Gazla yemek pişiren herkes, bu ocakların avantajlarını saymakla bitiremez: Doğrudan ateş sayesinde hızlı pişirmenin yanı sıra sıcaklık ve alev esnek bir şekilde düzenlenebilir. İndüksiyonlu ocaklarda olduğu gibi özel tencerelere de gerek yoktur. Ayrıca gazlı ocaklarda yemek pişirmek, elektriğe oranla daha ucuzdur.
Bununla birlikte, gazlı ocaklar her zaman tartışma konusudur. Örneğin, 2026'dan itibaren New York'taki yeni binaların çoğunda yasaklanması öngörülüyor. Bunun ana nedeni, sera gazı emisyonlarını azaltmak. Ancak Stanford Üniversitesi'nden araştırmacıların Science Advances dergisinde yazdıkları gibi, gazlı ocaklar ciddi sağlık riskleri de barındırıyor.
Araştırmacılar, son çalışmalarında özellikle nitrojen dioksit (NO2) üzerine yoğunlaşıyor. Bu gaz, örneğin endüstriyel tesisler, enerji santralleri ve ısıtma sistemleri gibi yanma süreçlerinin bir yan ürünü olarak üretiliyor. Ana kaynak ise karayolu trafiği.
Stanford araştırmacıları, NO2'nin gaz ile yemek pişirirken de üretildiğini ve nitrojen oksit kirliliğinin sadece mutfakla sınırlı olmadığını belirtiyor.
Stanford Doerr Sürdürülebilirlik Okulu'ndan Profesör Rob Jackson, "Yatak odalarındaki kirletici konsantrasyonlarının, gazlı ocak kullanıldıktan sonraki bir saat içinde sağlık için tehlikeli değerleri aşmasını ve ocak kapatıldıktan sonra saatlerce bu kadar yüksek kalmasını beklemiyordum" diyor. Jackson, gazlı ocaklarla ilgili araştırmanın ana yazarlarından biri.
Gaz ve propan ocaklara maruz kalmanın sadece şef aşçılar ya da mutfaktaki insanlar için bir sorun olmadığını söyleyen Prof. Jackson, "Bu tüm aile için tehlikeli" diyor.
Azot dioksit, aşındırıcı tahriş edici bir gaz; tüm solunum yollarında, özellikle bronşlarda ve alveollerde mukoza dokusuna zarar veriyor. Bu durum nefes darlığı, öksürük veya bronşit ile sonuçlanabilir. Solunum yolu enfeksiyonlarına yatkınlığın artması veya akciğer fonksiyonlarının azalması da sonuçlar arasında.
Özellikle solunum yolu hastalıkları olan kişiler (astımlılar, kronik bronşit hastaları), kalp hastaları ve akciğer fonksiyonlarının gelişiminin bozulabileceği çocuklar bir risk grubu olarak kabul ediliyor.
Çalışmanın yazarları, tam da bu konuda uyarıda bulunuyor: Gaz ve propan ocak ya da sobalarından yayılan kirletici karışımının, ABD'deki çocuklarda mevcut 200 bin kadar astım vakasından sorumlu olabileceğini tahmin ediyorlar. Araştırmacılara göre, bunların dörtte biri tek başına nitrojen dioksite (NO2) bağlanabilir.
Buna ek olarak, evde uzun süreli NO2 maruziyeti nedeniyle yılda 19 bin ölüm olduğunu tahmin ediyorlar. Karşılaştırmak gerekirse, bu rakam ABD'de her yıl pasif sigara içiciliğine bağlı ölümlerin yüzde 40'ına tekabül ediyor.
Ancak araştırma ekibi bunun sadece bir tahmin olduğunu, gazlı ocakların bulunduğu evlerdeki muhtemel kısa süreli patlamalarda aşırı yüksek nitrojen dioksit seviyelerine tekrar tekrar maruz kalmayı hesaba katmadıklarını da vurguluyorlar. Ayrıca bu hesaplama, araçlardan ve elektrik santrallerinden kaynaklanan diğer kirleticilerin de mevcut olduğu açık havada nitrojen dioksitin sağlık üzerindeki etkilerine ilişkin önceki çalışmalara dayanıyor.
Stanford'daki araştırma ekibi, gazlı ocaklar üzerine daha önce birkaç çalışma yayınladı. Önceki çalışmalarda gazlı ocakların nasıl metan ve kanserojen benzen yaydığı araştırılmıştı. Son çalışma, gazlı ocak emisyonlarının insan sağlığı üzerindeki etkisini anlamada bulmacanın bir başka parçasını oluşturuyor.
Araştırmacılar, bu kez kirleticilerin bir evde ne ölçüde yayıldığını, biriktiğini ve nihayetinde ayrıştığını analiz etti. Evin büyüklüğü bunda önemli bir etken olarak değerlendirildi.
Yeni araştırma sonuçları ayrıca yemeklerin pişirme sırasında çok az nitrojen dioksit saldığını ya da hiç salmadığını ve elektrikli ocakların NO2 üretmediğini doğruluyor. "Sorun, yiyecekte değil yakıtta" diyen Jackson, şu hatırlatmayı da yapıyor: "Elektrikli ocaklar, nitrojen dioksit ya da benzen yaymaz."
Federal Alman Çevre Ajansı (UBA) tarafından yapılan uyarıda ise "Evdeki gazlı ocaklarla yemek pişirmenin ve fırınlamanın, kısa süreli yüksek NO2 seviyelerine yol açabileceği ve bu seviyelerin, odaların havalandırılmasına bağlı olarak hızla tekrar düşeceği" vurgulanıyor. UBA, riskleri azaltmak için şu tavsiyede bulunuyor: "Gazlı ocak monte edilirken, dışarıya egzoz hava kanalı olan bir aspiratör başlığı da takılmalıdır."
Stanford araştırmacıları da mevcutsa bir aspiratör başlığı kullanılmasını, ayrıca kirletici seviyesini azaltmak için düzenli havalandırma yapılmasını öneriyor.
Kaynaklar:
ABD'de gaz ocaklarının sağlık üzerindeki etkilerinin ölçülmesi (İngilizce)
https://news.stanford.edu/2024/05/03/people-gas-propane-stoves-breathe-unhealthy-nitrogen-dioxide
UBA: İç mekânlarda azot dioksit: Güncel bilgi durumu (Almanca)
https://www.umweltbundesamt.de/sites/default/files/medien/4031/publikationen/umid-01-20-stickstoffdioxid-im-innenraum.pdf
Gaz ocaklarının kullanılması, daha yüksek kan kanseri riskiyle bağlantılı bir kimyasal olan benzenin iç mekân seviyelerini yükseltebilir (İngilizce)
https://pubs.acs.org/doi/10.1021/acs.est.2c09289
Gaz ocakları, sürekli olarak yanmamış metan gazı sızdırır ve açıkken NOx gazları üretir (İngilizce)
https://pubs.acs.org/doi/10.1021/acs.est.1c04707
DW Türkçe'ye sansürsüz nasıl erişebilirim?
Türkiye'de marketlerdeki ürün fiyatlarını tırmandıran ekonomik kriz, temel ihtiyaç ürünlerine ulaşılmasını giderek zorlaştırıyor. Ulaşılması zor ürünlerin başında da kadınların her ay regl olduklarında ihtiyaç duyduğu hijyenik ped geliyor.
Regl yoksulluğu ile mücadele amacıyla kurulan Konuşmamız Gerek Derneği'nin yaptığı pazar araştırmasına göre 24'lü hijyenik ped fiyatları Nisan 2024'te bir önceki yılın aynı dönemine göre 2,2 katına çıktı. Menstrüel ürünlerin fiyat artışını resmi rakamlara göre tespit etmek mümkün olmuyor. Nedeni ise Türkiye İstatistik Kurumu'nun (TÜİK) enflasyon hesaplamasının temelini oluşturan madde fiyat listesini Haziran 2022'den bu yana açıklamaması.
Ancak TÜİK'in 2022 tarihli verileri de hijyenik ped fiyatlarında son yıllardaki artışı gözler önüne seriyor. Buna göre hijyenik pede 2022 yılında bir önceki yıla kıyasla yüzde 51 zam gelmişti.
Mart 2022'de aralarında hijyenik pedin de bulunduğu temel ihtiyaç maddelerinin Katma Değer Vergisi (KDV) oranı yüzde 18'den yüzde 8'e indirilmiş, ancak bu ped fiyatlarındaki artışı önlemeye yetmemişti. Temmuz 2023'te ise aralarında hijyenik pedlerin de bulunduğu bir grup temel ihtiyaç ürününün KDV oranı yüzde 8'den yüzde 10'a çıkarıldı. 2023 yılında ise pede yaklaşık yüzde 186 oranında zam geldi.
Derin Yoksulluk Ağı Girişimi'nin 2022 yılı araştırmasına göre Türkiye'de kadınların yüzde 82'si hijyenik pede erişemiyor.
Kadın sağlığı açısından büyük önem taşıyan hijyenik ped yoksulluğu artık dar gelirli kişilere yardım kalemlerinden biri. İlk kez bir belediye sınırları içerisinde yaşayan tüm kadınlara ücretsiz menstrüel ürün desteği uygulaması başlattı.
Ankara Büyükşehir Belediyesi (ABB), 31 Mart yerel seçimlerinin ardından ilk icraat olarak belediye bünyesindeki Kadın Danışma Merkezleri aracılığıyla ayda bir kez şehirde yaşayan tüm kadınlara hijyenik ped desteği sağlanacağını duyurdu.
"Hijyenik ped erişimi her kadının hakkı" cümlesi ile duyurulan haber, Türkiye'de regl yoksulluğu ile mücadele için önemli bir adım olarak görülüyor.
Daha önce de Kadın Savunma Ağı, hijyenik pedlerin ücretsiz olması talebiyle Hazine ve Maliye Bakanlığına dilekçe sunmuştu.
Regl yoksulluğu sadece Türkiye'de değildünya çapında bir sorun. Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu'nun (UNFPA) verilerine göre dünya genelinde yaklaşık 500 milyon kadın ve kız çocuğu, regl döneminde ihtiyaç duydukları hijyenik ürünlere ulaşamıyor ve ömürleri boyunca regl yoksulluğu ile mücadele ediyor.
