zaten çok zor durumda olan müzik sektörü bir de bu yasaklarla tamamen keyfi sebeplerle cezalandırılıyor" diyor.  

Müzisyen Burhan Şeşen
Müzisyen Burhan Şeşen null Privat

DW Türkçe'nin sorularını yanıtlayan Şeşen, müziği siyasetin baskısından kurtarmak için görüşmeler yaptıklarını ancak henüz somut bir sonuç alamadıklarını belirtiyor: 

"Kültür Bakanlığı'nın buna çok yapacağı bir şey yok aslında, bu direkt İçişleri Bakanlığı'nın yerel yönetimlerin uhdesinde olan bir şey."

Türkiye'de giderek artan kutuplaşmanın müzisyenleri yorduğunu belirten Şeşen, 25 muhafazakâr derneğin imzasıyla yayınlayan ve festivallerin iptal edilmesini isteyen bildiri için ise "Bu, aileleriyle beraber 1 milyonu aşkın insanın ekmek kapısıyla oynamak demektir" diyor. Şeşen, yasakların Türkiye'nin Avrupa Birliği (AB) ile ilişkilerini iyileştirmeyi umduğu bu süreci de zedelediğini ifade ediyor: 

"Bir yandan AB'ye girmeye çalışıyoruz bir yandan 'helal eğlence' diye bir kavram üretmeye çalışıyoruz. Cumhurbaşkanımız AB'ye girmeye çalışırken haremlik selamlık uygulamasına geçmenin mümkünatı yok. Türkiye bir yolu seçmek zorunda. Bizim tabii ki yolumuz, çağdaş medeniyet yolu. Ayrıca Müslüman bir genç konsere gitti diye bir anda namazı bırakıp içkiye başlamaz. Onun için biraz frene basmalarında fayda var. Müzik birleştiren bir güçtür. Biraz da bu gözle baksınlar."

Otosansür normalleşiyor mu? 

Kültür sanat üreticileri, hedef gösterilme endişesi ile hem kamuoyu önünde hem de sosyal medyada kullanacağı ifadeleri seçerken de iki kere düşünmek zorunda kalıyor. İmam hatip liseliler hakkında yaptığı bir şaka nedeniyle önce sosyal medyada hedef gösterilen ve ardından tutuklanan şarkıcı Gülşen’in başına gelenler, bu endişenin başlıca nedenlerinden. 

Kültür sanat gazetecisi Özlem Altunok
Kültür sanat gazetecisi Özlem Altunoknull Privat

Kültür sanat gazetecisi Özlem Altunok, bu nedenle otosansürün Türkiye'de içselleştirildiğini söylüyor. Kültür sanat alanındaki yasakları izleyen Susma Platformu'nun 2016-2019 yılları arasında yürütücüsü olan Altunok, platformun 2019 yılında yaptığı sansür araştırmasını hatırlatıyor: "Ankete katılanların yüzde 79'u 'otosansür yapmadan Türkiye'de yaşamak mümkün değil' diyordu."  

Gazeteci Altunok, sansürün Türkiye'de her dönem uygulandığını ancak Gezi Parkı protestolarından sonra yasakların çeperinin genişletildiğini belirtiyor. Altunok'a göre yasaklar, seçimden sonra daha sistematik bir hale geldi: 

"Kültür ve sanatın insanları kendiliğinden bir araya getiren kimyasının, yaratıcı ve özgür doğasının, eleştirel gücünün farkında oldukları için sansür uyguluyorlardı şimdiye kadar, artık varlığından rahatsızlar."

DW Türkçe'ye VPN ile nasıl ulaşabilirim?

Hollywood yapımlarına grev freni

İki Hollywood sendikasının 1960'tan bu yana gerçekleştirdiği ilk ortak grev, ABD eğlence sektörünü kelimenin tam anlamıyla felç etti. "Amerika Yazarlar Birliği” (Writers Guild of America/WGA) bünyesindeki senarist ve yazarların mayıs ayından bu yana devam eden grevi, pek çok dizi prodüksiyonunun durmasına neden olmuştu. Şimdi buna bir de Sinema Oyuncuları Birliği-Amerikan Televizyon ve Radyo Sanatçıları Federasyonu (Screen Actors Guild-American Federation of Television and Radio Artists/SAG-AFTRA) adlı sendikanın grevi eklendi.

Sendika üyesi aktör ve aktrislerin grevi, Los Angeles yerel saatiyle 14 Temmuz gece yarısından bir dakika sonra başladı. Grev nedeniyle ABD'de şu anda neredeyse hiçbir film ve dizi çekilemiyor.

160 binden fazla sinema ve televizyon oyuncusu ile dublörün üye olduğu SAG-AFTRA’nın grev kararı alınmasının nedeni, Hollywood stüdyolarını ve yayın platformlarını temsil eden "Amerikan Televizyon ve Film Stüdyoları Birliği” (AMPTP) ile yapılan görüşmelerin henüz bir anlaşmayla sonuçlanmamış olması. "Entertainment Weekly" adlı haftalık eğlence sektörü dergisine göre, söz konusu grev, tüm film endüstrisini derinden sarsacak nitelikte.

Hollywod oyuncuları, diğer hususların yanı sıra, daha iyi ücret (özellikle de tekrar gösterimler için yapılan ödemelerden daha fazla pay) ve gerçeğinden ayırt edilemeyecek bir şekilde oyuncuların yerini alabilen "yapay zekâ karakterlerine” karşı koruma sağlayacak düzenlemeler talep ediyor.

USA | Hollywood Schauspieler-Streik
null Chris Pizzello/Invision/AP/picture alliance

Grevden hangi ABD yapımları etkilenecek?

Sayısız yapımın çekimleri durdurulduğundan, Netflix, Disney, Apple TV, Paramount ve Amazon Prime gibi Amerikan menşeli yayın hizmeti kullanıcılarının ve sinemaseverlerin, önümüzdeki altı ila dokuz ay içinde piyasaya yeni ABD yapımı çıkmamasına hazırlıklı olmaları gerekiyor.

Askıya alınan yapımlar arasında Ridley Scott'ın "Gladiator 2", Tim Burton'ın "Beetlejuice 2", Star Wars serisi "The Mandalorian: Season 4", "Bad Boys 4", Twister'ın devam filmi "Twisters" ve "The Sandman: Season 2" yer alıyor.

Tom Cruise'un başrolünü oynadığı aksiyon filmi "Mission: Impossible 7 - Dead Reckoning 1" için çekimler büyük ölçüde tamamlandı. Ancak bu filmin ikinci bölümü olan ve hemen akabinde vizyona girmesi planlanan "Mission: Impossible 8 - Dead Reckoning 2"nin çekimleri şimdilik rafa kalktı. Aynı şekilde "White Lotus: Season 3", "Emily in Paris: Season 4" ve "Alien "ın çekimlerine de başlanmayacak.

Grev devam ederse, bu yıl için planlanan başka bazı dev yapımların çekimleri de ertelenebilir.

Mayıs ayının başından bu yana grevde olan senaristler, set çalışanlarından da destek aldıkları için "Stranger Things 5" ya da "Yellowjackets" gibi diziler zaten oyuncuların grevinden önce de prodüksiyona devam edemiyordu. Ayrıca Jimmy Kimmel ya da John Oliver gibi sunucuların ABD'de popüler olan gece şovları da iptal edilmişti. Devam eden müzakereler nedeniyle Marvel ve Disney gibi büyük yapım şirketleri, yeni filmlerin vizyon tarihlerini erteleyeceklerini açıklamıştı. Bu durum özellikle Marvel'in "Captain America" ve "Blade" yapımlarını dört gözle bekleyen süper kahraman hayranlarını fazlasıyla üzdü. Disney de iddialı animasyon yapımları "Moana" ve "Avatar"ın devam filmlerini şimdilik rafa kaldırdı.                         

Netflix dizisi Stranger Things
Netflix dizisi Stranger Thingsnull Netflix/dpa/picture alliance

Artık kırmızı halıda boy göstermek yok 

Grev kuralları gereğince ayrıca sendika üyesi aktör ve aktrislerin rol aldığı filmlerin tanıtmalarına izin verilmeyecek. Dolayısıyla ister ABD'de olsun ister başka bir ülkede, yıldızların medya mensuplarına kırmızı halıda poz vermeleri de yasak. Bu nedenle "Barbie" filminin oyuncuları Ryan Gosling ve Margot Robbie'nin, bugün (15.07.2023) Berlin'de yapılacak Almanya galasına katılımları iptal edildi. Oyuncular olmadan, galanın hayli sönük geçmesi kuvvetle muhtemel.

Grev kararı, "Oppenheimer" filminin Londra'daki galasını da etkiledi. Başrol oyuncuları Cillian Murphy ve Emily Blunt, her ne kadar kırmızı halıda basının karşısına çıksalar da film başlamadan önce, yönetmen Christopher Nolan ile birlikte salondan ayrıldılar. Daha sonra Twitter'da yayınlanan bir videoda, Christopher Nolan, alkışlar eşliğinde yaptığı açıklamada, ayrılmalarının "Greve destek amaçlı bir eylem" olduğunu duyurdu.

Film ve dizi oyuncuları için SAG-AFTRA sendikasına üye olmak, ABD eğlence sektöründe iş bulabilmek için "olmazsa olmaz bir koşul” olarak görülüyor. Hatta pek çok yapım, sendika üyeliğini şart koşuyor. Üyelerin, sağlık ve yaşlılık sigortalarına da sahip olması, en önemli avantajların başında geliyor. Sendikasız aktör ve aktrislerin rol aldığı yapımlar, grev kararından etkilenmeyecek. Ancak SAG-AFTRA, söz konusu oyuncuların "grev kırıcı” olarak kara listeye alınabileceğini ima etti.

Barbie filminde rol alan Ryang Gosling ve Margot Robbie
Barbie filminde rol alan Ryang Gosling ve Margot Robbienull Warner Bros/Entertainment Pictures/ZUMAPRESS/picture alliance

Grev ne kadar sürecek?

Oyuncu ve senarist sendikalarıyla toplu pazarlıklarda Hollywood stüdyolarını ve yayın platformlarını "Sinema ve Televizyon Yapımcıları Birliği” adlı kuruluş temsil ediyor. Tarafların ne zaman bir anlaşmaya varacaklarını kimse tahmin edemiyor. Gözlemciler, grevin aylarca sürebileceğini belirtiyor.

Senaristler ve oyuncuların aynı anda greve gitmesi, en son 60 yıl önce gerçekleşmişti. O zaman, yazarlar beş ay boyunca grev yaparken oyuncular da altı hafta süreyle işi bırakmıştı. Yapım stüdyolarının, oyuncu ve senaristlerin sağlık sigortası ve emeklilik primlerini ödemesi, en önemli talebi teşkil ediyordu. SAG'ın o dönemki başkanı ise daha sonra ABD Başkanı olacak olan aktör Ronald Reagan'dı.

Almanya: Gençlere 200 euroluk Kültür Kartı uygulaması başladı

Almanya'da 18 yaşına giren gençlerin çoğuna anne-babası, büyükanne, büyükbabası ya da akrabaları tarafından artık reşit olduğu için ayrı bir harçlık verilir ve "Bu harçlıkla güzel bir şeyler yap, tadını çıkar" denir. Bu kez reşit olan ya da olacak gençlere harçlık hükümetten geliyor. Bu yıl 18 yaşını dolduran ya da dolduracak olan gençlere 200 euro maddi destek sunuluyor, ama para olarak değil, Kültür Kartı (KulturPass) olarak.

Müze, sinema, tiyatro ya da konser...

Gençler bu karttaki 200 euroyla kültür-sanat etkinliklerine katılabilecek. Örneğin müzeleri gezebilecek, sinema, tiyatro ya da konserlere gidebilecek. Kartın kapsamı bununla da sınırlı değil. Gençler karttaki 200 euro ile kitap ya da enstrüman satın alabilecek. Ancak bu kart sadece gençlerin bizzat gittiği etkinlik ya da dükkanda kullanılabilecek. Örneğin internetten yapılacak kültür-sanat alışverişleri ya da online aboneliklerde geçerli olmayacak.

Gençler kartla kendilerine enstrüman da satın alabilecek
Gençler kartla kendilerine enstrüman da satın alabileceknull WIktor Szymanowicz/NurPhoto/IMAGO

Kültür Kartı ile amaç, uzun pandemi dönemi sonrası hem gençleri yeniden sosyal alana cekmek, kültür ve sanata ilgilerini teşvik etmek. Bunu yaparken yine pandemi döneminde kan kaybeden yerel kültür ve sanat merkezlerini, sanatçıları, kitapçıları ve bu alanda faaliyet yürüten tekelleşmemiş kurumları yeniden canlandırmak.

14 Haziran'da uygulaması başlayan Kültür Kartı simdilik bir pilot proje. Projede yer almak, gençlerin Kültür Kartı ile tercih edebilecegi etkinlikleri veya hizmetleri sunmak için 12 Haziran'a kadar müze, tiyatro gibi 4 bin 900 kültür-sanat kurum ya da kuruluşu kayıt oldu. Gençler için bu kart kapsamında yaklaşık bir milyon 600 bin farklı etkinlik mevcut.

Gençlerin Kültür Kartı uygulamasından yararlanmak için yapmaları gereken, aplikasyon ya da internet üzerinden kimlik bilgilerini girerek kayıt olmak. Almanya'da ikametgahı bulunan, 2005 yılında doğan bütün gençler bu haktan yararlanabilecek. Merkezi Wiesbaden'da bulunan Federal İstatistik Dairesi'nin verilerine göre Almanya'da bu yıl 18 yaşını dolduracak yaklaşık 750 bin genç var.

100 milyon euro bütçe 

Kültür ve Medyadan Sorumlu Devlet Bakanı Claudia Roth, Kültür Kartı için toplam 100 milyon euro bütçe ayırdı. Bu rakam ilk aşamada kulağa yüksek gelse de gençlerin tamamının karta başvurması halinde 50 milyon euro daha bütçe ayrılması gerekecek.

Kültür ve Medyadan Sorumlu Devlet Bakanı Claudia Roth
Kültür ve Medyadan Sorumlu Devlet Bakanı Claudia Rothnull Ines Pohl/DW

Bakan Roth, "Uygulama ile Almanya'nın merak uyandıran, çok çeşitli kültürel manzarası için bir tur rehberi rehberi sunuyoruz" açıklamasını yaptı. Bakan pandemi döneminde ciddi kayba uğrayan kültür-sanat dünyasının bu pilot proje ile genç bir kitle kazanmasını da umut ediyor.

İtalya, Fransa ve İspanya'da da var

Almanya gençlere Kültür Kartı pilot projesini hayata geçirirken diğer Avrupa ülkelerini örnek aldı. Örneğin İtalya'da "18app" adlı uygulama ile 18 yaşına girenlere 2016 yılından beri 500 euroluk kültür sanat çeki veriliyor. İtalya'da iktidardaki aşırı sağcı İtalya'nın Kardeşleri partisinin lideri Başbakan Giorgia Meloni, geçen yıl bu uygulamayı kaldıracağını duyurdu ama sonrasında planlarını şimdilik kaldırdı.

Fransa'da ise 2021 yılından bu yana 18 yaşına basanlara 300 euroluk bir bütçe ayrılıyor. İlk yıl gençler bu bütçenin dörtte üçünü kitaplara harcadı. Bunun üçte ikisini ise Japon Manga çizgi romanları oluşturdu. Sinema ve tiyatrolar bu programdan neredeyse hiç yararlanamadı. 

İspanya'da ise geçen yıldan itibaren 18 yaşına basanlara 400 euroluk kültürel destek sunulmaya başlandı. Gençler bu desteğin yarısını canlı etkinlikler için harcadı. İspanya'da kültürel varlık olarak kabul edilen boğa güreşleri ise muhalefetle parlamentoda yapılan tartışmalardan sonra kültürel destek programından çıkarıldı.

18 yaşına basan her gence 200 euroluk kültür kartı

John Silk, dpa, / HT,ETO

DW Türkçe'ye nasıl engelsiz ulaşabilirim?

Emine Sevgi Özdamar: Milliyetçilik faşizme götürüyor

Almanya'ya 1960'lı yıllarda işçi olarak geldikten sonra tiyatroya yönelen ve bu alanda kariyer edinen Emine Sevgi Özdamar, Almanca öykü ve romanlar da yazıyor. Eserleri ile Almanya'da çok sayıda ödülün sahibi olan Özdamar, son olarak ünlü Alman yazar ve düşünür Georg Büchner adına verilen, Almanca konuşulan ülkelerin en prestijli edebiyat ödülünü kazandı. Bu ödülü daha önce alan Max Frisch, Günter Grass, Heinrich Böll, Peter Weiss ve daha bir çok ünlü Alman edebiyatçının arasına girmeyi başaran Özdamar ile Almanya öyküsü, tiyatro yaşamı ve eserleri hakkında konuştuk.

DW Türkçe: Sizin Almanya öykünüz klasik işçi göçüyle başlıyor ama sonra farklı gelişiyor. 1960'larda Berlin'de bir buçuk sene fabrika işçiliği yaptıktan sonra Türkiye'ye döndünüz, amacınız tiyatrocu olmaktı. Almanya'da sizi tiyatroya yönelten ne oldu?

Emine Sevgi Özdamar: Biz 68 kuşağıyız. O dönem çok canlı, çok hareketliydi. Bu hareketli ortamda Berlin'de bir arkadaşım sayesinde Brecht'i keşfettim. Ama diyelim ki Berlin'e gelmesen onu Türkiye'de tanıyacaktım, çünkü dediğim gibi müthiş bir hareketlilik vardı Türkiye'de de. Ama gene de tabii çok önemlidir bir başka ülkeye gitmiş olmak. Sinemacı Jean Luc Godard'ın bir cümlesini okumuştum kitabında "Üretken olabilmek için yaratıcı olabilmek için anavatanını terk etmeli ki insan aynı anda iki yerde birden olabilsin". Ben bundan çok hoşlanmıştım çünkü genellikle söylenen şey iki yerin arasında olmak, iki sandalyenin arasında oturamamak, iki dil arasında tercih yapmak falan gibi böyle dramatikleştiriyorlardı olayı. Ben öyle düşünmüyorum, aynı anda iki yerde birden oluyorduk gibime geliyordu ve hoşuma gidiyordu bu aynı anda iki yerde olmak.

Almanya'ya geldiğinizde Almanca öğrenmeye başladınız. Almanca bilmek yaşamınızı nasıl değiştirdi?

Dil öğrenmek sadece o dili konuşmak veya anlamak değildir. Birdenbire Heinrich Böll'ü okuyabiliyorsun orijinalinden ya da Kafka'yı. Buna çok sevinmiştim, Kafka'yı okuyacağım diye. Mesela New York'ta bir üniversiteye misafir profesör olarak çağırmışlardı birkaç aylığına. Şehir ilk günler ilginç geliyor, birçok şeyi tanıyorsun çünkü filmlerde görmüşsün. Ama filmlerde bir dramaturji var, kurgu vardır,  günlük hayatta o yok. O yüzden yoğunlaştırılmış bir İngilizce kursuna başladım. Sabah dokuzdan saat üçe kadar gidiyordum oraya. Aradan haftalar geçip dersler devam ettikçe şey diyordum "ah ne güzel İngilizce yazanları onların yazdıklarından tanıyacağım", yani o geldi aklıma. En sevdiğim yazarları o dilden okumak.

Emine Sevgi Özdamar Köln'de devam eden edebiyat etkinlikleri Lit.Cologne çerçevesinde bir okuma gerçekleştirdi
Emine Sevgi Özdamar Köln'de devam eden edebiyat etkinlikleri Lit.Cologne çerçevesinde bir okuma gerçekleştirdinull Christoph Hardt/Panama Pictures/IMAGO

Almanca çok sayıda öykü ve tiyatro oyunları yazdınız ama sizi Alman okurlar ilk romanınız olan "Hayat Bir Kervansaraydır, iki kapısı vardır, birinden girdim diğerinden çıkıyorum" ile tanıdı. Bu eseri farklı kılan ise kullandığınız dil. Almanca'da alışık olmadık cümleler kullanarak bir farklılık yarattınız. Tabii bir de romanın sıra dışı bir kahramanı vardı…

Evet, ilk romanım öyle oldu. Kahramanım bir kız çocuğu. Roman anne karnında başlıyor. Hayatı oradan görmeye başlar. Matrak bir çocuktur. Amerika'da bu kitabı "Ölmeden Önce Okunması Gereken 1001 Kitap" arasına seçtiler. Kitabı analiz eden uzman o kız çocuğu için çok harika bir şekilde anarşist tanımlamasını yaptı. Ben bu ifadeden çok hoşlanmıştım. Evet yani bana bu tanım çok iyi gelmişti. Çocuğun anarşist oluşu... Çünkü ben herkese tavsiye ediyorum biraz anarşi, yoksa insanlar en olmadık kişilerin, olayların karşısında kafalarını yere eğiyorlar. Ama sorgulamak lazım.

O anarşist çocuk aslında sizin içinizde vardı da romanda mı vücut buldu? Yani kafanızdaki o kızı mı yazdınız?

Yazarken iki kişisin, sen ve yarattığın kahramanın. Onun da bir alternatif hafızası var, daha farklı bir zihinsel kodları var. Yazarken o da seni yönlendiriyor. Rolde de öyledir, bir rolü çalışırken de sen önce o rol için kafanı yorarsın. Mesela Ophelia'yı nasıl bir kız olarak oynasam falan diye. Ama bir süre sonra onu yaratmaya başlarken o da başlar seni yaratmaya. Yani karşılıklı etkileşim oluyor ve birbirimizin sınırlarını zorlayabiliyoruz. Haftalarca prova yaparsın, birdenbire öyle dahiyane bir şey bulursun ki, kendin de beklememişsindir. Ama o bütün o çalışmaların, sürecin bir sonucudur. Bu aşağı yukarı yazarken de oluyor.

Türkiye'de tiyatro eğitiminizi tamamladıktan sonra önemli rollerde de oynadınız. Ama Almanya'ya geldiğinizde bu durum değişti. Daha "sıradan roller" verildi, mesela temizlik işçisi Türk kadınlarını oynadınız.. Bu durum şevkinizi kırmadı mı?

Ben geldiğinde bunun için henüz çok erken olduğunu anladım. Yani yabancı işçiler buraya gelmiş ve daha ikinci kuşak yetişmemiş, herkes burada biraz sosyal oyunlarını oynayan oyuncular gibiler işte. Orada Türk insanlarına düşen de işçilik falan filan diye öyle görülüyor. Yani verilen rol o, zavallı insan rolleri. Ben öyle görmediğim için, bu kuşakta bir şey olmayacak daha diyordum. Türkiye'de oynayabileceğin rolleri burada asla oynayamazsın. Daha alışmamış kimse, böyle bir grup yok. Bir tek Fransa'da vardı. Ama yaygın değildi. Belki diyordum 3-4 jenerasyon sonra yaygınlaşacak. Mesela o zaman televizyonda Türk, Yunan ya da İtalyan spiker de yoktu, şimdi var. Öyledir, zamanı ihtiyacı var bunun, hemen baştan olmaz bu işler. Ben bunu biliyordum ve adeta bunun parodisini yapar gibi sempatik bir şekilde Türk temizlikçi kadın rollerini oynuyordum, çok da hoşuma gidiyordu. Bu arada ben roller arasında bir ayrım da yapmam. Hamlet'e hazırlanmakla bir temizlikçi kadın rolüne hazırlanmak arasında hiçbir fark yoktur. Hani sanki temizlikçi kadını oynamak aşağılık bir olaymış falan gibi düşünmedim hiç.

Siz kendinizi "Ne Türk, ne Alman, evrensel bir sanat insanı" olarak tanımlıyorsunuz. Neden?

Çünkü tek kurtuluş o bence. Herkesin öyle olması lazım çünkü. İnsanları faşizme götürüyor bu milliyetçilikler, aşırı milliyetçilikler, oradan bir şey çıkmaz. Mesela ben üzülüyorum, Türkiye'de bazı insanlar başka ülkelerin gelip onları parçalayacaklarını düşünüyorlar. Belki tamam haklı, şundan olabilir: Osmanlı İmparatorluğu yıkıldı ve parçalandığı için oradan kalma bir travma var tabii. Halklar yer değiştirmiş, oradan gelmiş, oradaki her şeyini kaybetmiş. Burada bulmuş, bulamamış. Bunlar da bütün insanlar için bir travma, sadece Türkler için değil. Türkiye'den Yunanistan'a gönderilen Rumlar için de aynı… Bunlar korkunç şeyler aslında, bunlara pabuç bırakmamak gerekiyor: Yani birisi gelecek parçalayacak, onlar bizi istemez… Dünya insanı olacağız başka hiçbir çare yok.

Özdamar'ın Leipzig Kitap Ödüllü romanı: Gölgelerle Sınırlı Bir Mekan
Özdamar'ın Leipzig Kitap Ödüllü romanı: Gölgelerle Sınırlı Bir Mekannull dpa/Suhrkamp Verlag/picture alliance

Özellikle ikinci romanınız "Haliç Köprüsü" ve Georg Büchner Ödülü'nü size getiren son eseriniz "Gölgelerle Sınırlı Bir Mekan" romanında 68 kuşağı vurgusu öne çıkıyor. Ama geldiğimiz noktada 68 kuşağının ideallerinin havada asılı kaldığını söylemek mümkün. Hâlâ o ideallere ulaşılabilir mi sizce?

Aslında tüm bunlar değişebilir. Ana sorunlar yok edilip insanlar yeniden hür düşünmeye başlarsa değişebilir. Şu anda çok zor tabii, çünkü bir korkunun içinde yaşıyor insanlar. Orwell'in 1984 romanındaki gibi bir duygu, bir şey insanı basıyor Türkiye'de. Korku çok kuvvetli bir duygudur. Korkudan kurtulmak çok zordur ama kurtulunur, eğer ortam değişirse. Aslında insanlar duyarlı, yani imkanları olsaydı hemen değiştirecekler. Hep İspanyolları düşünürüm. Aslında tabii neredeyse özenilecek bir halk. Savaşta bütün dünya birlikte onların yanındaydı ve mahvedildiler. İspanyol faşistleri tarafından mahvedildiler. Diktatör Franco da gebermedi,  40 yıl durdu başlarında. Korkuttu herkesi ve aileler birbirinden ayrıldı, polarizasyon başladı. Ama öldükten sonra başa geçen hemen demokrasi için start verdi ve solcular kazandı. Demek ki onlar da hazırmış. Korkulardan kurtulmak için sorgulamak gerekiyor. İnsanlar korkarken nedenlerini araştırıp bulmak için düşünmeye devam eder. Diktatörlüklerde de sürekli düşünmeye devam etmek… Çünkü o bir başkaldırı biçimidir. İyidir yani, vücuda iyi gelir. Başka çare yok çünkü…

Sanatla neleri değiştirebilir insanlar?

En başta kendisini değiştirir, kendisini değiştirirken bir başkasını da değiştirir, bir başkası da başkasını değiştirir. İyidir değişim, değiştirmek çok iyi bir şeydir…

Emine Sevgi Özdamar kimdir?