2016 yılından beri regl tabusu ve regl yoksulluğu ile mücadele eden Konuşmamız Gerek Derneği kurucularından İlayda Eskitaşçıoğlu, bu sorunu "Regl yoksulluğu, regl olan kişilerin bu dönemde ihtiyaç duydukları hijyenik ped, tampon gibi menstrüel ürünlere, temiz iç çamaşırı, temiz güvenli bir tuvalet ve temiz su kaynaklarına erişebilmesi problemi" olarak tanımlıyor.
DW Türkçe'nin sorularını yanıtlayan Eskitaşçıoğlu, belli bir kesimin rahatça ulaşamadığı hijyenik koşulların yanı sıra regl hakkında açık bilgiye ulaşamamanın regl yoksulluğunun önemli bir boyutunu oluşturduğu görüşünde. Toplumda büyük bir regl tabusu olduğunu ifade eden Eskitaşçığlu, "Bu tabu regl olmanın ve regl olan bedenler hakkında konuşmanın ayıp, günah ya da kirli sayıldığı regl deneyimlerini kamu politikalarından tamamen dışlayan sosyal norm haline gelmiş durumda" diye konuşuyor.
Menstrüel adaleti sağlayabilmek için çalıştıklarını vurgulayan Eskitaşçıoğlu, deprem döneminde bu adaletsizliğin zirve yaptığını vurguluyor. Şubat 2023'ten itibaren deprem sahasında aktif şekilde menstrüel bakım ihtiyaçlarını karşılayabilmek için çalıştıklarını söyleyen Eskitaşçıoğlu, menstrüel bakım kitleri oluşturarak depremden etkilenen bölgelere dağıttıklarını, regl olmakla ilgili açık ve doğru bilgiyi paylaşmak için güvenli alanlar oluşturduklarını anlatıyor.
Kadın çemberleri ve ergen oturumlarıyla deprem bölgesinde çalışmalar yürüttüklerini ifade eden Eskitaşçıoğlu yerel seçimlerin ardından ABB'nın bu uygulamasının tüm kadınlar açısından bir kazanım olduğunu söylüyor.
Konuşmamız Gerek Derneği'nin Türkiye'nin 81 ilinde 18 yaşından büyük 4108 kişiyle yaptığı Türkiye'de Regl Yoksulluğu Araştırması'na göre kadınların sadece yüzde 26,4'ü menstrüel ürünleri satın alırken hiçbir zaman zorluk yaşamadığını, yüzde 42,5'i nadiren zorluk yaşadığını, yüzde 22,6'sı sıklıkla zorluk yaşadığını ve yüzde 8,5'i her zaman zorluk yaşadığını belirtiyor.
Regl yoksulluğu dezavantajlı grupları daha çok etkiliyor. UNFPA'in 2022 yılında yayımladığı Türkiye'deki Mülteci Kadınlar ve Kız Çocuklarında Menstrüel Hijyen Yönetimi raporu Türkiye'de yaşayan her iki mülteci kadın ve kız çocuğundan birinin "çok pahalı" olduğu için hijyenik regl ürünlerine ulaşamadığını ortaya koyuyor.
Bu uygulamanın belediyelerin menstrüel adalet alanında oynayabilecekleri önemli bir rolün göstergesi olduğunu belirten Eskitaşçıoğlu, "Belediyenin menstrüel bakım ihtiyaçlarını temel ihtiyaç olarak görüp bütçesini buna göre planlıyor olması, herkese açık olması ve sadece belirli bir merkezden değil ilçelerde bulunan kadın lokallerinden alınabilecek olması çok değerli" diyor.
Yalnızca hijyenik ped dağıtmanın regl yoksulluğunu ortadan kaldırmayacağını hatırlatan Eskitaşçıoğlu, regl odaklı oturumları da kapsayan eğitim programlarıyla birlikte uygulamanın genişletebileceğini ve bu uygulamaların diğer belediyelere de yayılmasını umduklarını söylüyor.
Her ay ücretsiz hijyenik ped desteği İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu'nun da seçim vaatleri arasında yer alıyordu. İmamoğlu daha önce düzenli olmamakla birlikte yurtlarda ücretsiz ped dağıtmıştı.
31 Mart yerel seçimlerinden önce İmamoğlu, ücretsiz ped desteğinin yanı sıra kadınlara yönelik yılda bir kez ücretsiz ultrason hizmeti, jinekolojik sağlık kontrolü, SMEAR ve HPV testi gibi vaatlerde bulunmuştu.
Kokain, hayati organlara zarar veriyor ve bağımlılık yapıyor. Ancak buna rağmen tüketimi gittikçe artıyor. Birleşmiş Milletler (BM) verilerine göre 2021 yılında yaklaşık 22 milyon kişi bu maddeyi kullandı.
Avrupa'da esrardan sonra en çok kokain tüketiliyor, kokainin en çok tüketildiği Avrupa ülkesi ise Almanya. Bunu atık su analizleri ortaya koyuyor.
Bir kez kullanılsa dahi kokain vücuda ciddi zararlar verebiliyor, kan dolaşım sistemini sınırlarına kadar zorluyor. Bağımlılık yapan bu maddeden yoksun kalındığında da kişiler hem fiziksel hem zihinsel bakımdan ağır süreçler yaşıyor.
İşte şimdi Brezilya'daki araştırmacılar, bağımlılık tedavisine destek olacak bir aşı geliştiriyor.
Çoğu kullanıcı kokaini toz olarak burun yoluyla, bazıları ise taş kokain (crack) olarak pipo yoluyla tüketiyor. Madde kan yoluyla beyne ulaşıyor ve burada vücudu, dopamin de dahil olmak üzere çeşitli haberci maddeler salımı için uyarıyor.
Kişilerde yol açtığı ruh hali: Öfori. Yani yerinde duramama, aşırı bir çoşku hali. Vücut hiperaktif ve ajite bir hale dönüşüyor. Kalp tam kapasite atarken atardamarlar daralıyor. Vücut ısısı, kan basıncı yükseliyor. Kimi zaman da kramplara ve komaya girilmesine yol açabiliyor, solunumun ve kalbin durmasıyla da insanlar hayatlarını kaybedebiliyor.
Berlin’de Uyuşturucu Bağımlılığı ile Mücadele Derneği’nin terapistlerinden Hanspeter Eckert, bağımlılığın nasıl geliştiğini DW’ye anlattı.
Kokainin etkisinin 5 ile 30 dakika arasında sürdüğünü, beynin yaşanan duyguyu, "Bu yoğun ve harikaydı. Bunu yeniden yaşamak istiyorum" ve "Hayatta kalmak için bu gerekli" diye kaydettiğini söyleyen Eckert, daha fazla kokain arzusunun düşüncelere hükmetmeye başladığına işaret etti.
Kişilerin bunun olası sonuçları hakkında uyaran iç sesi duyamaz hale geldiklerini anlatan terapist, "Akabinde sağlık, sosyal ilişkiler ve iş ihmal edilmeye başlanır. Bir bağımlılık gelişmiştir" diye konuştu.
Brezilya'da geliştirilen aşının ruhsat alması durumunda bunun kokain bağımlılığı tedavisine önemli bir katkı sunacağı belirtiliyor.
Aşı bağışıklık sistemini tetikliyor, antikor üretimini sağlıyor. Bu antikorlar kokain moleküllerine bağlanıyor ve büyüyen moleküller kan-beyin bariyerini geçemiyor. Dolaysıyla beyin uyarılmıyor ve uyuşturucu arzusunu tetikleyen beyin reaksiyonları bastırılıyor.
Federal Minas Gerais Üniversitesi Psikiyatri ve Bağımlılık Bölümü Profesörü Frederico Garcia, geliştirilen aşının fareler üzerindeki deneyleri yürüten ekibin koordinatörü.
DW'ye konuşan Garcia, insanlar üzerindeki deneylerin de sonuç vermesi ve aşının ruhsat almasıyla birlikte kokain bağımlılığının aşı ile tedavi edilebileceğine, bunun dünyadaki ilk "anti-kokain aşısı" olacağına dikkat çekti.
ABD'deki diğer araştırma ekipleri de aşılar üzerinde çalışmalar yürütüyor. Ancak insanlar üzerindeki klinik deneyler henüz sonuçlanmadı, böyle bir aşının piyasaya sürülüp sürülmeyeceğine ilişkin belirsizlik de devam ediyor.
Aşı araştırmalarının prensipte olumlu olduğunu söyleyen terapist Eckert ise ihtiyatlı. Uyuşturucu bağımlılığı ile mücadelede terapinin büyük önem taşıdığına dikkat çeken Eckert, uyuşturucu kullanma arzusunun yeniden oluşmasını engellemenin yanı sıra bireylerin hangi arkadaşlardan uzak durulması gerektiği gibi zor kararlar almasına destek olmanın önemli olduğuna vurgu yaptı.
Eckert, ayrıca aşı yapılanlarda dikkatli olunması gereken bir diğer noktaya, dozaşımı (overdose) riskine dikkat çekti. Aşı olunmasına rağmen yine de kokain tüketmek isteyenler olabileceğini söyleyen terapist, tüketilen kokainin istenen etkiyi yaratmaması sebebiyle de kişilerin daha da fazla madde tüketmeye yönelebileceği, bunun da dozaşımı ve ölümle sonuçlanabileceğini aktardı.
Avrupa Uyuşturucu ve Uyuşturucu Bağımlılığını İzleme Merkezi’nden Marica Ferri ise "Artık kokain kullanmıyor olmak tüm sorunların çözüldüğü anlamına da gelmiyor" dedi.
Terapi süreçlerinin önemli olduğunu, bu süreçlerde bireylerin ruhsal ve sosyal çevrelerine odaklanıldığını anlatan Ferri, uyuşturucu kullanımının yol açtığı fiziksel hasarın iyileşmesinin de zaman alabileceğini kaydetti.
Avrupa genelinde belsoğukluğu, frengi ve klamidya gibi cinsel yolla bulaşan enfeksiyonlarda büyük bir artış yaşanıyor.
Avrupa Bulaşıcı Hastalık Önleme ve Kontrol Merkezi (ECDC), söz konusu gelişmeyi "endişe verici" olarak nitelendirdi. Belsoğukluğu enfeksiyonları, Avrupa Birliği (AB) ve Avrupa Ekonomik Bölgesi'nde, 2022 yılında 71 bin vakaya kadar yükseldi. Bu rakam 2021 yılında kaydedilen vaka sayısına oranla yüzde 48 artışa işaret ediyor.