1946'da doğdu, İstanbul'da büyüdü. 1965 yılında 19 yaşındayken Berlin'e işçi olarak geldi. 1967'de İstanbul'a döndü ve konservatuvardan mezun olduktan sonra profesyonel oyuncu olarak yeniden Almanya'ya gitti. Demokratik Almanya Cumhuriyeti'nde edebiyatçı ve oyun yazarı Bertolt Brecht'in öğrencilerine asistanlık yaptı. Fransa'da da tiyatro ve akademik çalışmalarda bulundu. Bazı filmlerde de rol aldı. Yazdığı öykü ve romanları Türkçe'ye de tercüme edildi. Bu eserlerinden dolayı çok sayıda ödül aldı. Halen Berlin'de yaşıyor.

İstanbul'un unutulan yılbaşı geleneği: Kuşlar kumrular simidi

Bereketin sembolü olarak görülen bu simit, şans getirmesi için evin bir köşesine asılıyor ve orada 40 gün boyunca bekletiliyor. Daha sonra mutfakta tuzun, şekerin bulunduğu bir dolapta o evin bereketi olarak saklanıyor. Ailedeki kişi sayısına göre alınan simit, iki kanadı ve küçük gövdesi nedeniyle bir kumruya benziyor.

1970'lere kadar sokak arasında sopaya takılarak satılan bu simit, bugün çok az kişi tarafından biliniyor. Çocukluğu, kendisine adını veren babaannesinin Yedikule’deki evinde geçen yazar Takuhi Tovmasyan, simidin sokak arasında satıldığı yılbaşı günlerinin tanığı:

"Ben bunu İstanbul’un bir geleneği olarak düşünüyorum. Ama genelde bu ufak tefek yiyeceklerin de daha bol miktarda satıldığı, tüketildiği semtler eski Ermeni mahalleleri, Rum mahalleleri. Ama şimdi onlar da kalmadı maalesef. Eski İstanbul kalmadı."

Yazar Takuhi Tovmasyan
Yazar Takuhi Tovmasyannull Aynur Tekin

"Kuşlar kumrularım bu sene erken geldi"

Tovmasyan’ın Yeşilköy'deki evine gelen konukları, salondaki avizede asılı duran kuşlar kumrular simidi karşılıyor. Üzerindeki susamların hala taze olduğu simidi göstererek "Kuşlar kumrularım bu sene erken geldi. Geçen hafta yayınevindeki bir toplantımız için yaptırdık. Hemen getirip astım" diyor.

Sokak satıcılarının bu simidi, taze buğday kebabı, karabuğday kebabı isimleriyle de sattığını söyleyen Tovmasyan şöyle devam ediyor:

"Öyle hemen hop diye geçmezdi. Her kapıda durur, bağırır, müşterisi iner, alırdı. Mutlaka duyabilirdik. Çünkü İstanbul bugünkü gibi çok patırtılı, uğultulu bir İstanbul değildi."

İstanbul’un eski yılbaşı geleneği yeniden canlanıyor

Şekli aynı kalsa da tadı değişti

Öte yandan simidin şekli aynı kalsa da tadı değişmiş. Tovmasyan'a göre bunun nedeni, semt fırınlarının pastaneye dönüşmesiyle birlikte tatların standart bir hal alması:

"Bugün mümkün değil, o eski simidin tadını bulmak. Artık damaklarımız alıştı diyeceğim ama onu da o kadar rahat diyemiyorum."

Sofranız Şen Olsun kitabında hem unutulan hem de günümüzde hala yapılan yemek tariflerini anılarıyla beraber anlatan Tovmasyan, geçmişte yaşayan aile büyüklerinin hikayelerini ve eski gelenekleri dinleyerek büyümüş:

"Akademisyenlerin sözlü tarih diye yaptığını biz sofrada yapardık. Bunu Takuhi yayama ve babama borçluyuz."

Kitabını da aynı motivasyonla yazan Tovmasyan, kuşlar kumrular simidinin daha çok kişi tarafından bilinmesini çok önemsediğini söylüyor. Tovmasyan, Aras Yayıncılık'ın son yıllarda kitaplarında ve söyleşilerinde sıkça yer verdiği bu geleneğin canlandığı görüşünde.

"Kuşlar kumrular simidini 50 yıldır yapıyoruz"

Yaklaşık 50 yıldır bu geleneği devam ettiren Tarihi Harbiye Fırını, günümüzde kuşlar kumrular simidi yapan tek işletme olarak biliniyor. Fırının sahibi Salih Büyükkaraş, "Bu bölgemiz itibarıyla çok bilinen bir gelenek. Gayrimüslimlerin bir örf ve adeti olduğu için bu bölgede çok bilinen bir şey" diyor.

Tarihi Harbiye Fırını'nın sahibi Salih Büyükkaraş
Tarihi Harbiye Fırını'nın sahibi Salih Büyükkaraşnull Aynur Tekin

Simidin 31 Aralık'ta saat 13.00'te çıkacağını söyleyen Salih Büyükkarakaş da ilginin son 5-6 yılda arttığını ifade ediyor:

"Instagram’dır, Twitter’dır. Bu yazışmalar, beğeniler arttıkça bize de tabii ilgi artıyor. Yılbaşı günü tabii bu satışımıza da olumlu yansıyor. Simidi, yaklaşık 20 yıldır Mehmet Ustamız yapıyor. Ustamız yetiştirmeye çalışıyor. İcabında, yanına yedek veriyoruz."

"Kumru şeklini vermek zahmetli"

Aralık ayı, 8 yıldır aşçılık yapan Liza Çavdar için oldukça yoğun geçiyor: "Ermeni mutfağına özgü zerde, anuşabur gibi yılbaşı ve Noel ile bütünleşen birçok yemeği hazırlayarak insanlara ulaştırıyorum."

Liza Çavdar, "Kumru şeklini vermek zahmetli" diyor
Liza Çavdar, "Kumru şeklini vermek zahmetli" diyor null Aynur Tekin

Bu sene yılbaşı menüsüne kuşlar kumrular simidini de dahil eden Liza Çavdar, içine mahlep koyarak hazırladığı simit hamuruna kumru şeklini vermenin zahmetli olduğunu söylüyor:

"Bu ailemden öğrendiğim bir gelenek değil aslında. Kitaplardan duyduğum, bazı yayınevlerinden öğrendiğim bir gelenek. Birkaç senedir ben de bunu listeme eklemek istiyordum geleneği yaşatmak adına. Bu sene de olduğu kadar yapmaya çalıştım. Yapması biraz zahmetli tabii ki."

Aşçı Liza Çavdar
Aşçı Liza Çavdar null Aynur Tekin

"Geçmişi unutmamak ve kaybolmamak için"

Tovmasyan'a göre, geçmişi unutmamak geleceğe daha sağlıklı bakabilmenin yolu. "Yapabildiklerimizi yapalım, yapamadıklarımızı analım diye düşünüyorum" diyor.

Aşçı Liza Çavdar ise "Çocuklarımıza el vermek ve kaybolmamak için bu geleneği sürdürmeliyiz" diye konuşuyor.

Osman Okkan'a Belgesel ve İnsan Hakları Ödülü verildi

Almanya'da yaşamını sürdüren Gazeteci ve Belgesel Yönetmeni Osman Okkan Avrupa Türkiyeli Yazarlar Grubu'nun (ATYG) bu yıl verdiği "Belgesel Film ve İnsan Hakları Ödülü"ne değer bulundu.

Yazar Fakir Baykurt'un kurucu başkanı olduğu ATYG tarafından yapılan açıklamada, Okkan'ın "Türkiye, Almanya ve tüm dünyada barış ve insan hakları için mücadelesi" nedeniyle ödüllendirildiği belirtildi.

DW Türkçe'ye konuşan Osman Okkan, ödülü "Benim için büyük bir sürpriz oldu"  sözleriyle değerlendirdi.

"Gerekçede belirtilen noktalara bundan sonra da layık olmaya çalışacağım" diye konuşan Okkan, kendisi için asıl ödülün birlikte çalıştığı gençlerin insan hakları alanında hassaslaşıp, medya ve belgesellerle bu çalışmaları daha ileriye taşıdıklarını görmek olduğunu söyledi.

Okkan, "Özellikle birlikte çalıştığım genç arkadaşların insan hakları konusunda çalışmalar yaptıklarını duymak, festivaller düzenlediklerini, belgeseller yaptıklarını duymak, hatta konulu filmler yapmaya yöneldiklerini öğrenmek çok olumlu duygular" dedi.

Türk şair ve yazarların belgesellerini yaptı

Nazım Hikmet, Yaşar Kemal, Orhan Pamuk gibi ünlü edebiyatçı ve şairlerin konu edildiği "Türkiye'den İnsan Manzaraları" başta olmak üzere çok sayıda belgesele imza atan Osman Okkan, bu belgesellerin başarısında da gençlerin önemli katkıları olduğunu vurguladı.

Üniversite ders ve seminerler de vererek, gençlerle daha yoğun bir iletişime geçtiğini belirten Okkan, "Kendi filmlerimi göstererek, onlar üzerinde gençlerle düşünce alışverişine girebilmem, onların tepkilerini öğrenebilmem çok büyük bir fırsat benim için. O sayede galiba bu belgesellerin çeşitli versiyonlarının yapılması, lise ayarı okullara ders birimi olarak girmesi de mümkün oldu.  Başka ülkelerde gösterilmesi de mümkün oldu. Bunlar benim için gerçekten çok kıvanç verici deneyimlerdi. Hatta Türkiye'deki üniversitelerde bile bir bölüm filmleri gösterebildik, bu konuda gençlerle seminerler yapabildik" diye konuştu.

Türkiye- Almanya Kültür Forumu'nu kurdu

Batı Almanya Radyo ve Televizyon Kurumu'nda (WDR) redaktör olarak görev yaparken 1980'lerde Türkiye-Almanya Kültür Forumu'nu kuran Osman Okkan, kültürel faaliyetlerini büyük ölçüde halen sözcülüğünü yaptığı bu oluşumun çatısı altında sürdürüyor. 

Türkiye'nin kültür ve sanat alanındaki birikimini Avrupa ve diğer ülkelere taşımayı önemli bir görev olarak gördüğünü vurgulayan Okkan, "Bu konuda yapılacak çok şey olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Onun için Kültür Forumu'nu oluştururken, hem medya, hem insan hakları alanındaki çalışmaları gözden geçirirken bir biçimde aynı düzeyde muhatap olabilmek, Avrupa kültür çevreleriyle aynı düzeyde, onlarla görüş alışverişi, deneyim alışverişi içinde olmak önemli diye düşündük" dedi.

Yaşar Kemal ve Günter Grass'ın Türkiye Almanya Kültür Forumu'nun kuruluşundan başlayarak aramızdan ayrıldıkları 2015 yılına kadar onur başkanları olduklarını belirten Okkan sözlerini şöyle sürdürdü:

"(Onların) Kültür Forumu'nun onur başkanlarıklarını kabul etmeleri çok olumlu oldu. İlk yıllarda Aziz Nesin de katıldı bu girişime. Böylece başından, aynı mesafede, aynı düzeyde bir diyalog oluşturabilme imkanı doğdu ve bu böyle devam etti. Bu açıdan bu iletişimi kurabilmek önemliydi diye düşünoyorum. Bu çıtayı düşürmemek önemli çünkü Türkiye'nin dış ülkelerde bilinmeyen gerçekten zengin bir birikimi var yüzyıllardan gelen. Hem de şu andaki kültür ve sanat ortamı son derece iyi, bunca baskılara, kısıtlamalara rağmen ve bu çalşmaların dışarıya da yansıması lazım. Bu çalışmalar da var, bunları mutlaka gerektiği şekilde, herhangi bir ucuzluğa, düzey kaybına meydan vermeden iletmek gerekiyor. Bu önümüzde duran bir görev."

Frankfurt Kitap Fuarı kapılarını açtı

Bu yıl 74'üncüsü düzenlenen Frankfurt Kitap Fuarı, İran’ın boykot kararı nedeniyle tatsız başladı. Tahran yönetimi, içişlerine karışıldığını iddia ederken, fuar organizatörleri bu suçlamayı geri çeviriyor.

Çok sayıda ulusal ve uluslararası yayıncı, bugünden itibaren Frankfurt Kitap Fuarı'nda yeni kitaplarını tanıtacak. Almanya Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier, fuarın resmî açılışını Salı akşamı İspanya Kralı 6. Felipe ile birlikte yaptı. Bu yıl konuk ülke olan İspanya, çağdaş İspanyol edebiyatını "Işıldayan Yaratıcılık" sloganı altında kitap severlerin beğenisine sunuyor. 74. Frankfurt Kitap Fuarı, 23 Ekim Pazar günü sona erecek.

Bu yılki fuara güncel gelişmelerin gölgesi de düştü. Zira stantları gezenler, Rus ve İranlı yayıncılarla karşılaşmayacak. Rusya, Ukrayna'ya karşı yürüttüğü savaş nedeniyle ilkbaharda organizatörler tarafından ihraç edilmişti. Fuarda bir de boykot tatsızlığı yaşandı. İran resmî haber ajansı IRNA'nın bildirdiğine göre, daha önce Frankfurt'a geleceğini açıklayan İranlı yayıncılar, son anda geri çekildi. Tahran yönetimi, Frankfurt Kitap Fuarı organizatörlerini "İran'ın içişlerine açıkça müdahale etmekle" suçladı. IRNA'da yer alan haberde, organizatörlerin Tahran'a gönderdikleri bir mektupta, "İran İslam Cumhuriyeti'nin ulusal standının güvenliğini garanti edemeyeceklerini beyan ettikleri" öne sürüldü. Haberde ayrıca, fuar için Almanya'ya gidecek İran heyetine vize verilmesinde de sorunlar yaşandığı belirtildi.