Frengi enfeksiyonlarının yüzde 34 oranında bir yükseliş yaşandığına dikkat çeken kuruluş, klamidya vakalarında ise yüzde 16'lık bir artışı kayıt altına aldı. Kuruluş, söz konusu istatistiklerin "buzdağının görünen kısmı" olduğuna dikkat çekti.
Söz konusu artışla ilgili veriler, çeşitli ülkelerde gerçekleştirilen testler sonucu elde edildi. Erken tanı konması, cinsel yollarla bulaşan hastalıkların tedavisini de mümkün kılıyor. Ancak bu söz konusu olmadığı takdirde, söz konusu hastalıklar en kötü durumda, kısırlığa dahi yol açabiliyor.
Erken tanının yanı sıra, tedaviye erişim imkanı olup olmaması da büyük önem taşıyor. ECDC Direktörü Andrea Ammon, bu erişimin mümkün olduğunca çok hastaya sağlanabilmesi için, toplumsal bilinçlilik ve önleyici önlemlerin acilen artırılması gerektiği görüşünde. Ammon, mevcut bilgilendirme ve tedavi imkanlarının sayısı artırıldığı takdirde, hâlihazırda yaşanmakta olan korkutucu trendin de tersine çevrilebileceğine dikkat çekiyor.
Almanya'da salgın kontrolünden sorumlu olan Robert Koch Enstitüsü, ülkede kayıt altına alınan frengi enfeksiyonu vakalarının 2010 ve 2022 yılları arasında iki kattan fazla arttığına dikkat çekti. 2010'da 4 bin 77 vaka kaydedilirken bu sayı 12 yıl sonra 8 bin 309'a yükseldi.
Frengi konusunda ABD ve Kanada'da da açık bir artış yaşanıyor. Alman Cinsel Sağlık Teşvik Derneği'nin Başkanı Norbert Brockmeyer, "Son iki-üç yılda ABD'de kadınlarda, özellikle de hamile kadınlarda görülen frengi enfeksiyonlarında devasa bir artış kaydedildi" bilgisini aktarıyor. Brockmeyer, "Frengi enfeksiyonunun ilk safhasında, hamile kadınların hastalık mikrobunu doğmamış bebeklerine aktarma tehlikesi bulunuyor. Bunun sonucunda bebeğin düşürülmesi, bebeğin ölü doğması veya dünyaya kör veya sağır gelmesi gibi tehlikeler söz konusu olabiliyor" diyor.
ABD'de sağlık konularından sorumlu olan Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi (CDC), 2022 yılında 3 bin 760'ı bebeklerde olmak üzere toplam 178 bin frengi vakasını kayıt altına aldı. Oransal olarak bakıldığında, bebeklerde frengi vakalarının 2012'ye göre on katına çıktığı göze çarpıyor.
Durum özellikle de gelişmekte olan ülkelerde kaygı verici. Avrupa ülkelerinin çoğunda enfeksiyon sayılarına ilişkin güvenilir veriler mevcutken, kapsamlı ve güvenilir veriler gelişmekte olan ülkelerde pek mevcut değil.
Örneğin Afrika'da cinsel yolla bulaşan hastalıkların ne kadar yaygın olduğuna dair elle tutulur bir bilgiden ziyade yalnızca tahminler mevcut. Brockmeyer, "Özellikle de savaşlar, kıtlık ve göç sorunlarının daha yoğun biçimde etkilediği Afrika ülkelerinde cinsel yolla bulaşan hastalıkların kayda değer biçimde arttığından yola çıkıyoruz. Kaldı ki bu ülkelerde yeterince tıbbi bakım imkanı da mevcut değil" diyor.
Frengi semptomları olan kırmızı benekler ve yumrular, enfeksiyon gerçekleştikten sonra 5 ila 21 gün içerisinde, vücudun mikrobun bulaştığı bölgesinde, yani penis, vajina veya ağızda ortaya çıkıyor. Enfeksiyonun kendisini göstermesi, bazı durumlarda üç ayı dahi bulabiliyor. Bu da frengi vakalarında tanı konmasını zorlaştırıyor.
Belsoğukluğu enfeksiyonunda ise, idrar yolunun ağzında kırmızılıklar ve şişmeler meydana geliyor. Hastalar, idrar çıkarırken acı hissediyor.
Cinsel yolla bulaşan hastalıklar arasında dünya genelinde en sık bulaşanı ise klamidya. Dünya Sağlık Örgütü'nün (DSÖ) tahminlerine göre, dünya genelinde yılda ortalama 127 milyon yeni enfeksiyon kayıt altına alınıyor. Çoğu durumda semptom göstermeden atlatılan bu hastalık, sıklıkla çocuk isteğinin yerine gelmediği ve bununla ilgili testler yürütüldüğü durumda tespit edilebiliyor.
Diğer cinsel yolla bulaşan hastalıkların sayısında da kayda değer bir artış var. Bunlar arasında, klamidya gibi kolayca tanı koyulamayan bir hastalık olan Hepatit B de bulunuyor. Dünya çapında hepatit taşıyan hastaların yüzde 70'i, hastalığı belirsiz veya iştahsızlık ve mide bulanması gibi pek dikkat çekmeyen semptomlarla atlatıyor. Ancak bazı durumlarda idrarın kararması söz konusu olabiliyor. Hepatit B çoğunlukla kendiliğinden geçerken, bazı ender durumlarda ise enfeksiyon kronikleşebiliyor ve siroz veya böbrek kanseri hastalıklarına yol açabiliyor.
Cinsel yolla bulaşan hastalıklar, çoğu bakteri olan çeşitli mikroplar vasıtasıyla bulaşıyor. Bunların çoğu, antibiyotikler ile tedavi edilebiliyor. Ancak bu noktada mikropların direncinin arttığını unutmamak gerekiyor.
Böylesine bir dirence sahip mikropların taşıdığı öneme dikkat çeken Brockmeyer, "Belsoğukluğu mikroplarında dirençlilik oranı giderek artmış durumda. Bu da tedavi sürecinde yaşanan sorunları sıklaştırdı. Soru, tedavi için elimizde hangi ilaçların mevcut olduğu. Belsoğukluğu mikropları konusunda elimizde pek bir ilaç yok ve durum, dünyanın her yerinde böyle" diye konuşuyor.
Cinsel sağlık, insan sağlığının son derece önemli bir boyutunu oluştursa da, hâlâ bir toplumsal tabu niteliğinde. Yalnızca gelişmekte olan ülkelerde değil, Avrupa ülkelerinde de çok sayıda insan hâlâ cinsel yolla bulaşan hastalıklar konusunda yeterince bilgi sahibi değil. Brockmeyer, "En önemlisi, tanıların hızlı bir biçimde konulabilmesi. Tanı ne kadar erken konursa hastalık da o kadar erken tedavi edilebiliyor" diyor.
Belirli hastalıkların yalnızca çok uzaktaki ülkelerin bir sorunu olduğu yönündeki inanç kürselleşmekte olan dünyayı yanıltabiliyor. Brockmeyer, bu durumu şöyle açıklıyor:
"Koronavirüs, Çin'de bugün ortaya çıkan enfeksiyonların yarın Güney Afrika ve Avrupa'da baş gösterebileceğini ortaya koydu. Ülkelerimiz için sorumluluk almak, buralarda sağlık durumunu geliştirmek ve daha az enfeksiyon ortaya çıkması için çabalamak zorundayız. Nihayetinde bunlardan tüm dünya fayda sağlıyor."
Birleşmiş Milletler (BM), 2030 yılına kadar dünya genelinde cinsel yolla bulaşan hastalıkların sınırlandırılmasını hedefliyor. Bu hedefe örneğin HIV virüsünde ulaşılabildi. İstatistikler, HIV enfeksiyon sayılarının sabitlendiğini gözler önüne seriyor. Gerekli önlemler alındığı takdirde, cinsel yolla bulaşan hastalıkların da Avrupa ve dünya genelinde kontrol altına alınabilmesi mümkün olabilir.
Almanların yaklaşık yüzde 31'i halihazırda ruhsal bir hastalıktan muzdarip. Bu oran, Çin ve Tayland'da da hemen hemen aynı seviyede. ABD'de ise yüzde 40'a varan bir kesim depresyon, anksiyete bozukluğu ya da yeme bozukluğu gibi bir ruhsal hastalıklarla mücadele ediyor. Türkiye, yüzde 38 ile listede ikinci sırada yer alıyor.
Bunlar, Alman sigorta şirketi AXA tarafından uluslararası kamuoyu araştırma şirketi Ipsos'a yaptırılan "Ruh Sağlığı Raporu 2024" adlı bir anketin bulguları.
Anket kapsamında Avrupa, Asya ve Kuzey Amerika'daki 16 ülkenin her birinden bin kişiye ruh sağlığı durumları soruldu. 2023 ile karşılaştırıldığında sonuçlar hayli düşündürücü: 2024'te çoğu ülkede durum daha da kötüye gitti. Fransa, İrlanda ve Meksika'da psikiyatrik hastalığı olan kişilerin oranı yüzde 6 ila 7 oranında arttı. Hatta Türkiye'de bu artış yüzde 8'e ulaştı. Sadece Filipinler'de bir önceki yıla göre azalma kaydedildi.
Ruh sağlığı, aynı zamanda nesiller arası bir sorun gibi görünüyor: 18 ila 34 yaş arasındaki gençlerin psikiyatrik sorunlardan muzdarip olma olasılığı hayli yüksek. Bu durum özellikle İrlanda, Türkiye ve ABD'de 18-24 yaş arası gençler için geçerli. Ancak ABD ve Türkiye 25-34 yaş grubundakilerin durumu daha da endişe verici.
Rapora göre, 18-24 yaş arası tüm katılımcıların yüzde 43'ü ruhsal bir hastalığı olduğunu belirtiyor. En sık dile getirilen hastalıklar ise katılımcıların yüzde 22'sinin muzdarip olduğu depresyon ve yine yüzde 22'sini etkileyen fobiler veya travma sonrası stres bozukluğu/posttravmatik stres bozukluğu (TSSB/PTSD) gibi anksiyete bozuklukları.
Daha yaşlı anket katılımcılarında ruhsal hastalıklar daha az yaygın: 65 ila 75 yaş arasındakilerin sadece yüzde 14'ü depresyon, anksiyete bozuklukları ve benzer ruhsal rahatsızlıklardan muzdarip.