Fuar yetkilileri iddiaları reddediyor

Ancak Kitap Fuarı yetkilileri, bu iddiaları kesin bir dille geri çeviriyor. Frankfurt Kitap Fuarı Basın Sözcüsü Kathrin Grün DW'ye yaptığı açıklamada şu bilgileri verdi: "İranlı yetkililerle birkaç kez temas kurduk. Bu esnada İran'daki protesto hareketiyle dayanışma içinde olduğumuzu ifade etmekle birlikte, fuardaki tüm katılımcıların güvenliğini de garanti ettik. Kapsamlı bir güvenlik konseptimiz var. Frankfurt Emniyet Teşkilatı ve fuar özel güvenlik birimiyle yakın bir iş birliği içinde çalışıyoruz. Tüm fuar günlerinde, salonlarda hem sivil hem de üniformalı polis memurlarının sayısı artacak. Polislerin, en ufak bir tehdit belirtisinde derhal teyakkuz durumuna geçmesi öngörülüyor."

Bu şekilde, genel halk güvenliğinin yanı sıra, Frankfurt Kitap Fuarı'nda ayrımcılığa uğrayan, tehdit altında olan veya siyasi baskı gören yazarların ve üst düzey uluslararası politikacıların korunması da teminat altına alınıyor. Basın sözcüsü, Kitap Fuarı'nın yetki alanında olmaması nedeniyle katılımcılara vize tahsisi konusunda ise yorum yapmak istemedi.

İran rejimine karşı protestolar

Kürt kökenli İranlı genç kadın Mahsa Amini'nin kurallara uygun örtünmediği gerekçesiyle ahlak polisi tarafından gözaltına alındığı karakolda fenalaşarak hastaneye kaldırılması ve üç gün sonra, 16 Eylül 2022 tarihinde hayatını kaybetmesi, Frankfurt Kitap Fuarı yetkililerini de dehşete düşürmüştü. Bu nedenle İran'daki protestoları ele alan bir etkinlik de fuar programına dahil edildi. Bu kapsamda PEN Berlin ile iş birliği içerisinde "Molla rejimine karşı ayaklanma ve dünyanın geri kalanının yapabilecekleri" başlıklı bir panel düzenlenecek.

Uluslararası Af Örgütü'ne göre "muhtemelen polis şiddeti sonucu" hayatını kaybeden Mahsa Amini'nin ölümünden bu yana İran'da binlerce kişi, geleneksel değerlere ve Şeriat yasalarına karşı protesto gösterileri düzenliyor. Rejim buna tüm gücüyle karşı koyuyor ve protestoları şiddetle bastırmaya çalışıyor. Af Örgütü'ne göre, 3 Ekim itibarıyla olaylarda 23'ü çocuk olmak üzere en az 144 kişi hayatını kaybetti.

Siyasi destek çağrısı

Bu arada protestolar uluslararası alanda da yayılıyor. Örneğin Almanya'da pek çok kişi, İran'daki insan hakları ihlallerine dikkat çekmek için sokaklara dökülüyor. Birkaç gün önce Alman kültür dünyasından çok sayıda temsilci, Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock'a açık bir mektup gönderdi. İnsan ve yurttaş haklarına saygının İran ile nükleer müzakereler için bir ön koşul olması talep edilen mektupta, İnsan hakları ihlallerinin yasal olarak cezalandırılması ve sivil toplumla diyaloğun güçlendirilmesi çağrısı yapıldı.

İmzacılar arasında İran kökenli Alman yazar Navid Kermani de bulunuyor. Konrad Adenauer Vakfı'na verdiği bir mülakatta Almanya'nın " İran'da da görünür şekilde çok daha net destek sinyalleri" göndermesi gerektiğini ifade eden Kermani, Alman hükümetinin çok fazla suskun kaldığını savundu. 

Bu arada Annalena Baerbock ve Avrupalı mevkidaşları da harekete geçti. Pazartesi günü varılan mutabakatta, İran ahlak polisine, İran Devrim Muhafızlarının siber birimine ve diğer sorumlu kişilere karşı yaptırım uygulama kararı alındı. Yaptırım kapsamında olanların bundan böyle AB'ye seyahat etmelerine izin verilmeyecek ve AB sınırlarındaki mal varlıkları dondurulabilecek.

"Dışlamak yerine dahil etmek"

İran haber ajansının haberi, üstü kapalı bir şekilde, İran heyetinin Frankfurt Kitap Fuarı'nda istenmediğini ima ediyor. Ancak geçmişteki uygulamalara bakıldığında, Kitap Fuarı'nın dışlamak yerine tüm seslere yer vermek istediği görülüyor. Örneğin son yıllarda, sağcı yayıncıların kitaplarını kamuoyunun dikkatini çekecek şekilde sunmalarına izin verildiği için fuar organizatörleri birçok eleştiriye maruz kaldı. Frankfurt Kitap Fuarı CEO'su Jürgen Boos, "Frankfurter Rundschau" gazetesine verdiği son röportajda "Yasaları ihlal etmedikleri sürece tüm seslere kulak vermeli ve onların seslerini duyurmasına fırsat tanımalıyız" dedi. Boos, bu nedenle "otokratik bir şekilde yönetilen Çin, Türkiye, Umman, Macaristan veya Suriye gibi ülkelerin de" fuarda kendi stantlarıyla temsil edildiğine vurgu yaptı.

Kristina Reymann-Schneider

 

Usta yönetmen Jean-Luc Godard hayatını kaybetti

Fransız sinemasının önemli isimlerinden yönetmen Jean-Luc Godard 91 yaşında hayatını kaybetti. Ailesi, Godard'ın Salı günü İsviçre'de yaşamını yitirdiğini duyurdu. 60'dan fazla filme imza atan Godard, kuşaklar boyunca sinemacıları etkileyen Fransız Yeni Dalga (Nouvelle Vogue) akımının en önemli temsilcileri arasında sayılıyordu.

1960'lı yıllarda Eric Rohmer, Jacques Rivette, François Truffaut, Claude Chabrol gibi yönetmenlerle birlikte Fransız Yeni Dalga akımını oluşturan Godard, filmlerinde sinemanın geleneksel anlatım tarzını yıkan bir dil kullandı.

Senaryoyu gereksiz gördü

Godard kendi sinemasını şu sözlerle tanımlamıştı: "Bir caz müzisyeni gibi film yaptım: Bir konu seçersin, oynarsın, doğaçlama yaparsın ve bir şekilde her şey yoluna girer."

Serseri Aşıklar'da Jean Paul Belmondo ve Jean Seberg
Serseri Aşıklar'da Jean Paul Belmondo ve Jean Sebergnull picture alliance

Godard'ın ilk adını duyurduğu filmlerden olan ve başrollerinde Jean-Paul Belmondo ve Jean Seberg'in oynadığı Serseri Aşıklar'da (A Bout de Souffle) kameraman olarak çalışan Raoul Coutard Godard'ı şu sözlerle anlatmıştı: "Paris'te bir söylenti yayılmıştı, herkesten farklı bir şekilde çalışan bir çılgın bir film çekiyor."

Senaryoyu gereksiz gören Godard, geleneksel kurgu tekniklerini bir kenara bırakarak, bir sahneden başka bir sahneye atlayan filmlerle izleyiciyi hem şaşırtmayı hem de kendisine hayran bırakmayı başardı.

Godard, Serseri Aşıklar'ın yanı sıra Kadın Kadındır (Une femme est une femme), Nefret (Le Mépris), Evli Bir Kadın (Une Femme Mariée), Haftasonu (Weekend) gibi filmlerle sinema tarihine adını yazdıran bir yönetmen oldu.

Godard'ın yönetmenliğini yaptığı Haftasonu filminden bir sahne
Godard'ın yönetmenliğini yaptığı Haftasonu filminden bir sahnenull Everett Collection/picture alliance

Usta yönetmen, Jean Paul Belmondo, Brigitte Bardot, Alain Delon, Michel Piccoli, Yves Montand, Gerard Depardieu gibi Juliette Binoche ünlü oyuncularla çalıştı.

Sinemaya 1954 yılında adım attı

3 Aralık 1930'da Fransa'nın başkenti Paris'te varlıklı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası İsviçreli olan Godard'ın çocukluğu İsviçre'de geçti. Sorbonne Üniversitesi'nde etnoloji okumaya başlayan Godard'ın sinema daha çok ilgisini çekiyordu. Daha öğrenciyken, daha sonra Fransız sinemasının önemli isimleri arasında sayılacak François Truffaut, Eric Rohmer ve Claude Chabrol ile arkadaşlık kurdu. Bu isimlerin tümü Paris'te yayımlanan sinema dergisinde Cahiers du Cinéma'da film eleştirmeni olarak çalışıyordu.

Jean-Luc Godard ve eşi Fransız aktris Anna Karina (1965)
Jean-Luc Godard ve eşi Fransız aktris Anna Karina (1965)null Mario Torrisi/AP Photo/picture alliance

İlk filmi bir baraj projesi üzerine belgesel olan Opération Béton'u 1954 yılında çeken Godard, 1970'lerde sinemaya ara verdi. 1980'lerde sinemaya yeniden dönen Godard'ın son dönem filmleri daha deneysel olarak değerlendirildi.

Godard, film festivallerinden uzak durmayı tercih etmesine rağmen, filmleri birçok festivalde gösterildi, çok sayıda ödüle layık görüldü.

DW, AFP, dpa/JD, EC

 

Cannes'da Altın Palmiye İsveçli yönetmene

75. Cannes Film Festivali'nde ödüller sahiplerini buldu. Fransa'nın Cannes kentinde gerçekleştirilen, en önemli uluslararası film festivallerinden biri olan Cannes Film Festivali, 12 günlük maratonun ardından dün düzenlenen ödül töreni ile sona erdi. 17 Mayıs’ta başlayan ve bu yıl 75’incisi düzenlenen festival boyunca dünyanın farklı ülkelerinden filmler gösterildi.

"Triangle of Sadness" Altın Palmiye'yi aldı

İsveçli yönetmen Ruben Östlund'un "Triangle of Sadness" (Hüzün Üçgeni) filmi, büyük ödül Altın Palmiye’nin sahibi oldu. TRT ortak yapımı olan bu filmde, sınıf çatışması keskin bir hiciv ile sergileniyor. Filmde geçen kusma ve ishal sahneleri, geçen hafta yapılan prömiyerin ardından festivalde en çok konuşulan sahnelerden olmuştu. Östlund, ödülünü aldıktan sonra filme ilişkin, "Gösterimden sonra hep birlikte dışarı çıkıp üzerine konuşmak istedik" dedi. İsveçli yönetmen, 2017'de "The Square" (Meydan) filmiyle de Altın Palmiye ödülüne layık görülmüştü.

En iyi yönetmen ödülünü "Decision to Leave" (Ayrılma kararı) filmiyle Chan Wook Park kazandı. İkincilik anlamına gelen Grand Prix ödülü ise Lukas Dhont'un "Close" (Yakın) ve Claire Denis’in "Stars at Noon" (Öğlen Yıldızları) filmleri arasında paylaşıldı. Close, iki gencin yeni gelişmekte olan cinsellikleri esnasında uğradıkları zorbalıkları konu alıyor. Starts at Noon ise, Orta Amerika’daki politik gerginliklere karşı olarak konumlanmış bir aşk hikayesi sunuyor.

En iyi senaryo "Boy from Heaven" (Cennetten gelen çocuk) filmiyle İsveçli Tarik Saleh'in olurken, en iyi kadın oyuncu "Holy Spider" (Kutsal örümcek) filmiyle Zar Amir Ebrahimi'nin oldu. Ebrahimi bu filmde, İran’da seks işçilerini öldüren bir seri katilin peşine düşen bir gazeteciyi canlandırıyor. Film, İranlı yetkililerin çekime izin vermemesi nedeniyle Ürdün'de çekildi.

Oyuncu Zar Amir Ebrahimi
Oyuncu Zar Amir Ebrahiminull Valery Hache/AFP

Ebrahimi, yaptığı konuşmada filme ilişkin, "Bu film kadınlar hakkında, bedenleri hakkında. Film yüzleriyle, saçlarıyla, elleriyle, ayaklarıyla, göğüsleriyle ve seksle dolu. Bunları İran’da göstermek imkansız" dedi.

En iyi erkek oyuncu ise "Broker" filmindeki performansıyla Song Kang Ho'ya gitti. Kore sinemasının yıldızı Song, üç yıl önce "Parazit" filmiyle de ödüle layık görülmüştü. Ödül konuşmasında "Kore sinemasını takdir eden herkese teşekkür ederim" ifadelerini kullandı.

Cannes Festivali’nde neler yaşandı?

Festivale Rusya – Ukrayna savaşı damgasını vurdu. Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenskiy, açılış törenine online olarak katıldı ve sinemacılara, gazetecilere seslendi: "Sinema sessiz olmamalı, Ukrayna bu savaşı kazanacak" dedi. Pek çok Ukraynalı film özel gösterim hakkı kazanırken, Rus yönetmen Kiril Serebrennikov'un filminin ana yarışmada yer alması, savaşı kınamış olmasına rağmen, tepki topladı.

Türkiye'den Emin Alper'in Kurak Günler'i yarıştı

Türkiye'den yönetmen Emin Alper'in "Kurak Günler" filmi Un Certain Regard (Belirli Bir Bakış) bölümünde yarıştı. Film, dünya prömiyerinin ardından yaklaşık 10 dakika boyunca salonda alkışlandı. Başrollerinde Selahattin Paşalı ve Ekin Koç'un yer aldığı Kurak Günler, kuraklıkla mücadele eden bir kasabaya atanan savcı, belediye başkanı ve bir gazeteci arasındaki ilişki ve çekişmeleri anlatıyor.