Ancak anket, sadece kuşak farkını değil aynı zamanda cinsiyet farkını da ortaya koyuyor: Kadınlar, kendilerini erkeklerden daha sık psikiyatrik rahatsızlıklardan muzdarip olarak tanımlıyor. Bu durum, anketin yapıldığı 16 ülkenin tamamı için geçerli. Yine burada da genç kadınlar, yaşlı kadınlara oranla ruh sağlıklarının daha kötü olduğunu belirtiyor.
Peki, katılımcıların verdikleri bilgiler somut bir temele mi dayanıyor yoksa sadece o anda kendilerini nasıl hissettiklerini mi yansıtıyor? Örneğin Almanya'daki katılımcıların yüzde 57'sine bir psikolog ya da psikiyatrist tarafından hastalık teşhisi konulmuş. Yaklaşık yüzde 17'si da pratisyen hekimler tarafından teşhis konulduğunu belirtiyor.
İnternet üzerinden ya da başka kaynaklardan araştırmak yapmak suretiyle kendilerinin ruhsal bir hastalığı olduğunu düşünen Almanların oranı yüzde 16'da kalıyor. Diğer ülkelerde kendi kendine teşhis koyanların oranı çok daha yüksek: Örneğin Filipinler'de yüzde 60, Türkiye'de ise yüzde 36.
Anket, ruhsal bir hastalık durumunda profesyonel yardımın ne kadar önemli olduğunu da açıkça ortaya koyuyor: Almanya'daki katılımcıların yüzde 57 gibi büyük bir çoğunluğu, konunun uzmanları tarafından yapılan tedaviler sayesinde hastalıklarından başarıyla kurtulduklarını söylüyor.
Ancak Almanya'da yaklaşık her dört kişiden biri (yüzde 24) hiçbir tedavi arayışına girmiyor. Bu konuda sadece Japonlar daha tutucu: Yüzde 25'lik bir kesim, ruhsal sıkıntıları için profesyonel yardım almaktan kaçınıyor.
Alman Psikiyatri, Psikoterapi, Psikosomatik ve Nöroloji Derneği (DGPPN) şu tespiti yapıyor: "Ruhsal hastalıklar, Almanya'da sağlıklı yaşam yılı kaybının en önemli dört nedeninden biri. Psikiyatrik rahatsızlığı olan kişilerin yaşam beklentisi de genel nüfusa kıyasla 10 yıl azalıyor."
Menstrüasyon binlerce yıldır ayıplanan bir konu ve bir etiketleme aracı. Eski Ahit'te menstrüasyondan "bulaşıcı dönem" olarak söz edilirken Hinduizm, bu dönemi "kirlilik ve utanç" çağrışımları olan "asaucha" olarak adlandırmakta.
İngiltere'de psikososyal danışmanlık veren Rachel Weiss, bu durumun menopoza girildiğinde de sona ermediğine dikkat çekiyor. Weiss, "Menopoz gelip çattığında artık kirli olmadığımız için büyük bir kutlama yaptığımız düşünülebilir. Ama durum öyle değil" diyor.
Menopoz, günümüzde hâlâ tabu olan bir konu. Weiss, bu kavramdan ilk kez 2017'de BBC'de yayımlanan bir belgeselde bahsedildiğini gördüğünü ve "Menopoz ve Ben" adlı bu belgeselin menopoz döneminin insanları etkileme biçimleri üzerine kendisine çok şey öğrettiğini ifade ediyor.
Modern bilim, menopozla ilintili bu etiketlemeyi körükledi. Çoğunluğu erkek olan bilim insanları, 20'nci yüzyılda östrojen hormonunun menopoz belirtileri için bir hormon tedavisi olarak kullanılabileceğini keşfetti. Bu araştırma, olağan bir yaşam olgusu olan menopozun teşhis ve tedavi gerektiren bir hormon eksikliği hastalığına dönüşmesine yol açtı.
Hormon Replasman Tedavisi (HRT) daha sonraki dönemde menopoz için bir "tedavi" olarak tanıtıldı. 1950'lerde erkeklere Premarin hormon haplarının bir kadını "yeniden beraber yaşaması keyifli hale getirdiği" söylendi. Bugün de devam eden bu damgalama pek çok kadının menopoz deneyimleri hakkında konuşamamalarına neden oluyor.
Weiss, "Ergenliği tıbbileştirdiğinizi ve çocuklara ergenlik döneminin korkunç geçeceğini söylediğinizi ve sonra da onlara bunu durduracak bir hap olduğunu söylediğinizi hayal edin. İşte menopoz genellikle böyle lanse ediliyor" diyor.
Menopoz, kadınlarda adet döngüsünün ve doğurganlığın sona erdiğine işaret eder. Başta östrojen ve progesteron olmak üzere yumurtalıklar tarafından üretilen üreme hormonlarının kademeli olarak azalmasından kaynaklanır. Ortalama yedi yıl sürer ve genellikle 40'lı yaşların sonundan 50'li yaşların başına kadar olan dönemde gerçekleşir. Hormonal değişiklikler sıcak basmaları, gece terlemeleri ve ruh halindeki değişiklikler gibi çok çeşitli menopoz belirtilerini tetikler. Kadınların yüzde 38'i bu semptomları orta ila şiddetli olarak nitelendiriyor.
Tıp dergisi Lancet'te yayımlanan yeni bir araştırma dizisinde, menopoza ilişkin yeni bir yaklaşım ele alınıyor. Araştırma, toplumları menopozun tıbbıleştirilmesi bakış açısından uzaklaşarak, bu görüşün yerini hayatın bu aşamasına geçiş yapan kadınları destekleyen daha geniş bir modelin almasını teşvik ediyor.
Araştırma serisinin yazarlarından Martha Hickey, menopoz deneyiminin her kadın için farklı olduğuna dikkat çekiyor. Melbourne Üniversitesi'nden Hickey, "Serimiz kadınların menopoza geçiş süreçlerinde kendileri için doğru olan bilinçli kararlar alabilmelerine yönelik doğru, tutarlı ve tarafsız bilgilerle güçlendirildikleri kişiselleştirilmiş bir yaklaşım çağrısında bulunmaktadır" diyor.
Lancet'te yayımlanan araştırmalardan biri, erken menopozun daha fazla ciddiye alınması gerektiğini vurguluyor. Erken menopoza giren kadınlarda kardiyovasküler hastalık ve osteoporoz görülme olasılığının daha yüksek olduğuna dikkat çekiliyor.
Dünyada kadınların yüzde 8 ila 12'si erken menopozu tecrübe ederken, bu oranın bazı ülkelerde daha yüksek olduğu görülüyor. Örneğin Hindistan'da her beş kadından biri 30'lu ya da 40'lı yaşlarının başında menopoza giriyor. Çalışmada, erken menopoz teşhisinin ise genellikle geç konulduğu ya da kötü yönetildiği belirtiliyor.
Bir diğer çalışma ise menopozun kötü ruh sağlığıyla ilişkilendiren yaygın inanışa meydan okuyor. Araştırma, menopozun anskiyete, bipolar bozukluk ya da psikoz riskini artırdığına dair güçlü bir kanıt bulunmadığını ortaya koyuyor. Depresif belirtilerin yaygın olabileceği, ancak bunun da genellikle depresif bozukluk geçmişi olan kadınlarda görüldüğü belirtiliyor.
Weiss, meselenin östrojen eksikliğinin depresyona yol açması olmadığının altını çizerek, "Menopozla birlikte ortaya çıkan tüm diğer toplumsal ve kültürel faktörler insanların kendilerini değersiz hissetmesine neden oluyor. Pek çok kişi için bu durum, ergenlik çağındaki çocukları hormonal değişimler geçirdiği ve bunun korkunç bir hal aldığı ya da yaşlı ebeveynlerinin hastalandığı bir dönemde gerçekleşiyor. Bu süreç büyük bir fırtınaya dönüşebilir" diyor.
Lancet'in araştırma serisinin ana temalarından birini menopoz etrafındaki utanç ve damgalamanın üstesinden gelme gerekliliği oluşturuyor.
Bir çalışma, menopozu normalleştirmenin ve tarafsız, güvenilir bilgiye kolay erişimi mümkün kılmanın kadınlar için destekleyici olabileceğini, onlara sürecin yönetimine ilşkin kararlar almalarında yardımcı olabileceğini kaydediyor. Araştırmacılar, "Daha geniş anlamda, menopozun bir düşüş ve çöküş dönemi olduğuna dair yaygın etiketlemeye meydan okumak ve daha menopoz dostu bir iş ortamı yaratmak kadınların güçlenmesine yardımcı olabilir" ifadelerini kullanıyor.
Lancet araştırmaları, menopozla ilgili damgalamanın toplumda ne kadar kök saldığını ortaya koyuyor. Bir araştırmaya göre, pek çok kadın genç kızken adet gördüğü için utanç duyduğunu, daha sonra da ileri yaşlarda bir kadın olarak adet görmediği için utanç duyduğunu ifade ediyor.
Weiss, kadınların adet dönemlerinden bahsetmemek üzere yetiştirildiğini kaydederek şöyle diyor: "Ancak daha derin bir boyut da cinsiyete dayalı yaş ayrımcılığı. Bazı kadınların menopoza girdiklerini yöneticilerine söyleyemediklerini, çünkü bunun yaşlarının geçtiği anlamına geleceğini söylediklerini duydum. Toplumumuzda yaş, bir kadın olarak değersizlik anlamına geliyor."
İngiltere gibi bazı ülkelerde menopozla ilgili artan tartışmalar farkındalığı artırmaya, utanç ve damgalanmanın azaltılmasına yardımcı olurken, Lancet çalışmaları da menopozun korkulması gereken bir hastalık değil, bir yaşam deneyimi olarak görülmesine yönelik daha kapsamlı değişimler yaratmayı hedefliyor.
Federal Meclis’te, esrar kullanımına izin veren yasa tasarısı hükümeti oluşturan Sosyal Demokratlar (SPD), Yeşiller ve Hür Demokratların oylarıyla kabul edildi. Oylamada 407 milletvekili evet, 226 milletvekili hayır oyu kullandı. Sol Partili milletvekilleri de yasa tasarısına destek verdi.
Esrar kullanımını suç olmaktan çıkartan düzenlemelerin Meclis'te kabulü, bunun için yıllardır mücadele edenler için önemli bir dönüm noktası. Esrar kullanımının yasallaşmasına karşı olanlar ise yeni düzenlemelerin özellikle gençleri daha ağır uyuşturuculara yönelmesine yol açabileceği konusunda uyarıyor.
Onay süreci tamamlandığı ve yasa yürürlüğe girdiği takdirde Almanya'da yetişkinler üstünde 25 gram esrar taşıyabilecek. Bireyler ayrıca kendi evlerinde üç kenevir bitkisi yetiştirebilecek ve 50 gram esrar bulundurabilecek.
Aslında Almanya'da uzun yıllardır esrarın yasallaşması yönünde çağrılar yapılıyor. Hem tüketiciler, hem de bazı siyasetçiler ve sağlık uzmanları, esrarın sınırlı oranlarda kullanılmasına izin verilmesi gerektiğini, bu yolla uyuşturucu satıcılarının esrarı karaborsada satmasının önlenebileceğini savunuyor.
Hükümet ortakları, 2021 yılındaki koalisyon anlaşmasında da zaten esrarın yetişkinlere "lisanslı dükkanlarda keyif amacıyla tedariki" konusunda taahhütte bulunmuştu.
SPD'li Sağlık Bakanı Karl Lauterbach tarafından hazırlanan ve bugün Meclis'te kabul edilen yasa tasarısında artık "lisanslı dükkanlardan" söz edilmiyor.
Hükümet, polis ve adli merciler üzerinde ağır yük oluşturmaması için bu seçenekten şimdilik vazgeçti. Bunun yerine 1 Temmuz itibariyle kenevir yetiştirecek 500 üyeli özel kulüpler kurulacak ve bu kulüpler yetiştirdikleri kenevir sonucunda elde ettikleri esrarı üyelerine dağıtabilecek.
Okulların, kreşlerin, oyun alanların ve halka açık spor tesislerinin yakınında esrar içilemeyecek. Ayrıca sabah saat 07.00 ile akşam saat 20.00 arasında kamusal alanlarda da esrar kullanmak yasak olacak.
Esrar kullanımına izin veren başka Avrupa ülkeleri de var. Uzun yıllardır buna izin veren Hollanda'nın dışında Portekiz, İspanya, İsviçre, Çekya ve Belçika da yasalarında esnekliğe gitti, sınırlı oranda esrar tüketimini suç olmaktan çıkardı. Bu arada Hollanda'da esrar bulundurmak yasal değil, sadece esrar satan kafelerde (coffeeshop) esrar kullanımına izin veriliyor.
Kimi tıp ve sağlık uzmanları esrarın sağlığa zararlı olduğuna dikkat çekerek bunun suç olmaktan çıkartılmasına itiraz ediyor.
Nörolog ve psikiyatrist Euphrosyne Gouzoulis-Mayfrank, 25 yaşına kadar beynin gelişmeye devam ettiğine dikkat çekerek özellikle bu yaşlardaki bireylerde esrar kullanımının beyinde ciddi hasara yol açabileceği konusunda uyarıda bulunuyor.
Diğer bazı uzmanlar ise nispeten daha az zararlı olan esrarın, daha ağır maddelere geçişin eşiği olabileceği uyarısını yapıyor.
Yeşiller partili Federal Meclis Milletvekili Janosch Dahmen ise yasağın kaldırılması gerektiğini savunuyor. Kendisi de hekim olan Dahmen, "Esrar tüketimindeki artış, son yıllardaki yasaklama politikasının daha az insanın esrar tüketmesine yol açmadığını, aksine özellikle gençlerin tüketiminin artmaya devam ettiğini göstermektedir" dedi.
Dahmen, esrar kullanımının yasallaşmasının özellikle katkılı esrarın dağıtımını önlemek, esrarın karaborsada satışını engellemek ve yetişkinler için esrara erişimi daha bilinçli hale getirmek için önemli olduğunu vurguladı.
Son yıllarda özellikle 18 ila 25 yaş arasındaki genç yetişkinlerde esrar kullananların oranlarında artış oldu. Alman sağlık makamları 2021'de gençlerin yarısının en az bir kez esrar kullandığı bilgisini paylaştı.
Sadece sağlık uzmanları değil, yargı uzmanları ve adli makamlar da esrar kullanımına izin veren düzenlemeler konusunda uyarılarda bulunuyor.
Alman Yargıçlar Birliği Başkanı Sven Rebehn, Redaktionsnetzwerk Deutschland'a (RND) yaptığı açıklamada, belirli oranlarda esrar kullanmanın ve bulundurmanın suç olmaktan çıkması nedeniyle ülke genelinde yaklaşık 100 bin dosyanın yeniden mercek altına alınması gerekeceğine işaret etti.
Rebehn, bütün bu dosyaların yeniden incelenmesinin neredeyse imkansız olacağını belirtti. Görünen o ki, esrarın yasallaşmasına dönük süreç, Almanya'da tartışmalara yol açmaya devam edecek.
DW Türkçe'ye sansürsüz nasıl erişebilirim?
"Çok acılı ve toparlanma süreci uzundu. Ama flört etme ihtimalim arttı, daha fazla saygı görüyorum."
Yoğun ağrı, enfeksiyon, zayıf kemik oluşumu, esneklik kaybı, implant kırılması gibi kişiyi yaşam boyu etkileyebilecek risklere rağmen boy uzatma ameliyatları yaygınlaşıyor. Ciddi riskler taşıyan bu ameliyatı yaptıranlardan biri de 32 yaşındaki Ash*. ABD'den İstanbul'a gelen Ash, iki farklı operasyonla yedi ay içinde 12 santimetre uzamış. Boyu 1.72'den 1.84'e çıkan Ash, zor zamanlar geçirse de sonuçtan memnun.
Ortopedi uzmanı Doç. Dr. Yunus Öç ise bu ameliyatların yaygınlaşmasıyla ortaya çıkabilecek sorunlara dikkat çekiyor:
"Önümüzdeki 3-5 yıl içinde daha da popülerleşeceğini düşünüyorum, ama buna bağlı olarak ağzı yanacak, sonrasında çok ciddi problem yaşayacak hastaların sayısı da artacak. Bir meme estetiği, bir burun estetiği gibi değil, bunlarda bir sorun yaşanırsa hastalar günlük yaşantılarını kendileri idame ettirebiliyor. Ama boy uzatmada problem yaşadıkları zaman birine bağımlı kalma ihtimalleri var."
Ameliyattan bir ay sonra ülkesine dönen Ash, fizik tedavi ve egzersizlere burada devam ettiğini, artık sorunsuz şekilde 15 kilometre yürüyebildiğini ve koşabildiğini söylüyor.
Son iki yılda 200'den fazla boy uzatma ameliyatı yapan Doç. Dr. Öç, önceki yıllarda cücelik, gelişim geriliği gibi tıbbi nedenlerle yapılan boy uzatma ameliyatlarının şimdi bir estetik uygulaması haline geldiğini ifade ediyor. Türkiye'nin boy uzatma ameliyatlarının en fazla yapıldığı üç ülkeden biri olduğunu belirten Doç. Dr. Öç, bunun en önemli iki nedeninin "hekimlerin cerrahi yeterlilikleri ve fiyat avantajı" olduğunu aktarıyor.
Ortalama 2,5 ila 3 saat süren boy uzatma ameliyatında kol veya bacak kemiği en iyi kaynaması beklenen bölgeden kesiliyor. Kemiklerin iki ucu arasında kalan boşluğa uzayabilen medikal sabitleyiciler yerleştiriliyor. Kemik boyundaki uzama bu boşlukta gerçekleşiyor. Yurt dışından gelen hastaların en az 3 ay Türkiye'de kalması ve uzama sürecini Türkiye'de tamamlaması isteniyor. Masa başı çalışanlar, 6-7 ay içinde iş hayatına dönebiliyor. Kas gücü gerektiren ağır işlerde çalışan kişiler içinse bu süre bir yılı buluyor.
Kliniğine başvuran 10 kişiden ikisini geri çevirdiklerini belirten Doç. Dr. Öç, ameliyatın 30 yaş üstü kişiler için uygun olmadığını belirtiyor. Ameliyatın kemiklerde kaynama potansiyelinin ve tendon düzeyindeki esnekliğin yüksek olduğu 20-30 yaş arasındaki kişilerde başarılı sonuç verebileceğini ifade ediyor.
Kullanılan medikal malzemeler ve iyileşme sürecindeki bakım hizmetleri nedeniyle boy uzatma ameliyatlarının maliyeti ise oldukça yüksek.
Ancak risk ve yüksek maliyet, "daha güzel olma" isteğinin önüne çoğu zaman geçemiyor. Sosyal medyada paylaşılan "kusursuz" fotoğraflar bu isteği tetikleyen başlıca nedenlerden biri.
Küçük, kalkık burunlar, dolgun elmacık kemikleri ve gergin bir yüz sosyal medya platformlarında sıkça karşılaşılan "ideal güzellik" dayatmasının başlıca örnekleri. Günümüzde pek çok kişi bu kalıplara uyma baskısı hissediyor. Buna karşın "bedenini olduğu gibi sevme hareketi" olarak tanımlanan "beden olumlama" kavramı da yaygınlaşıyor. Baskıya göğüs germekte zorlananlar ise estetik ameliyatlara yönelebiliyor. Yüzü yakından gösteren selfie trendinin estetik ameliyatlara olan yönelimi arttırdığı tahmin ediliyor. Yüz bölgesinde en sık yapılan estetik uygulamalardan biri burun ameliyatı. Burundan nefes almada zorluk, burunda ve çevresinde kalıcı uyuşma, eşit görünüm kaybı, kalıcı şişlik gibi risklere rağmen burun estetiği yaptıranların sayısı hayli yüksek.
ABD'de bir finans şirketinde çalışan ve ayrıca yarı zamanlı modellik yapan 28 yaşındaki Benita Paloja da burun estetiği için Türkiye'nin yolunu tutanlardan. Kişisel tercihleri nedeniyle 13 yaşından beri burun estetiği yaptırmak isteyen Benita, "Ameliyattan sonra aldığım modellik teklifleri arttı" diyor. Özgüveninin yükseldiğini söyleyen Benita, ameliyattan bir hafta sonra Türkiye'den ayrılmış. Tam iyileşme dönemi altı ay süren Benita, ödem ya da morluk gibi etkiler yaşamamış. Ancak çok sayıda kişinin bu etkileri yaşadığını belirtiyor.