Emin Alper’in filmin gösterimi sonrasında filmin yardımcı yapımcılarından olan ve Gezi davasında 18 yıl hapse mahkum edilen Çiğdem Mater için yaptığı konuşma festivale damgasını vurmuştu. Alper, konuşmasında, "Şu an bizimle değil, çünkü kendisi komik bir dava sonucu hapse atıldı. Bizimle olmasa da aklımız ve kalbimiz onun yanında" demiş, Alper’in konuşması, salondan büyük alkış almıştı.

Alper, DW Türkçe'ye konuya ilişkin verdiği söyleşide "Masum insanların hapiste yatması devam ettiği sürece bunu nerede olsa dile getireceğiz" dedi.

DW / AI, BÖ

Akçakoca’ya vuran Lenin büstünün hikâyesi

“Baba, buradan bir adam çıktı!”*

Denizde yüzen bir kız çocuğu, kıyıdaki babasına seslendiğinde Düzce'nin Akçakoca ilçesinde pırıl pırıl bir cumartesi günüydü. Çocuk, suda batıp çıkan bir cisim görmüştü. Kızın babasına seslenişini duyan balıkçı teknesi, “bilinmeyen cisme” yaklaştı. Balıkçı, ahşap objeye bir süre dikkat kesildi. Göz göze geldiği, Sovyetler Birliği’nin kurucusu Vladimir Lenin’di.

Akçakocalı balıkçı, 17 Temmuz 1993 tarihinde sahile vuran Lenin büstünü teknesine bağlayıp kıyıya çıkardı. Sahilde karşılaştığı dönemin belediye başkanı Hüseyin Yalman, büstün belediye deposunda saklanmasının herkes için en iyisi olacağına karar verdi. Büst böylece belediye deposuna kaldırıldı.

O günden sonra ilçede, kim tarafından yapıldığı ve nereden geldiği halen muamma olan Lenin büstünün Odessa'dan sürüklendiğine dair rivayetler dolaşmaya başladı. Yerel halk, akıntı sebebiyle karşı kıyıdan denize atılan nesnelerin Akçakoca kıyılarına vurmasına yabancı değil. Yalnız obje de değil, kimi zaman kıyıya ceset vurduğu da halk arasında konuşuluyor. Büst hikayesini dinlemek için kapısını çaldığımız Akçakocalı Ergun Aşçı, “Yadırganacak bir şey değil bu. Bizim burası, Odessa’nın karşısı. İkinci Dünya Savaşı’nda çok ceset vurmuş buralara” diyor. O dönem kasabada çeşitli söylentilere neden olan Lenin büstü, yıllar sonra kısa süreli de olsa ülke gündemine de oturmuştu.

"Dikilmesini uygun görmem ama sergilenebilir"

2009 yerel seçimlerinde Akçakoca'da CHP'nin kazanmasıyla, Fikret Albayrak belediye başkanı oldu. CHP’li başkan basına verdiği demeçlerde, Lenin büstünün ilçede kurulacak bir müzede sergilenmesi için çalışmalara başladıklarını söyledi. Belediye Başkan Yardımcısı Ahmet Göral da bir röportajında, “Lenin’in siyasi görüşleri bizi ilgilendirmez ancak tarihi bir kişilik olduğu tartışılmaz” diyerek büstle ilgili çalışma yapılacağını kamuoyuyla paylaştı. Eski dışişleri bakanı, dönemin AKP Düzce Milletvekili Yaşar Yakış ise büst tartışmalarına, “Dikilmesini uygun görmem ama sergilenebilir” açıklamasıyla katıldı. Turizmciler büstün ilçede sergilenmesi ile Akçakoca'ya "Lenin turları” düzenlenebileceğini dile getirmeye başlamıştı bile. Başkan Albayrak, müzede sergilemek istedikleri ancak depoda zarar gören büstün tamiri için arayışa girdi. Marangoz Erol Badanoz’un yolu, Lenin büstü ile bu arayış neticesinde kesişti.

"Lenin’in kim olduğunu bilmiyordum"

Halen Akçakoca'da yaşayan Ergun Aşçı aracılığıyla ulaştığımız marangoz Badanoz, Akçakoca Belediyesi'nden teslim aldığı ahşap büstü tamir etmek için iki haftaya yakın uğraştığını anlatıyor.

“Bana geldiğinde burnu hiç yoktu. Şakaklarında çatlaklar vardı. İlk gördüğümde anlamadım kim olduğunu. O zaman Lenin’in kim olduğunu da bilmiyordum. Kafama göre birkaç burun yaptım ama beğenmedim. Karadenizli burnuna benzemişti biri. En son yaptığıma bakıp, ‘Simasına uydu’ dedik.”

Ancak bu tamir serüveninin ardından da istenen olmadı. Bugüne kadar kulaktan kulağa yayılan duyumlardan biri, Ankara’nın büstün müzede de olsa sergilenmesini istemediği… Koç ailesinin bir dönem büstü satın almaya talip olduğu da ilçede dolaşan söylentilerden bir diğeri. Ne meydana dikilen ne de müzede sergilenen Lenin büstü, Badanoz tarafından tamir edildikten sonra bir kez daha belediye deposunda çürümeye bırakıldı.

"Sen Ben Lenin" filmi Netflix'te yayınlanmaya başladı
"Sen Ben Lenin" filmi Netflix'te yayınlanmaya başladınull Novart/Netflix

"Kasaba meydanına dikilse ne olur? Film olur"

Kıyıya vuran büstün Akçakocalılar tarafından şaşkınlık ve sevinçle karşılandığı anın kayıtlara geçtiği görüntüler mevcut. Kaydın sahibi Adnan Bodur, plajda oynayan çocuklarını çektiği sırada bu tarihi ana denk gelmiş. Bodur’un tesadüfen kameraya çektiği siyah-beyaz kareler, büstün kıyıya vurma anını gösteren tek kayıt olarak biliniyor. Öte yandan, hikâyeyi konu alan, beyaz perdeye uyarlanmış bir belgesel bir de film bulunuyor.

Akçakoca sahiline vuran Lenin büstünün hikâyesi ilk olarak 2016 yılında “Hoşgeldin Lenin” belgeselinde ele alındı. Gerçek hikâyeden esinlenerek hayata geçirilen kurmaca film "Sen Ben Lenin” ise geçen sene vizyona girdi. Bugünlerde Netflix'te seyirciyle buluşan filmin yönetmeni Tufan Taştan, hikâyeyi 2009'da Radikal gazetesinde yayımlanan “Akçakoca Çıkışı Lenin’de Arıyor” haberiyle duymuş.

“Okuyunca güldüm tabii. Hep aklımda olan bir hikâyeydi ama 2015'te Barış Bıçakçı’ya anlattım. Barış’ın o zamana kadar haberi olmamış. Bir sohbetimiz sırasında ‘Kasaba meydanına dikilseydi ne olurdu acaba’ dedim. Barış, ‘Film olurdu’ dedi. Böylece senaryoyu yazmaya başladık.”

Film | Sen, Ben, Lenin
null Novart/Netflix

"Bir belediye çalışanı rutubet sebebiyle çürüdüğünü söyledi"

Film, bir sahil kasabasına vuran ahşap Lenin heykelinin çalınmasının ardından heykeli bulmakla görevlendirilen iki komiserin yaşadıklarını anlatıyor. Lenin heykelinin aranmasıyla başlayan hikâye bir süre sonra kasaba sakinlerinin geçmişleriyle yüzleşmesine aracılık ediyor. Tufan Taştan, yazar Barış Bıçakçı ile büstü görmek için 2016 yılında Akçakoca'ya gittiklerini ancak belediyeden izin alamadıklarını anlatıyor.

Yönetmen Tufan Taştan
Yönetmen Tufan Taştannull Privat

“Heykel depoda demirbaş olarak kaydedilmiş. Bir belediye çalışanı rutubet sebebiyle çürüdüğünü söyledi. Belediyenin fotoğraf çekmemizden ve bu şekilde heykelin zarar gördüğünün anlaşılmasından çekindiğini duyduk. Görmek için epey uğraştık ama olmadı.”

Yönetmen Taştan ayrıca, “Sen Ben Lenin” filmi için Akçakoca'da özel gösterim yapmak istediklerini ancak MHP'li belediyeden bu taleplerine de olumlu dönüş olmadığını ekliyor.

DW Türkçe'nin Lenin büstünün akıbetiyle ilgili olarak aradığı Akçakoca Belediyesi yetkilileri ise büstün belediye arşivinde muhafaza edildiğini belirterek, “Çürüme yok, herhangi bir sıkıntı yok” dedi.

* “Hoşgeldin Lenin” belgeselinde yer alan balıkçının anlatımından aktarılmıştır.

Aynur Doğan konseri: Kürtçe etkinliklere gelen yasaklar

Kocaeli Derince Belediyesi'nin Kürt sanatçı Aynur Doğan'ın konserini iptal etmesinin yankıları sürüyor. Kamuoyunda tepkiye yol açan yasak kararını Derince Belediye Başkanı Zeki Aygün, konserle ilgili gerekli izinlerin alınmaması şeklinde gerekçelendirmişti. Organizasyon şirketi ise bu iddiayı yalanlayarak "Daha önceki tüm işlerimizde olduğu gibi 20 ve 25 Mayıs etkinliklerimizin de ödeme dekontlarımızı ibraz ettiğimiz ve çalışmalarını tamamladığımız halde konser iptal edildi" açıklamasını yaptı.

Aynur Doğan da yasak kararının ardından Twitter hesabından yaptığı paylaşımda, "Gücümüzün yettiği, sevginizin olduğu her yerde paylaşarak birlikte büyüyeceğiz. Bizler 'kaslarınızı' geliştireceğiniz kum torbası değil, ancak yüreğinizi ve vicdanlarınızı güçlendirmenin fırsatlarıyız" ifadelerini kullandı. 

Metin-Kemal Kahraman kardeşlerin konseri de yasaklandı

Aynur Doğan konserinin iptaline tepkiler sürerken iki yasak haberi daha geldi. Dersimli müzisyenler Metin-Kemal Kahraman kardeşlerin bugün yapılması planlanan konseri de Muş Valiliği tarafından yasaklandı. DW Türkçe'ye konuşan Kemal Kahraman, tüm hazırlıkları tamamlanan konserin yasaklandığına dair kararı dün akşam öğrendiklerini söyledi.

Kahraman, "Muş'ta konserimizin organizasyonuyla ilgilenen arkadaşımızı mesai bitimine yaklaşık yarım saat kala valilikten bir yetkili aramış ve konserin yasaklandığını söylemiş. Herhangi bir gerekçe telefonda dile getirmemişler" şeklinde konuştu.

Konser için emek verenlerin mağdur edildiğini belirterek kararı "art niyetli bir yaklaşım" olarak değerlendiren Kahraman, kendilerine tebligat yapılacağının ifade edildiğini, ancak henüz ellerine geçen bir belge olmadığını da ekledi.

Kemal Kahraman, Muş konserlerine yönelik yasağın Aynur Doğan konserinin iptaliyle beraber değerlendirilerek kamuoyunda merkezi bir karar uygulanıyormuş havasının yaratıldığı kanaatinde. Kahraman, "İktidarın ideolojik olarak genelde sanatla özel olarak da müzikle sorunu var. Bu süreci Kürtçe, Zazaca söyleyen müzisyenler daha katmerli bir şekilde yaşıyor. Bugünkü uygulamanın Kürtçe, Zazaca ile başlatılmasının sebebi, genel müzik yasağını meşrulaştırmak için olabilir" görüşünü dile getirdi.

Amed Şehir Tiyatrosu'na da yasak geldi

Bir başka yasak haberi de yine Kocaeli'nden geldi. Amed Şehir Tiyatrosu'nun 28 Mayıs'ta Kocaeli'nin Çayırova ilçesinde sahneleyeceği "Don Kîxot" oyunu da iptal edildi.

Amed Şehir Tiyatrosu'ndan Berfin Emektar, DW Türkçe'ye yaptığı açıklamada, kararın organizasyon şirketine gece yarısı tebliğ edildiğini, telefondaki yetkilinin "Salonu size yanlışlıkla verdik" dediğini aktardı. Emektar, keyfi durumlarla karşı karşıya kaldıklarını belirterek "'Kürtçe'yi yasaklamıyoruz' diyorlar ama neyi yasakladıklarına dair gerekçe de verilmiyor. Yazılı hiçbir şey sunmuyorlar. Bizim için kabul edilebilir değil. Açık açık 'Kürtçe bu ülkede yasak' desinler o zaman. Komik açıklamalarla bizi sindireceklerini düşünüyorlarsa yanılııyorlar" diye konuştu.

Amed Şehir Tiyatrosu'nun Aralık ayında Mardin'de Kürtçe olarak sahneleyeceği Molière'in "Tartuffe" oyunu da valilik tarafından yasaklanmıştı. Valilik yasak kararına pandemiyi gerekçe gösterse de Berfin Emektar yasağın ertesi günü aynı mekânda başka bir oyunun sahnelendiğini söyledi.