Güzellik uğruna Türkiye'ye gelip estetik operasyonlarda hayatını kaybeden turistler de oldu. Brezilya tipi kalça kaldırma ameliyatını 2019'da yaptıran 31 yaşındaki İngiltere vatandaşı Melissa Kerr, ameliyat sırasında ciğerlerine giden bir pıhtı nedeniyle yaşamını yitirdi. Bu ameliyat en riskli estetik operasyonların başında geliyor. Kerr'in ölümünün ardından açıklama yapan sağlık kuruluşu, risk ve komplikasyonların hastaya bildirildiğini belirtmişti.
Türkiye'de estetik operasyon yaptıran vatandaşları arasında ölüm vakalarının arttığını savunan İngiltere'nin önümüzdeki aylarda bu konuyu görüşmek üzere Türkiye'ye bir heyet göndereceği belirtiliyor.
Türk Tabipleri Birliği (TTB) Merkez Konseyi İkinci Başkanı Prof. Dr. Ali İhsan Ökten de sağlık hizmetlerini ticarileştirdiği ve Türkiye'deki özelleştirme politikalarını pekiştirdiği için sağlık turizmini eleştiriyor. Sağlık turizminin özel hastaneler ve şehir hastaneleri için bir uygulama ve para kazanma alanı olduğunu söyleyen Prof. Dr. Ökten, "Evet, Türkiye tercih ediliyor ama bununla ilgili şikayetler de artıyor" ifadelerini kullanıyor.
En çok obezite ve estetik ameliyatları ile diş hekimliği uygulamalarına dair şikayetler aldıklarını belirten Ökten, yeterli denetimin yapılmadığını savunuyor. Ökten, "Sağlık Bakanlığı bu alanı çok denetlemiyor. Bununla ilgili olarak özel bir araştırması yok" diyor.
Turistlerin sağlığını tehdit eden merdiven altı tesisler, özellikle estetik branşlarda yaygın. Ruhsatsız merkezlerde uzman olmayan kişilerin yaptığı işlemler, kalıcı hasar bırakabiliyor. Uzmanlar, Türkiye'ye sağlık turizmi için gelmek isteyenleri, tesisin ruhsatını ve turizm yetki belgesini kontrol etmesi gerektiği konusunda uyarıyor.
Peki risklere rağmen Türkiye'yi neden tercih ediyorlar?
Sağlık ekibinin tutumu ve sağlık tesisinin koşullarını önemsediğini ifade eden Benita bu soruyu şöyle yanıtlıyor:
"Doktorların burun yapma stilindeki başarılarını duymuştum. Model olan birkaç arkadaşım Türkiye’de ameliyat oldu. Sonuçlardan çok memnunlar. Ben de inanılmaz derecede memnunum."
Benita ayrıca "ABD'de burun estetiği için 30 bin dolar ödeyebilirdim. Ancak doktorlar Türkiye'deki kadar ilgili ve yardımsever olmazlardı" diyor.
Türkiye'de 1 Şubat 2024 itibarıyla Sağlık Bakanlığı tarafından sağlık turizmi için yetki belgesi verilen 643 hastane, 1043 aracı kuruluş, 177 özel tıp merkezi ve 2029 muayenehane bulunuyor. Son 10 yılda Türkiye'ye gelen sağlık turisti sayısı ise dört kat artmış durumda. 1 milyon 258 bin hastayla 2022 yılında son yılların rekoru kırılmıştı. Yine aynı yıl, sağlık turizmi gelirleri 2 milyar doları aştı.
En çok tercih edilen hizmetler, saç ekimi ve estetik ameliyatlar oldu. Ardından onkoloji ve kardiyovasküler cerrahi branşları geliyor. 2023'ün ilk üç çeyreğinde sağlık hizmetlerinden faydalanmak için Türkiye'ye gelenlerin sayısı 1 milyon 26 bin oldu.
Sağlık Turizmi Geliştirme Konseyi İcra Kurulu Başkanı Dr. Köksal Holoğlu, "3 milyon kişi olan 2023 hedefini tutturamadık" diyor. Holoğlu, Kahramanmaraş merkezli 6 Şubat depremlerinden sonra Türkiye'ye gelen turist sayısının yarı yarıya düştüğünü belirtiyor.
İstanbul'da da beklenen büyük deprem de muhtemel sağlık turisti adaylarını düşündürüyor. Dr. Köksal Holoğlu, "Sağlık Bakanlığı tarafından ruhsatlı tüm sağlık tesisleri, depreme dayanıklı. Ayrıca hepsinin deprem raporu var" ifadelerini kullanıyor. Ortadoğu'dan gelen sağlık turistleri toplam içinde önemli bir yer tutuyor. Son yıllarda sosyal medyada öne çıkan Arap karşıtı söylemlerin, Ortadoğu'dan gelecek turist sayısını azalttığı düşünülüyor.
Dr. Holoğlu'nun verdiği bilgiye göre son dört aydır Ortadoğu ve Afrika ülkelerinden gelmek isteyenlerin vize alma süresi uzadı. Bu kişilerden bazıları Hindistan'a gitmeyi seçti. Dr. Holoğlu, Türkiye'nin nüfusuna göre sağlık turizminde dünya birincisi olduğunu belirtiyor. Türkiye'nin en önemli rakibi ise fiyat avantajı ve pazarlama kapasitesiyle öne çıkan Hindistan.
*Kişinin ismi değiştirilmiştir.
Doğrudan kanser hücrelerine karşı etkili olan bir aşı henüz mevut değil. Ancak belirli kanser türlerinin gelişmesine yol açabilecek enfeksiyonlara karşı aşılanmak mümkün. Tıpkı papilloma virüslerinin (HPV) tetiklediği rahim ağzı kanserinin önlenmesi amacıyla yapılan aşılama gibi.
Bu kanser türüne karşı önleyici aşılar, 2000'li yılların başından beri mevcut. Yüksek riskli papilloma virüsü enfeksiyonu aslında doğrudan kansere neden olmaz. Ancak virüs, mukoza zarı hücrelerine kalıcı olarak yerleşir ve orada kanser öncesi aşamalarını tetiklerse, rahim ağzı kanserine yol açabilir.
Bir başka önleyici aşı da hepatit B virüslerine ve dolayısıyla kronik hepatit B durumunda gelişebilen karaciğer tümörlerine karşı yapılan aşılar. Alman Kanser Araştırmaları Merkezi bünyesindeki Kanser Bilgi Servisi'ne göre, sanayileşmiş ülkelerdeki tüm kanserlerin yaklaşık yüzde dördü, virüs veya bakteri enfeksiyonlarından kaynaklanıyor. Bu oran gelişmekte olan ülkelerde daha yüksek.
Önerilen bu iki önleyici aşının yanı sıra, yoğun araştırmalara konu olan tedavi edici aşılar da var. Bunlardan biri olan terapötik mRNA aşısı, mevcut bir kanser hastalığını tedavi etmek için kullanılıyor. Covid pandemisi sırasında sık sık günde gelen mRNA (haberci ribonükleik asit) aşıları, bilhassa bağışıklık sistemini tümör hücreleriyle savaşmak üzere eğitebiliyor. Bu aşılar, kanser hücrelerini algılamayı ve onları hızlı bir şekilde ortadan kaldırmayı öğretebilir. Bu esnada ortaya çıkan yan etkilerse nispeten zarsız olarak sınıflandırılabilir.
Alman Kanser Bilgi Servisi'nden Susanne Weg-Remers, bu aşının işe yaraması için belirli koşulların yerine getirilmesi gerektiğini belirtiyor: "Mevcut bilgilere göre mRNA aşıları, özellikle de tümör dokusu, örneğin ameliyatla vücuttan büyük ölçüde çıkarılmışsa bir seçenek olabilir. Bu durumda diğer aktif maddelerle birlikte mRNA aşısı, vücutta hâlâ kalabilecek ve nüksetmeye yol açabilecek kanser hücrelerini ortadan kaldırmaya yardımcı olabilir."
Bu nedenle mRNA aşılaması, daha fazla hastanın iyileşme şansını artırabilir. Bu yöntem, doktorların terapiyi tümörün bireysel özelliklerine göre uyarlamasına olanak tanıyor. Kansere karşı mRNA aşısı, Sars-CoV-2'ye karşı mRNA aşılarıyla aynı tabana dayanıyor.
Kanser hücreleri genelde yüzeylerinde ya hiç bulunmayan ya da sağlıklı hücrelerde daha az bulunan tipik özelliklere sahiptir. Doktorlar, kanser hücrelerine karşı aşı geliştirirken "tümör antijenleri" olarak adlandırılan bu özellikleri kullanıyor. Hastaya, tümör antijenlerine karşı bağışıklık tepkisini tetikleyen bir aşı uygulanıyor. Amaç, bağışıklık sistemine bu antijenlere sahip hücrelere karşı kendini savunmayı öğretmek. Araştırmacılar, erken klinik çalışmalarda, örneğin malign melanomda (siyah cilt kanseri), terapötik m-RNA aşılaması ile başarılar elde etmeye başladı.
Susanne Weg-Remers, söz konusu aşılara dair çalışmalar hakkında şu bilgileri veriyor: "Malign melanom mRNA terapisi ile ilgili 2024 yılında, bin hastayı kapsayan uluslararası bir klinik çalışma planlanıyor. Bu çalışma, ileride ruhsatlandırma için temel oluşturacak. Araştırmaların odaklandığı diğer kanser türleri arasında bağırsak kanseri ve akciğer kanseri de var. Bunlar, en yaygın kanser türlerinin başında geliyor. 200'den fazla kanser türü ve moleküler özellikleri bakımından farklılık gösteren başka alt tipler var. Tüm bu farklı kanser türlerini bir aşıyla önleyebilecek veya tedavi edebilecek sihirli mermiyi bulmak çok zor."
Kanser Bilgilendirme Servisi'ne göre, sadece Almanya'da her yıl yaklaşık yarım milyon kişiye kanser teşhisi konuluyor. Almanya'da 2021 yılında 230 bin insan, bu hastalıktan hayatını kaybetti.
Bugüne kadar elde edilen tüm başarılara rağmen, araştırmacılar, kansere karşı aşı geliştirme çalışmalarının henüz emekleme aşamasında olduğuna dikkat çekiliyor. İlk sonuçlar, kansere karşı aşılamanın etkili olabileceğini gösterse de standart tedavilerle mukayese edilen yaygın klinik deneyimler henüz mevcut değil.
Ayrıca her hastalığın ve hastanın profilinin kendi özgü olduğu gerçeği de yadsınamaz. Örneğin bir hastadan tümör alınmışsa ve vücutta kalan izole tümör hücreleriyle mücadele edilmesi gerekiyorsa bu, metastaz oluşumuna kıyasla tamamen farklı bir tedavi gerektirir. Weg-Remers, "Kanser tedavisinin, etkili sonuçlar elde etmek için farklı yöntemlerin bir araya getirildiği bütünsel bir terapi olmaya devam edeceğini düşünüyorum" diyor.
Meryam Schouler-Ocak için bu alaycı bakışlar hayli tanıdık: "Geçen gün trende iki yaşlı Alman hanımın karşısında oturuyordum. Beni baştan aşağı süzdüler!" Schouler-Ocak, önce üstünde başında bir leke, açık bir düğme ya da başka bir olumsuzluk olduğunu düşündü. Ama hiçbir şey yoktu. Sadece koyu renk saçları vardı ve Türk kökenliydi.
Schouler-Ocak bu tür ırk ayrımcılarını "mikroagresyonlar" olarak adlandırıyor. Berlin'deki Charité Üniversite Hastanesi'nde kültürlerarası psikiyatri profesörü, psikiyatri, psikoterapi ve nöroloji uzmanı olan Schouler-Ocak, "Göçmen kökenli ve koyu ten ya da saç rengine sahip pek çok insan, bu tür ayrımcılıklarla neredeyse her gün karşılaşıyor" diyor.
Aşağılayıcı bakışlar, hakaretler ya da alaycı tavırlar… Sürekli olarak ırkçı ve ayrımcı söz, tavır ve uygulamalara maruz kalanlar, bunları bilinçaltında biriktiriyor. En nihayetinde bu birikim, insanı psikolojik veya fiziksel hasta ediyor. Schouler-Ocak, "Örneğin, travma sonrası stres sendromuna ve diğer psikiyatrik hastalıklara dönüşebilir" diyor.
İster cinsiyetçilik ister antisemitizm ister ırkçılık olsun: Hepsinin öncelikli amacı, karşı tarafı incitmek ve ruhsal açıdan zayıf düşürmek. Irkçılık, insanları kökenleri, ten renkleri veya diğer genel atıflar nedeniyle değersizleştiriyor ve marjinalleştiriyor.
Bu durumdan etkilenenler, bunu sadece birebir temaslarda, başkalarının aşağılayıcı veya saldırgan davranışlarında hissetmiyor. "Yapısal ve kurumsallaşmış ırkçılık" da hayli yaygın. Örneğin, ev veya iş ararken de bu durumla sık sık karşılaşmak mümkün. Schouler-Ocak'a göre koyu tenli, başörtülü ya da yabancı bir ismi olan herkes Almanya'da dezavantajlı durumda.
Meryam Schouler-Ocak, "Irk ayrımcılığının sağlık üzerinde de önemli etkisi var. Bu tür ayrımcılığa maruz kalan kişilerin psikiyatrik hastalıklara yakalanma olasılığı, diğerlerine göre iki kat daha fazla" diyor.
Anksiyete bozuklukları, depresyon, travma sonrası stres bozukluğu, bağımlılıklar veya psikoz gibi hastalıkların riskinin arttığını vurgulayan Schouler-Ocak, bunun sebebinin ırk ayrımcılığının beyin aktivitesini etkilemesi olduğunu söylüyor: "Tıpkı psikiyatrik hastalıklarda olduğu gibi, ırkçı söylem ve tavırlar, beynin belirli bölgelerinde düzensizliğe yol açıyor."
Kültürlerarası göç konusunda araştırmalar yapan psikiyatrist, örneğin ülkelerinden kaçtıktan sonra toplu barınma yerlerinde kalan insanların, daha yüksek bir risk altında olduğunu söylüyor.
Kaçış travması, arkadaşlardan ve aileden ayrı kalmanın yanı sıra başka stres faktörleri de söz konusu olabiliyor: İşsizlik, mahremiyetten yoksun kalma ve ayrımcı deneyimler. Schouler-Ocak, "Göç sonrası edinilen bu tür deneyimlerin kümülatif bir etkisi var" diyor: Nicelik arttıkça, etkisi de o kadar büyük ve olumsuz oluyor.
Psikiyatrist, ruhsal hastalıkların sıklığının ve boyutunun genellikle hafife alındığına inanıyor. Mülteciler söz konusu olduğunda sorun daha da büyük.
Ruhsal hastalıklar nadiren tek başına ortaya çıkıyor. Irk ayrımcılığının bir sonucu olarak yaşanan stres, fiziksel sorunlara da yol açabiliyor. Schouler-Ocak, yüksek tansiyon ve obezitenin yaygın semptomlar olduğunu söylüyor. Diyabet ve kardiyovasküler hastalıklar da bunu takip edebiliyor. Psikiyatrist, ırk ayrımcılığının diğer sonuçları hakkında "Hamile kadınların erken doğum yapmasının ya da bebeğin düşük bir doğum ağırlığına sahip olma riskinin daha yüksek" olduğunu da vurguluyor.
"Lancet Psychiatry" adlı dergide konuyla ilgili yayınlanan bir araştırmanın sonuçları hayli ürkütücü: Irk ayrımcılığından etkilenenler arasında ölüm oranı artıyor! Bilim insanları, söz konusu araştırmada, ırkçılığın Amerika Birleşik Devletleri'ndeki (ABD) siyahların ruh sağlığına etkilerini inceledi.
Veriler henüz yetersiz olsa da ırk ayrımcılığının, sadece doğrudan etkilenenlerin sağlığına zarar vermekle kalmayıp, çocuklarını ve torunlarını da etkileyebileceğine dair göstergeler mevcut. Epigenetik dalı, çevresel faktörlerin genlerin aktivitesi üzerindeki bu etkisiyle ilgileniyor.
Schouler-Ocak, "Irkçılık ve ırkçı yapılar, tarihin akışı içinde zamanla giderek büyüdü ve bu nedenle toplumsal katmanların bir parçası haline geldi" diyor. Uluslararası Af Örgütü de bu tespiti teyit ediyor: "İster kasıtlı ister kasıtsız olsun, çoğu beyaz insan, günlük yaşamlarında ırkçı bir şekilde hareket ediyor. Bu nedenle toplumdaki davranışları ve dili bu gerçeğe uyarlayabilmek için ırkçılığın çeşitli biçimlerinin farkında olmak önemlidir."
Kendilerine yaşam koçu, nefes koçu, bilinçaltı farkındalık eğitmeni, spiritüel terapist, kişisel gelişim uzmanı, danışman gibi isimler veriyorlar. Ancak faaliyetleri bu unvanları aşıyor ve etik sınırları ihlâl ediyor. Başa vurarak panik atağı tedavi ettiklerini, telkinle kalıcı zayıflama sağladıklarını, bilinçaltı temizliği ile ağrıları iyileştirdiklerini ileri sürüyorlar. Çoğunun ne tıp eğitimleri var ne de psikoloji...
Bu örnekleri hicveden Yaşam Koçu filmi, uzman olmayan kişilerin bilim dışı uygulamalarla vadedittiği mucizevi çözümleri yeniden gündeme getirdi. Peki, filmle beraber yeniden gündeme gelen yaşam koçluğu aslında nedir, yaşam koçları hastalıkları tedavi edebilir mi?
2001 yılından beri kariyer ve yönetici koçu olarak çalışan EMCC Türkiye-Yönderlik ve Koçluk Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Demet Uyar, "En önemlisi yaşam koçu veya diğer koçluk türlerinin yaptığı şeyin terapiden farklı olduğunu bilmektir" diyor. Uyar, "Biz zaten terapi yapmadığımızı vurguluyoruz ve kişinin kendi çözümlerini bulmasını istiyoruz. Şunu çözeriz, bunu kalıcı olarak tedavi ederiz gibi hiçbir iddiamız yok" diye devam ediyor.
Koçluk, istenen hedefe ve yaşam tatminine ulaşmak için koç ve danışan arasında kurulan planlı bir gelişim ilişkisi olarak tanımlanıyor. Bu gelişim ilişkisi, kişilerin kendi özgün çözümlerini bularak hedeflerine ulaşmasını sağlamayı amaçlıyor. Yaşam koçlarının yanı sıra kariyer koçluğu, yönetici koçluğu, ilişki koçluğu gibi alt dallarda hizmet veren koçlar da var.
Peki, nasıl koç olunuyor? İlk önce etik kodlar çerçevesinde hizmet veren uluslararası derneklere akredite olmuş bir kurumdan eğitim almak gerekiyor. En az 60 saat süren bu eğitim 3 ayda tamamlanıyor. Demet Uyar, sonraki süreci şöyle özetliyor: "Meslekte bir çok seviye var. Tecrübeniz arttıkça yazılı ve sözlü sınavlara girerek yeni belgeler alınıyor. Burada uluslararası etik kodlara bağlılığın sözünü vererek ilerliyorsunuz."
Türkiye'de koçluk mesleğinin, 29 Haziran 2013’te Resmi Gazete'de yayınlanan standartlara göre icra edilmesi gerekiyor. Ancak mevcut işleyişte bir klinik psikolog ya da bir psikiyatrist gibi davranarak halk sağlığını tehdit eden çok sayıda örnekle karşılaşılıyor. Ruh sağlığı alanında herhangi bir uzmanlığı bulunmayan bu kişiler, katıldıkları sertifika programlarının ardından kendilerini uzman ilan ediyor. Sertifikaların hangi standartlara göre verildiğine dair ise büyük bir karmaşa ve denetimsizlik var. Türk Psikologlar Derneği İstanbul Şube Başkanı Hale Bolak Boratav, "Bir kere kişinin önce uzmanlığını alması lazım. Bir klinik psikoloji yüksek lisans eğitimi almış olabilir. Onun üzerine bir sanat terapisi sertifika programından geçebilir veya bir dans terapisi sertifika programından geçebilir" diye konuşuyor.