Amed Şehir Tiyatrosu
Amed Şehir Tiyatrosunull privat

Mahkeme Kürtçe oyun yasağını hukuka uygun buldu

Kürtçe sahnelenen sanat etkinliklerine yönelik yasaklar bir süredir devam ediyor. Ekim 2020'de İtalyan tiyatro yazarı Dario Fo'nun Kürtçeye çevrilen ve "Teatra Jiyana Nû" tarafından 2017'den beri Türkiye'nin dört bir yanında sahnelenen "Bêrû" oyunu da İstanbul Gaziosmanpaşa Kaymakamlığı tarafından "kamu düzenini bozabileceği" gerekçesiyle yasaklanmıştı. Yasak kararı çıkmasaydı İstanbul Şehir Tiyatroları'nda ilk kez Kürtçe bir oyun sergilenecekti. Yasağın ardından sosyal medyada #KürtçeTiyatroEngellenemez etiketiyle paylaşımlar yapılmıştı.

Aynı oyunun İstanbul'un ardından Urfa'da da yasaklanması üzerine Urfa Barosu yasaklama kararının kaldırılması için mahkemeye başvurdu. Talebi reddeden mahkeme, "Teatra Jiyana Nû"nun PKK ile iltisaklı olduğunu iddia ettiği Mezopotamya Kültür Merkezi ile ilişkisi olduğunu belirterek "terörle mücadelenin daha etkin bir şekilde sürdürülebilmesi" için yasağın hukuka uygun olduğunu savundu.

"Anadili Kürtçe olan insanlar üzerindeki etkisi çok travmatik"

İletişim Yayınları'ndan çıkan "Kürt Damgası: Etnik Sınırlar ve Başa Çıkma Stratejileri" kitabının yazarı sosyolog Dr. Serkan Turgut ise anadil gibi temel bir insan hakkının aktüel siyasi malzeme haline getirilmesini eleştiriyor. Turgut, "İşin kötü tarafı bu tür gündelik pragmatik hamleler insanların hayatında kalıcı izler bırakabiliyor" diyor.

Sosyolog Dr. Serkan Turgut
Sosyolog Dr. Serkan Turgutnull privat

Turgut, Kürtçe diline yönelik yasakların belediye ve valilik kararları ile meşru bir zeminde yürütüldüğüne dikkat çekerek "Çoğunluğa mensup gruplar ne kadar farkında bilmiyorum, ama yasakların anadili Kürtçe olan insanlar üzerindeki etkisi çok travmatik. Gündelik hayatta Kürtçe konuşmaktan kaçınmaya giden bir yolu da döşüyor" diye ekliyor. Turgut, Kürtçe'ye yönelik baskıların yeni olmadığının altını çizen akademisyen, yasakları endişe verici buluyor:

"Birarada yaşamak devlet söyleminden başlayarak medyada, eğitim kurumlarında hayatın her alanında Kürtçe'ye yer açarak mümkün olacak. Aksi takdirde sadece nefret tohumu ekeceğiz. Kürtçe anadilimiz. Konuşacağız, şarkılarımızı söyleyeceğiz, oyunlarımızı oynayacağız. Duymayan kulaklara yasaklamanın hiçbir fayda getirmeyeceğini tekrar tekrar anlatacağız."

 

Pink Floyd Ukrayna için yeniden bir arada

Müzik dünyasının efsanevi gruplarından Pink Floyd, onlarca yıl aranın ardından Ukrayna'ya destek amacı taşıyan bir şarkının kaydı için yeniden bir araya geldi. Gruptan yapılan açıklamada, Pink Floyd‘un "Hey Hey Rise Up" (Hey Hey Ayağa Kalk) isimli şarkısı 8 Nisan Cuma günü piyasaya çıkacak. Bu şarkı, grubun 30 yıl aradan sonra birlikte yaptığı ilk eser olma özelliğini taşıyor.

Açıklamada, kaydedilen şarkının içinde, şu an Kiev'de bulunan ve aldığı şarapnel yarası nedeniyle tedavi gören Boombox adlı grubun Ukraynalı solisti Andriy Şilivnyuk'un sesinin de yer aldığı ifade edildi. Şilivnyuk'un geçen Şubat ayında başkent Kiev'deki bir meydanda kaydettiği şarkı Instagram'da yayınlanmış ve bir protesto parçası olan eser dünya çapında büyük ilgi görmüştü. 

"The Division Bell"den sonra ilk kez

Ünlü İngiliz Rock grubu Pink Floyd'un üyeleri, bundan önce son olarak 1994 yılında çıkardıkları "The Division Bell" albümünün kaydı için bir araya gelmişti. Geçen Çarşamba günü kaydedilen yeni şarkının seslendirilmesinde solist ve gitarist David Gilmour'un yanı sıra, grubun bas gitaristi Guy Pratt ve klavyede Nitin Sawhney yer aldı.

Ukraynalı akrabaları olan David Gilmour, şarkının yapım aşamasında Şilivnyuk ile sürekli iletişim halinde olduğunu belirtti. Gilmour, bu görüşmelerle ilgili olarak, "Ona telefonda şarkının bir bölümünü çaldım ve onayını aldım. İkimiz de ileride bir gün yan yana birlikte bir şeyler yapmayı umuyoruz" dedi.

 

dpa / ET,BK

Dünya Tiyatrolar Günü: Ekonomik kriz ve sansür çıkmazında tiyatro yapmak

Pandemi sürecinin en sert vurduğu sektörlerden biri sahne sanatları oldu. Salgın önlemleri nedeniyle perde kapatan tiyatrolar iki senedir ekonomik sorunlarla boğuşuyor. Bu sorunlara politik engellemelerin de eklenmesiyle çıkmaza giren tiyatrocular 27 Dünya Tiyatrolar Günü'nde yaşadıkları zorlukları anlattı. 

DW Türkçe'ye konuşan tiyatrocuların en az ekonomik sorunlar kadar dikkat çektiği konu, sansüre yol açan keyfi uygulamalar. Son dönemde valilik ya da kaymakamlık kararıyla sahnelenmesi engellenen onlarca oyun bulunuyor. Tiyatrocuların anlattığına göre, alınan kararlar genellikle sözlü olarak tebliğ edilirken oyunlar çoğu zaman gerekçe vermeksizin yasaklanıyor. İstanbul Fatih'te sahnelenmesi planlanırken yasaklanan, F tipi cezaevlerindeki işkence ve kötü muamele konulu "Ölüm Uykudaydı" yasaklanan oyunlar arasında bulunuyor.

"Tiyatro camiası oto sansürle hayatına devam ediyor"

"Ölüm Uykudaydı," geçen Kasım ayında Fatih Kaymakamlığı tarafından "kamu güvenliği bakımından uygun bulunmadığı" için yasaklandı.

"Ölüm Uykudaydı" oyununun yönetmeni Onurcan Çelebi
"Ölüm Uykudaydı" oyununun yönetmeni Onurcan Çelebinull privat

Tiyatro İmge tarafından sahnelenen oyunun yönetmeni Onurcan Çelebi, kendilerine resmi tebligat yapılmadığını, İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından gelen telefonda kaymakamlık yasağının bildirildiğini anlatıyor. Beykent Üniversitesi Oyunculuk Bölümü mezunu Çelebi, "Kaymakamlık, internet üzerinden arama yapıp oyunu uygun bulmadığına karar vermiş. Bizim oyuna uygulanan sansür sadece devletle yüz yüze geliş anı. Koca tiyatro camiası oto sansürle hayatına devam ediyor. Oyun hazırlarken alacağı tepkiyi, sahne bulup bulamayacağımızı düşünüyoruz" diyor. Sansürün yanı sıra ekonomik sorunlarla da boğuştuklarına işaret eden Çelebi, sahne kiralarının oldukça yüksek olduğunu dile getiriyor. 

"Özel tiyatrolar taraf gözetilmeksizin desteklenmeli"

Özel tiyatrolar pandeminin başından beri vergi, borç, kira ve faturalarla ilgili düzenleme yapılmasını ve devlet desteği verilmesini talep ediyordu. Kültür ve Turizm Bakanlığı geçtiğimiz Ocak ayında "Dijital Tiyatro" ve "Tiyatrolarımız DT Sahnelerinde" projeleri kapsamında 451 özel tiyatroya 14 milyon 455 bin lira destek sağlayacağını açıkladı. Ancak Moda Sahnesi, Kadıköy Boa Sahne ve Boğaziçi Gösteri Sanatları Organizasyon (BGST) Tiyatro'nun da aralarında olduğu bazı tiyatroların destek başvurusu reddedildi.

"Ölüm Uykudaydı" oyunundan bir sahne
"Ölüm Uykudaydı" oyunundan bir sahnenull privat

Kültür Sanat-Sen Genel Başkanı Ahmet Özbek, özel tiyatroların pandemi koşullarına direnmesinin kolay olmadığının altını çiziyor. "Gündüz farklı işlerde çalışıp gece oyununu oynamaya çalışan arkadaşlarımız var maalesef. Özel tiyatroların ivedilikle taraf gözetilmeksizin desteklenmesi gerekiyor" diyor. Özel tiyatroların ticarethane başlığı altında değerlendirildiklerini, elektrik, doğalgaz gibi faturalarda vergi indiriminden faydalanmalarının engellendiğini dile getiren Özbek, "Bu, kabul edilebilir bir durum değil. Tiyatroların kâr amaçlı oluşumlar olmadığı, çalışanlarının çoğunlukla başka yerlerden hayatlarını kazanıp buralarda sanat yapmaya çalıştığı gerçeği göz ardı edilemez. Vergiler konusunda devlet düzenleme yapmalı" diye ekliyor.

"Dünya klasiklerine sansür uygulayacak hale geldik"

Ekonomik sorunlara ek olarak, ülke gündemini meşgul eden politik kararlar neticesinde hayatının yönü değişen sanatçılar da var. Amed Şehir Tiyatrosu (Şanoya Bajêr a Amed ê), bu sanatçıların bir araya geldiği topluluklardan biri. 

Amed Şehir Tiyatrosu'nun Kürtçe sahnelemek istediği oyun yasaklanmıştı
Amed Şehir Tiyatrosu'nun Kürtçe sahnelemek istediği oyun yasaklanmıştınull privat

Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi'ne kayyum atandıktan sonra işlerine son verilen tiyatrocular tarafından 2017 yılında kurulan Amed Şehir Tiyatrosu'ndan 25 yıllık tiyatrocu Berfin Emektar, Diyarbakır'da tiyatro için mekân bulmanın zorluklarını anlatıyor. "Mevcut mekanların tamamı devletin, kayyum atanan belediyenin elinde. Buralar Kürtçe tiyatroya açık değil. Şu anki tiyatromuzu sivil toplumun desteğiyle inşa ettik. 80 kişilik salonumuz vardı, yer yetmediği için 150 kişilik mekân yarattık. Belediyedeyken de seyircimiz çoktu, şimdi de öyle" diyor. 

Türkiye'deki antidemokratik uygulamaların tiyatro camiasını birebir etkilediğini dile getiren Emektar, "Ama biz daha çok etkileniyoruz çünkü 'öteki' olanız" diye ekliyor. Amed Şehir Tiyatrosu'nun Aralık ayında Mardin'de Kürtçe olarak sahneleyeceği Molière'in yazdığı "Tartuffe" oyunu valilik tarafından yasaklanmıştı. Emektar, valiliğin pandemiyi gerekçe gösterdiğini ancak yasağın ertesi günü aynı mekânda başka bir oyunun sahnelendiğini söylüyor. "Birçok yerde engellemelerle karşılaşıyoruz. Türkiye genelinde salon bulamıyoruz. Tehditler nedeniyle oyunlarımız iptal ediliyor" diyor. Emektar da oto sansür sorununa dikkat çekiyor. "Zaman zaman farkında olmadan da oto sansür uyguladığımız metinlerimiz oluyor. Dünya klasiklerine sansür uygulayacak hale geldik" diye konuşuyor. 

"Testis" kelimesi müstehcen bulundu, yasak geldi

Sansüre uğrayan oyunlardan bir diğeri, 2014'ten bu yana seyirciyle buluşan tek kişilik "Karahindiba" oyunu. Yıllardır Anadolu'nun birçok yerinde sahnelenen oyun, geçen sene Hatay Valiliği tarafından içinde "testis" kelimesi geçtiği gerekçesiyle "toplumsal ahlaka aykırı" ve "müstehcen" bulunduğu için yasaklandı. Oyuncu Sertaç Demir, daha önce Hatay'da defalarca oynadıklarını, ilk kez böyle bir durumla karşılaştıklarını, resmi tebligatta gerekçe yer almadığını ancak iptal sebebini sözlü olarak öğrendiklerini anlatıyor. "Başvuruyu bir ay önce yapmamıza rağmen oyuna dört saat kala ‘Başvuru uygun görülmemiştir' yazısı aldık. Milyonda bir görülen hastalığa yakalanan adamın hikayesini anlatan, Sinan Sülün'ün aynı isimli kitabından uyarlanan oyunumuzdaki bilimsel bir kelime olan ‘testis' nedeniyle yasaklandığını telefonda öğrendik. Süreçler tek kişinin keyfi yaklaşımıyla yönetiliyor" diyor. Hatay'daki tek bir kültür merkezinin valilik tekelinde olduğunu dile getiren oyuncu, ekonomik zorluklardan da bahsediyor:

Tek kişilik "Karahindiba"dan bir sahne, oyuncu Sertaç Demir
Tek kişilik "Karahindiba"dan bir sahne, oyuncu Sertaç Demirnull privat

"Gelirimizin neredeyse yüzde 40'ını vergi olarak ödüyoruz. Tiyatro çalışmaları yaptığımız atölye vardı, orayı ekonomik nedenlerle kapattık pandemi döneminde. Zor ve yıpratıcı bir dönemden geçtik, ağır ekonomik yüklerin altındayız. Keyfi uygulamalarla uğraşmak zorunda kalıyoruz bir de. Psikolojik olarak da yoruyor." 

Burcu Karak

© Deutsche Welle Türkçe

 

Haftanın karikatürü

© Deutsche Welle Türkçe

 

Berlinale: Meltem Kaptan'a Gümüş Ayı

Sıkı korona tedbirleri altında düzenlenen 72'nci Uluslararası Berlin Film Festivali'nde ödüller sahiplerini buldu.

Berlinale olarak bilinen festivalde En İyi Film dalında Altın Ayı'yı İspanyol yönetmen Carla Simón'un imzasını taşıyan "Alcarràs" kazandı. Film, yazlarını Katalonya'da bir köyde geçiren, güneş panelleri yapılacağı için şeftali ağaçlarını kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya olan bir ailenin geleceğine ilişkin kaygılarını anlatıyor.

Carla Simón "Alcarràs" filmiyle kazandığı Altın Ayı'yı elinde tutuyor
Carla Simón imzalı "Alcarràs" Altın Ayı kazandınull RONNY HARTMANN/AFP/Getty Images

Uluslararası Jüri Başkanı ABD'li yönetmen M. Night Shyamalan, oyuncuların "olağanüstü performansları" ve filmin "bir aile içindeki şefkat ve mizahı göstermedeki" başarısı nedeniyle "Alcarràs"ın Altın Ayı'ya layık görüldüğünü açıkladı.

Gümüş Ayı ödülleri

Carla Simón'un Altın Ayı kazanmasının yanı sıra iki kadın yönetmen de bu yılki Berlinale'de Gümüş Ayı kazandı. Berlinale'nin ana yarışmasına seçilen 18 filmden yedisi bir kadın yönetmenin imzasını taşıyordu.

Bolivya asıllı Meksikalı yönetmen Natalia Lopez Gallardo ilk uzun metrajlı filmi "Robe of Gems" (Değerli Taşlar) ile Jüri Ödülü dalında Gümüş Ayı'nın sahibi oldu.

Başrolünde Fransız oyuncu Juliette Binoche'un oynadığı "Avec amour et acharnement"in (Bıçağın İki Yüzü) yönetmeni Claire Denis, En İyi Yönetmen dalında Gümüş Ayı kazandı.

Claire Denis Altın Ayı'yı elinde tutuyor
Claire Denis, "Çikolata" filmiyle adını duyurmuştunull Vianney Le Caer/AP/Invision/picture alliance

Jüri Büyük Ödülü'ne Güney Koreli Hong Sangsoo'nun yönetmenlik koltuğunda oturduğu "So-seol-ga-ui yeong-hwa" (Romancının Filmi) layık görüldü.

Meltem Kaptan'a Gümüş Ayı

Almanya'nın Köln kentinde yaşayan Türkiye kökenli komedyen, yazar ve aktris Meltem Kaptan, Andreas Dresen'in yönettiği "Rabiye Kurnaz gegen George W. Bush"daki (Rabiye Kurnaz George W. Bush'a karşı) Rabiye Kurnaz rolüyle Başroldeki En İyi Oyunculuk Performansı dalında Gümüş Ayı kazandı.

Gerçek bir olayı ele alan film 11 Eylül 2001'deki saldırıların ardından terörle suçlanan ve ABD'nin Küba'daki Guantanamo Üssü'nde yaklaşık dört buçuk yıl boyunca tutuklu bulunan Bremen doğumlu Murat Kurnaz'ın annesi Rabiye Kurnaz'ın oğlunu kurtarmak için verdiği mücadeleyi anlatıyor.

Meltem Kaptan, ödülünü aldıktan sonra yaptığı konuşmada, ödülünü Rabiye Kurnaz'a ve sevgileri bütün sınırları aşan tüm annelere adadığını söyledi. Ödül konuşmasının bir bölümünü Türkçe yapan Meltem Kaptan anne ve babasına seslendi. "Kızlarınızdan tıp veya hukuk okumalarını istemediniz, 'kendi çizdiğiniz yolu takip edin' dediniz" ifadelerini kullanan Meltem Kaptan, bunun için anne ve babasına teşekkür etti.

Rabiye Kurnaz ve Meltem Kaptan, filmin galasında
Rabiye Kurnaz ve Meltem Kaptan, filmin galasındanull Hannibal Hanschke/REUTERS

Almanya'da televizyonlardaki komedi şovları ile tanınan Meltem Kaptan, Türkiye'de yönetmenliğin Ali Atay'ın yaptığı aksiyon komedi "Ölümlü Dünya"da da rol almıştı. "Rabiye Kurnaz gegen George W. Bush" Meltem Kaptan'ın başrolünde oynadığı ilk film oldu.

Alman yönetmen Andreas Dresen'in yönettiği "Rabiye Kurnaz gegen George W. Bush"un senaristi Laila Steiler de En İyi Senaryo dalında Gümüş Ayı kazandı.

Steiler, filminde basın toplantısında senaryoyu yazarken Rabiye Kurnaz ve avukatı Bernhard Docke ile yakın temas halinde olduğunu, filmi onların da beğendiğini anlatmıştı.

"Rabiye Kurnaz gegen George W. Bush" filminin senaryo yazarı Laila Stieler
"Rabiye Kurnaz gegen George W. Bush" filminin senaryo yazarı Laila Stielernull Vianney Le Caer/AP/Invision/picture alliance

Diğer ödüller

En İyi Yardımcı Oyunculuk Performansı dalında Gümüş Ayı, Kamila Andini imzalı "Nana"daki rolüyle Laura Basuki'nin oldu.

2021'de oyunculuk ödüllerinde cinsiyet ayrımını kaldıran Berlinale'de en iyi kadın ve en iyi erkek oyuncu ödülleri yerine en iyi başrol ve en iyi yardımcı oyuncu kategorilerinde sadece birer ödül veriliyor.

Mükemmel Sanatsal Performans dalında Gümüş Ayı'ya "Everything will be ok" (Her Şey İyi Olacak) filminin Kamboçyalı yönetmeni Rithy Panh ve görüntü yönetmeni Sarit Mang layık görüldü.

Kamboçyalı yönetmen Rithy Panh
Kamboçyalı yönetmen Rithy Panhnull Vianney Le Caer/AP/Invision/picture alliance

Michael Koch'un yönetmenliğini yaptığı "Drii Winter" (Bir Parça Gökyüzü) de Mansiyon kazandı.

Berlin Film Festivali'nde M. Night Shyamalan başkanlığındaki Uluslararası Jüri, Ryûsuke Hamaguchi, Said Ben Said, Anne Zohra Berrached, Tsitsi Dangarembga, Connie Nielsen Karim Ainouz'den oluşuyordu.

Encounters'da ödül kazanan filmler

Uluslararası Berlin Film Festivali'nde sinemada cesaret gösteren, yeni bir anlatım dili arayan filmlerin seçildiği Encounters (Karşılaşmalar) seçkisinde ise En İyi Film ödülünü Avusturyalı yönetmen Ruth Beckermann'ın imzasını taşıyan "Mutzenbacher" kazandı.

"Unrueh" (Huzursuzluk) filminin yönetmeni İsviçreli Cyril Schäublin'in En İyi Yönetmen ödülüne, İranlı yönetmen Mitra Farahani de "Àvendredi, Robinson" (Cuma görüşürüz, Robinson) ile Jüri Özel Ödülü'ne layık görüldü.

50 bin euro tutarındaki GWFF İlk Film Ödülü'nün sahibi bu yıl "Sonne" (Güneş) ile Kurdwin Ayup oldu.

Irak doğumlu Viyana'da yaşayan yönetmen Kurdwin Ayub
Irak doğumlu Viyana'da yaşayan yönetmen Kurdwin Ayubnull Vianney Le Caer/AP/Invision/picture alliance

40 bin euro tutarındaki Belgesel Film Ödülü'nü ise Myanmar Film Kolektifi tarafından hazırlanan "Myanmar Diaries" (Myanmar Günlükleri) kazandı.

Korona gölgesinde festival

Berlinale'nin bu yıl yüz yüze yapılabilmesi için alınan korona tedbirleri nedeniyle festival, daha önceki yıllardan farklı oldu. Festivalin süresi kısaltılarak, geleneksel olarak cumartesi akşamı verilen ödül töreni, çarşambaya alındı. 20 Şubat Pazar günü sona erecek Berlinale'nin son dört günü ise halk günü olacak ve korona nedeniyle daha az kapasite ile hizmet veren sinema salonlarında film gösterimleri yapılacak.

Dünyanın farklı ülkelerinden sinema sektörünü buluşturan Avrupa Film Pazarı ve Berlinale Koprodüksiyon Pazarı ile Yetenek Kampüsü (Berlinale Talents) ise bu yıl sadece çevrim içi düzenlendi.

Jülide Danışman

© Deutsche Welle Türkçe

 

Aşk, Mark ve Ölüm: Göçün müzikli tarihi

72'nci Uluslararası Berlin Film Festivali'nin Panorama seçkisinde yer alan Cem Kaya imzalı belgesel "Aşk, Mark ve Ölüm"ün dünya prömiyeri bu akşam yapıldı. "Aşk, Mark ve Ölüm", 1960'lardan itibaren Almanya'ya gelen Türklerin zaman içinde oluşturduğu müzik kültürü ile birlikte göçün tarihini anlatıyor.

Berlin'de yaşayan yazar Aras Ören'in aynı adlı şiirinden esinlenen "Aşk, Mark ve Ölüm" üç bölümden oluşuyor. "Aşk", Almanya'ya gelen "misafir işçilerin" vatan hasretlerini, geride bıraktıkları ailelerine, sevdiklerine duydukları özlemi ele alıyor. "Mark", 80'li yıllardan itibaren kalabalık düğünlerde çalınan müzikler ile Alman kentlerinde yaşayan Türklerin gazino kültürüne odaklanıyor. "Ölüm" ise 90'ların başında Mölln ve Solingen'de Türkleri hedef alan ırkçı saldırıların ardından gelişen rap ve hip hop kültürünü, ikinci ve üçüncü kuşak Türkiye kökenlilerin ürettiği müziği mercek altına alıyor.

Titiz arşiv çalışması

Almanya'daki kamu televizyonlarının arşivleri ile özel arşivlerde titiz bir çalışma yapan Cem Kaya, filminde çoğunluk toplumu tarafından pek de bilinmeyen bir kültürün varlığını hatırlatıyor. Filmde, türküleri ile "gurbetçilerin" duygularına tercüman olan Aşık Metin Türköz, "Köln Bülbülü" olarak tanınan Yüksel Özkasap, "Avrupa'nın Divası" olarak bilinen Cavidan Ünal, gazinoların aranan isimlerinden Hatay Engin, Almanya'da Türkçe rap müziğinin öncülerinden Erci E. gibi müzisyenlerle röportajlar da yer alıyor.

​​​​Almanya'da ünlü olan Hatay Engin
​​​​Almanya'da ünlü olan Hatay Engin de film yer alıyornull filmfaust/Film Five

Cem Kaya, filmde Almanya'daki Türklerin yaşamlarından, konserlerden kesitler sunan arşiv görüntülerini, eski Türk filmlerinden sahneleri ve röportajları son derece dinamik bir şekilde harmanlarken, göçün 60 yıllık tarihinde yaşanan siyasi gelişmeleri de anlatıyor. DW Türkçe'nin sorularını yanıtlayan Cem Kaya, "Geçen on yıllar içinde Almanya'da yaşanan toplumsal ve siyasi olaylarla müziği ilişkilendirmeye çalıştık. Bu önemliydi" diyor.

Her aşamada Cem Kaya'nın imzası

Berlin'de yaşayan 46 yaşındaki yönetmen Cem Kaya, Yeşilçam filmlerini anlattığı "Remake, Remiks, Rip-Off" (Motör: Kopya Kültürü ve Popüler Türk Sineması) ve yönetmenliğini Gökhan Bulut ile birlikte yaptığı "Arabesk - Vom Gossensound zum Massenpop" (Arabeks) belgeselleri ile Türkiye'de de tanınıyor.

"Aşk, Mark ve Ölüm"ün senaryosunu 2019'da Berlinale'de "Oray" ile En İyi İlk Film Ödülü'nü kazanan Mehmet Akif Büyükatalay ile birlikte yazan Cem Kaya, aynı zamanda filmin kameramanlığını da yapmış, ses ve kurgusunda çalışmış. Büyükatalay, filmin yapımcıları arasında da yer alıyor.

Cem Kaya, "gurbetçi müzikleri" ile ilgili bir film yapma fikrinin, çevresindeki birçok sinemacıda olduğunu söylüyor. Kaya bu fikrin doğmasında, Bülent Kullukçu ve İmran Ayata'nın derlediği 2013 tarihli "Songs of Gastarbeiter" (Misafir İşçilerin Şarkıları) albümünün de etkili olduğunu ifade ediyor. Kaya'ya göre, bu albüm "Almanya'da, Türkiye'de olduğundan daha farklı bir müzik kültürünün hâkim olduğunu" ortaya koyan ilk çalışma olma özelliği taşıyor.

Misafir işçilikten müzisyenliğe | Almanya'da Türkçe rap'in doğuşu

"Aşk, Mark ve Ölüm" kişisel bir hikâye

Kaya, filmin senaristi ve yapımcısı Büyükatalay ve senaryoya katkı sağlayan Ufuk Cam ile birlikte "Aşk, Mark ve Ölüm"de aynı zamanda "kişisel" bir hikâye anlattıklarını söylüyor: "Örneğin 11, 12, 13 yaşlarındayken anne ve babamızla birlikte düğünlere gidiyorduk. Ya da hep birlikte arabayla Türkiye'ye giderken, burada satılan kasetlerden müzik dinliyorduk. Veya Türk sanatçıların konserlerine gidiyorduk. Arşivlerde bu malzemeleri yeniden keşfettiğimiz zaman, bizim kendi hatıralarımız da canlandı. Biz de oradaydık, bunları biz de yaşadık."

Kaya, 90'lı yıllarda ortaya çıkan Türkçe sözlü hip hop şarkılarının ve ele aldıkları konuların da kendileri için önemli olduğunu belirtiyor. Kaya, 90'lı yıllardaki ırkçı saldırıların yarattığı "üzüntü, korku ve öfkeye" bir yanıt olan bu şarkıların kendilerine "güç verdiğini" dile getiriyor. 

Almanya'da pek bilinmeyen bir kültür

Almanya'daki Türkiye kökenlilere yönelik olarak 1964 yılında Köln'de kurulan Türküola ve 1971 yılında Frankfurt'ta faaliyete geçen Uzelli'nin piyasaya sunduğu plak ve kasetler milyonlar satıyordu. Ancak Cem Kaya'nın da belirttiği gibi bu müzik Almanya'daki çoğunluk toplumu tarafından pek bilinmiyordu. Kaya, en önemli nedeninin Alman medyasında bu müzisyenlere yer verilmemesi, televizyonlardaki müzik şovlarına Türkiye kökenli sanatçıların davet edilmemesi olduğunu anlatarak şöyle devam ediyor: "Bu kasetler Alman müzik mağazalarında satılmıyordu. İthal ürünler satan dükkanlarda, gıda ürünleri tezgahının arkasında satılıyordu."

"Köln Bülbülü" olarak tanınan Yüksel Özkasap
"Köln Bülbülü" olarak tanınan Yüksel Özkasapnull filmfaust/Film Five

Bunun yanı sıra Yüksel Özkasap gibi milyonlarca plak satan bir şarkıcı, Almanya'da müzik listelerine giremiyordu. Kaya, bu filmi izleyen Almanların ilk tepkisinin "bunları bilmiyorduk" şeklinde olduğunu söylüyor.

Hiçbir yerde yayınlanmamış görüntüler

Cem Kaya, "Motör" ve "Arabeks" filmleri için yaptığı arşiv taramalarında edindiği deneyimi 2017'de çalışmalarına başladığı bu filmde de kullanıyor. Televizyon arşivlerinin yanı sıra özel arşivleri de tarayan Cem Kaya, 80'li yıllarda düğünlerde video çeken kameramanların arşivlerinden örneğin Derdiyoklar'ın daha önce hiçbir yerde yayınlanmamış görüntülerine ulaşıyor. 80'li, 90'lı yıllardaki konserlerin video kasetlerinin koleksiyonunu yapan Cem Kaya, filmde kendi arşivinden de yararlanıyor.

"Aşk, Mark ve Ölüm", "Motör" ve "Arabeks" ile birlikte Cem Kaya'nın Türk popüler kültürünü ele aldığı üçlemenin son filmi. Bundan sonraki projesinin Anadolu Rock olabileceğini dile getiren Cem Kaya, ancak öncelikle "dinlenmek" istediğini ifade ediyor.

Almanya'da yaz aylarında gösterime girecek olan "Aşk, Mark ve Ölüm"ün Türkiye'de de vizyona girmesi için görüşmeler sürüyor.

Jülide Danışman / Berlin

© Deutsche Welle Türkçe

 

Berlin Film Festivali'nde gerçek bir mücadele: Rabiye Kurnaz

72'nci Uluslararası Berlin Film Festivali'nde Alman yönetmen Andreas Dresen'in imzasını taşıyan "Rabiye Kurnaz gegen George W. Bush"un (Rabiye Kurnaz George W. Bush'a karşı) dünya prömiyeri Cumartesi akşamı yapıldı. Altın Ayı için yarışan film, 2002-2006 yılları arasında ABD'nin Küba'daki Guantanamo Üssü'nde hakkında iddianame olmaksızın tutulan Murat Kurnaz'ın hikâyesini annesi Rabiye Kurnaz'ın gözünden anlatıyor.

Almanya'nın Bremen kentinde yaşayan Rabiye Kurnaz 3 Ekim 2001 sabahı uyandığında oğlu Murat'ın evde olmadığını görür, kısa bir süre sonra gelen telefonla da oğlunun Pakistan'a gittiğini öğrenir. Bir ev kadını, üç çocuk sahibi bir anne olan Rabiye Kurnaz'ın büyük oğlunu bulmak ve eve geri gelmesini sağlamak için mücadelesi de o sabah başlar. Camiye, polise gider; Guantanamo'daki oğlundan aylar sonra gelen mektubun ardından insan hakları avukatı Bernhard Docke'ye başvurur. Avukat Docke ile birlikte Rabiye Kurnaz'ın mücadelesi Bremen sınırlarını aşar, Ankara'da Adalet Bakanlığı'na, Washington'da Yüksek Mahkeme'ye kadar uzanır. Oğlunun adil bir şekilde yargılanabilmesi için ABD Başkanı George W. Bush'a karşı dava açan Rabiye Kurnaz sonunda verdiği mücadeleyi kazanır ve oğlu Murat eve döner.

"Rabiye Kurnaz gegen George Bush" filminden bir sahne
"Rabiye Kurnaz gegen George Bush" filminden bir sahnenull Andreas Hoefer, Pandora Films

Murat Kurnaz yerine Rabiye Kurnaz

Andreas Dresen'in filmi, sonu başından itibaren bilinen bir hikâyeyi yeni bir bakış açısıyla, Murat Kurnaz'ın annesi Rabiye Kurnaz üzerinden anlatıyor. Film, bir tek oğullarına değil, herkese annelik yapan, oğlu söz konusu olduğunda mücadeleyi bırakmayı bir an bile düşünmeyen, esprili, güçlü bir kadın olan Rabiye Kurnaz'ı tanıtıyor.

2008 yılında Murat Kurnaz'ın yaşadıklarını beyazperdeye aktarmayı düşündüğünü söyleyen yönetmen Andreas Dresen, ancak "keyfilik, işkence, terör, haksızlık ve pek de iyimserlik içermeyen" bu hikâyeyi nasıl filme aktaracağını bilemediğini anlatıyor. Dresen, Murat Kurnaz'ın "etkileyici, yaşam enerjisi yüksek, esprili" annesi Rabiye Kurnaz ile tanıştığında da onun hikâyesinden bir film yapmaya karar veriyor. Yönetmen, "Sıradan olarak nitelenen insanların, bu dünyanın yenilemez gibi görünen güçlerine karşı mücadele vermesinin" değerli olduğunu ifade ediyor.

Filmde, Rabiye Kurnaz'ı Almanya'da yaşayan komedyen, sunucu ve oyuncu Meltem Kaptan, Murat Kurnaz'ın serbest bırakılması için büyük çaba gösteren avukat Bernhard Docke'yi ise Alman aktör Alexander Scheer canlandırıyor.

Filmin galası öncesinde: Alexander Scheer, Meltem Kaptan, Rabiye Kurnaz ve Bernhard Docke
Filmin galası öncesinde: Alexander Scheer, Meltem Kaptan, Rabiye Kurnaz ve Bernhard Dockenull Frederic Kern/Future Image/imago images

Bu role hazırlanmak için defalarca Rabiye Kurnaz ile konuştuğunu anlatan Meltem Kaptan, filmde Rabiye Kurnaz'ın duyduğu derin kaygı ve üzüntünün yanı sıra herkesi gülümsetmeyi başaran halini de yansıtmaya çalıştığını söylüyor.

Guantanamo'da beş yıl

Andreas Dresen, "Rabiye Kurnaz gegen George W. Bush" filminde suçsuz olduğunun anlaşılmasına rağmen Guantanamo'da tutulan Kurnaz'a yapılan haksızlığa ve olayın siyasi boyutuna da dikkat çekiyor.

11 Eylül 2001'deki saldırılardan kısa bir süre sonra kendi ifadesiyle "Kur'an-ı Kerim'i daha iyi öğrenmek için" Bremen'den Pakistan'a giden Murat Kurnaz, Pakistan polisi tarafından yakalanarak 3 bin dolar karşılığında ABD'li yetkililere teslim edilmişti. ABD istihbaratı tarafından önce Afganistan'a ve ardından Guantanamo'ya götürülen Kurnaz'ın sorgusu ve tutukluluğu sırasında işkence ve kötü muamele gördüğü ortaya çıkmıştı. 2006 yılında Angela Merkel hükümetinin girişimi ile serbest bırakılmış, ailesinin yaşadığı Bremen'e dönmüştü.

ABD'li yetkililer yakalanmasından kısa bir süre sonra Murat Kurnaz hakkındaki terör suçlamalarının dayanaksız olduğu sonucuna varmış, ancak Gerhard Schröder hükümetinin Türk vatandaşı olan Kurnaz'ın Almanya'ya geri gönderilmesini engelleyen bir tutum izlediği ortaya çıkmıştı.

Murat Kurnaz ve Bernhard Docke, 2007'de kurulan meclisteki Araştırma Komisyonu'nda
Murat Kurnaz ve Bernhard Docke, 2007'de kurulan meclisteki Araştırma Komisyonu'ndanull Rainer Jensen dpa/picture alliance

Bu konuda sorumluluğun da şimdiki cumhurbaşkanı, dönemin istihbarat örgütlerinin koordinasyonundan sorumlu Başbakanlık Müsteşarı Frank-Walter Steinmeier'de olduğu iddia edilmişti. Kurnaz'ın serbest bırakılmasından sonra söz konusu iddiaları araştırmak için Federal Meclis'te kurulan Araştırma Komisyonu'na ifade veren Steinmeier, iddiaları reddetmişti.

Andreas Dresen: Özür dilenmeli

Andreas Dresen, yaklaşık beş yıl boyunca Guantanamo'da tutulan Murat Kurnaz'a ve ailesine o yılların geri verilemeyeceğini ama en azından siyasetçilerin hata yaptıklarını kabul ederek özür dilemesi gerektiğini vurguluyor. Dresen, suçsuz olduğu halde Guantanamo'da tutulan Murat Kurnaz'a "Alman siyasetinin de" tazminat ödemesi ve kendisinden özür dilemesi gerektiğini sözlerine ekliyor.

Alman yönetmen, 2002 yılı sonbaharında ABD'nin Kurnaz'ın iadesini teklif etmesine rağmen, Alman hükümetinin bu teklifi değerlendirmemesini eleştiriyor. Dresen, "Kuşkusuz bunun siyasi nedenlerinin bulunduğu, 11 Eylül sonrasında hassas bir dönem olduğu söylenebilir. Siyasetçilerin de hata yapmasını anlayabilirim. Ama sonra daha fazla şey bilindiği zaman, bu hatalar kabul edilmeli. 'Bu yanlıştı. Üzgünüm' demek için cesaret ve ahlaki olgunluk gösterilmeli. Bu jesti şimdiki Cumhurbaşkanımızdan da bekliyorum" şeklinde konuşuyor.

Alman yönetmen Andreas Dresen
Alman yönetmen Andreas Dresen, Murat Kurnaz'dan özür dilenmemesini eleştiriyornull Vianney Le Caer/Invision/AP/picture alliance

"Rabiye Kurnaz gegen George W. Bush" filmi, cumhurbaşkanlığı seçimlerinden bir gün önce Steinmeier'in kariyerindeki en tartışmalı konulardan biri olan Murat Kurnaz'ı tekrar gündeme getirmesi ile de dikkat çekti. Pazar günü yapılacak seçimlerde Steinmeier'in ikinci dönem cumhurbaşkanlığına seçilmesi bekleniyor.

Ödüllü yönetmen

"Rabiye Kurnaz gegen George W. Bush" festivalde Altın Ayı için yarışan 18 film arasında yer alıyor. Dördüncü kez Berlin Film Festivali'nin ana yarışmasına davet edilen Andreas Dresen, 2002 yılında "Halbe Treppe" (Yarım Merdiven) ile Jüri Büyük Ödülü'ne layık görülerek Gümüş Ayı kazanmıştı.

Filmleri ile ulusal ve uluslararası düzeyde çok sayıda ödül kazanan Andreas Dresen, eski Doğu Alman film yapım şirketi DEFA'da stajyerlik yaparak sinemaya adım attı. 58 yaşındaki ünlü yönetmen, filmlerinde çoğunlukla Almanya'da sokakta karşılaşılabilecek sıradan insanların hikâyelerini gerçekçi, akıcı bir tarzda anlatıyor.

2008 yılında Cannes Film Festivali'ndeki "Un Certain Regard" bölümünde "Wolke 9" ile Coup de Coeur Ödülü'nü alan Andreas Dresen, 2011'de aynı bölümün en büyük ödülünü kazanan "Halt auf freier Strecke" ve 2019'da altı dalda Alman Film Ödülü kazanan "Gundermann" ile ses getiren ödüllü filmlere imza attı.

Murat Kurnaz filmleri

Hakkında iddianame hazırlanmadan yaklaşık beş yıl boyunca Guantanamo'da tutulan Murat Kurnaz'ın hikâyesi daha önce de beyazperdeye konu olmuştu. 13 kısa metrajlı filmden oluşan "Deutschland 09" (Almanya 09) adlı projede, Fatih Akın'ın filmi "Der Name Murat Kurnaz" (Adı Murat Kurnaz) da yer almıştı. Film, 2009 yılında Berlinale'de gösterilmişti.

Murat Kurnaz'ın Guantanamo'daki dönemini anlattığı kitabı "Hayatımın Beş Yılı" da "Fünf Jahre Leben" (Beş Yıl Yaşam) adı ile sinemaya uyarlanmıştı. 2013 yapımı filmin yönetmenliğini Steffan Schaller yapmıştı.

Jülide Danışman / Berlin

© Deutsche Welle Türkçe