Türkiye'deki mevcut yasa ve yönetmeliklere göre psikoterapi yapma yetkisi psikiyatristlere ve klinik psikologlara ait. Türk Psikologlar Derneği İstanbul Şube Başkanı Hale Bolak Boratav, kişilerin psikolojik rahatsızlıklarını tedavi ettirmek için değil yaşam amaçlarını güvenilir bir kişiyle masaya yatırmak için yaşam koçuna gitmeleri gerektiğini vurguluyor. "Bir profesyonel koç, hangi konuların koçlukla ilgili olduğunu iyi bilir. Sınırlarını iyi çizer ve bunların içinde kalmasını bilir."
EMCC Türkiye – Yönderlik ve Koçluk Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Demet Uyar, son yıllarda popülerliği artan koçluk mesleğinin hâlâ bebeklik çağında olduğuna dikkat çekiyor. Uyar'a göre koçluğa olan ilgi artmaya devam edecek. Ancak bu artış yeni sorunları da beraberinde getirebilir.
"Yaşam koçu tedavi etmez, terapi yapmaz. Kişilerin hayatlarını teslim ederken daha hassas davranması gerekiyor. Bugün bir hekime tedaviye gittiğimizde bile mutlaka ikinci bir görüş aldığımız durumlar oluyor mesela. Kişiler, bir ilanda görüp 'Şunu da çözüyor musunuz?' diye sorabiliyorlar. Karşıdaki 'Tamam, çözerim' dediğinde herhangi bir referans kontrolünü yapmadan ona gidebiliyorlar. Koçunu seçmeden önce nereden sertifika aldığını sorması gerekiyor. Herhangi bir derneğe üye mi, eğitimi akredite mi bunlara mutlaka bakması gerekiyor. Bu uzmanlığı nereden edindiğini öğrenmeden hemen tedaviye giden bilinçsiz tüketicilerin durumu, gerçekten üzücü."
Panik ataktan kansere,diyabetten sırt ağrısına kadar uzanan geniş bir alanda çalıştıklarını ileri süren bu kişiler kısa sürede büyük değişimler yarattıklarını iddia ediyor. "Bilim insanları, uzman psikologlar kendi disiplinleri içinde kalmaya özen gösterirler" ifadelerini kullanan Prof. Dr. Bolak Boratav, "Oysa şarlatan her derde deva olacağını iddia edebiliyor" diyor.
Peki toplumda bilim dışı yöntemlerle tedavi olma eğilim neden artıyor? TTB Başkanı Korur Fincancı, bunun sağlık alanında izlenen neoliberal politikaların bir sonucu olduğunu söylüyor.
"Aslında neoliberal sistem bütün dünyada bilimsel bilgiyi değersizleştirerek ve hakikat ötesi bir çağda bilinmezliği öne çıkararak bir belirsizlik rejimi yaratıyor. Bu bilim alanına da yansıyor. İnsanların bilgiyi teyit edebilecekleri, doğrulama çalışması yapabilecekleri araçlarla ilgili de sorunlar var. İnsanların kaçınılmaz olarak kafası karışıyor."
Prof. Dr. Bolak Boratav'a göre ise sahte ruh sağlığı uzmanlarının tercih edilmesine neden olan düşünme biçimi, pandemide aşı karşıtlığıyla kendini göstermişti: "Aynı düşünceden, aynı alışkanlıklarından besleniyor. Bunun temeli, bilim insanlarıyla büyük ilaç şirketlerinin ortak bir çıkar ilişkisinde olduğu düşüncesine dayanıyor."
Öte yandan aldıkları sertifikalarla uzman olduklarını savunan bu kişiler, insanların yaşadığı travmalar nedeniyle hastalıklara yakalandığını ileri sürüyor. Terapiyle meme kanserini iyileştirdiğini savunan bir kişi, bu kanserin nedeninin anneye duyulan öfke olduğunu iddia ediyor. Peki, travmalar hastalıkların nedeni olabilir mi? TTB Başkanı Korur Fincancı, bu soruyu şöyle yanıtlıyor: "Travmaya bağlı olarak bizim bedenselleştirme dediğimiz bedende görülen bir takım yakınmalar olabilir. Ama biz önce bu bir bedenselleştirme midir yoksa doğrudan bedenden kaynaklı bir sorunla mı ilgidir bunu araştırırız. Ama hekim olmayan birinin bunu araştırma ve doğru tanıyı koyabilme olanağı yok."
Peki, travmaya bağlı sağlık sorunu yalnızca terapiyle iyileştirilebilir mi? "Örneğin bir kişinin travma etkisi ile sırt ağrıları olabilir. Ama bu sırt ağrılarının giderilmesinde sadece ruhsal destek yetmez. O sırt ağrılarına yol açan kaslardaki kasılmanın da tedavi edilmesi gerekir."
Kişilerin ruh ve beden sağlığına ciddi zararlar veren bu uygulamalar, önemli sağlık sorunlarının tedavisiz kalmasına neden olabiliyor. TTB Başkanı Korur Fincancı, çok sayıda şikayet aldıklarını belirterek şunları aktarıyor:
"Sonrasında bir muhatap bulma olanakları da olmuyor ne yazık ki ancak savcılık üzerinden suç duyuruları olabiliyor. Bize başvurduklarında biz de çaresiz kalıyoruz. Çünkü bu insanlar hekim değil. Aslında bunun Sağlık Bakanlığı’nın yani sağlık otoritesinin denetlemesi kontrol altında tutarak engellemesi gerekiyor."
Koçluk, danışmanlık adı altında psikoterapi yapma girişiminde bulunan ve hastalıkları iyileştirdiklerini iddia eden bu kişilerin durdurulması için ne yapılmalı? Uzmanlar, yasal boşluğa dikkat çekerek, görev ve sorumlulukların net bir biçimde belirlendiği bir ruh sağlığı yasasının çıkarılması gerektiğini vurguluyor. Bu arada ruh sağlığı alanında çalışmalar yürüten dernekler, bir yasa taslağı hazırladı. Bu yasayla, ruh sağlığı hizmetlerine erişimin düzenlemesi, danışanların haklarının korunması, tedavi ve hizmet standartlarının belirlenmesi hedefleniyor.
"Lancet Oncology" adlı bilim dergisinde yayımlanan yeni bir araştırmanın sonuçları, İngiltere'nin yoksul bölgelerinde kanserden ölme riskinin varlıklı bölgelere kıyasla yüzde 70 daha yüksek olduğunu ortaya koydu.
Araştırmanın baş yazarı ve Imperial College London'da Küresel Çevre Sağlığı Profesörü olan Majid Ezzati, "Çalışmamızdan çıkan iyi haber, İngiltere'de kanserden ölme riskinin son 20 yılda tüm bölgelerde düşmüş olması. Ancak araştırmamız aynı zamanda İngiltere'deki farklı bölgeler arasında kanserden ölümlerdeki şaşırtıcı eşitsizliği de vurguluyor" dedi.
Almanya'da da kansere yakalanma riski düşüyor. Ancak, tıpkı İngiltere'de olduğu gibi, bu gelişme de bir çelişkiyi barındırıyor. Alman Kanser Araştırma Merkezi'nden (DKFZ) Lina Jansen öncülüğündeki Alman araştırma ekibi, "International Journal of Cancer" adlı bilim dergisinde, bu eğilimin sosyal açıdan daha iyi durumda olan bölgelerde diğer yerlere kıyasla çok daha belirgin olduğuna dikkat çekiyor.
DKFZ uzmanlarının Almanya'nın sekiz ayrı eyaletinden 48 milyon kişiye ait verileri inceleyerek 2007 ile 2018 yılları arasındaki kanser teşhis oranlarını karşılaştırdığı araştırmanın sonucuna göre, sosyal eşitsizlik Almanya'daki yeni kanser vakaları oranını giderek daha fazla etkiliyor.
Alman araştırmacılar ilk olarak çalışmaya dahil edilen tüm bölgeleri gelir, istihdam oranı ve eğitim seviyesini içeren bir sosyo-ekonomik endekse dayalı olarak beş gruba ayırdı.
Araştırmada, gözlemlenen dönem boyunca beş grupta da daha az insanın kansere yakalandığı tespit edildi. Ancak yeni vaka oranındaki bu düşüşün dezavantajlı bölgelerde varlıklı bölgelere kıyasla çok daha zayıf olduğunu saptayan araştırmacılar, bu durumun hem genel olarak tüm kanser türleri hem de özellikle erkeklerde bağırsak ve akciğer kanseri için geçerli olduğuna dikkat çekti.
Araştırmaya göre, 2007 yılında sosyo-ekonomik açıdan en zayıf bölgelerdeki erkekler, dezavantajlı bölgelerdeki erkeklere göre yüzde 7 daha fazla yeni kanser vakası oranına sahipken bu rakam 2018'de yüzde 23'e yükseliyor. Kadınlar için ise bu fark 2007'de yüzde 7'yken 2018'de yüzde 20'ye çıkıyor.
Eşitsizlikle mücadele etmek için öncelikle sosyo-ekonomik açıdan en zayıf bölgeleri neyin karakterize ettiğini bilmek önem kazanıyor.
İlginç bir şekilde, kansere yakalanmada altyapı ve tıbbi bakım gibi faktörler büyük bir fark oluşturmazken işsizlik, sosyal yardım alanların oranı veya okulu bırakma oranı gibi bireysel faktörlerin daha etkili olduğu örülüyor. Alman Kanser Araştırma Merkezi'nden (DKFZ) Lina Jansen, "Dolayısıyla sosyal faktörler genel altyapıdan çok daha büyük bir rol oynuyor gibi görünüyor" diyor.
Araştırmacılara göre, yaşam tarzıyla ilgili kanser risk faktörlerinin yaygınlığının farklı olmasında da sosyal eşitsizliğin rolü büyük. Örneğin tütün tüketimi, hareketsiz yaşam veya şiddetli obezite görülme sıklığında sosyo-ekonomik farklılıkların etkili olduğu görülüyor.
Ancak bu kesinlikle Almanlara ya da İngilizlere özgü bir sorun değil. Alman Kanser Araştırma Merkezi'ne göre,kanserle bağlantılı sosyal eşitsizlikler hem ulusal hem de uluslararası düzeyde yapılan araştırmalarda pek çok kez ortaya kondu. Merkez, "İster tarama testlerinin ne sıklıkta yapıldığı, ister yeni kanser vakalarının oranı, kanserden ölüm ya da kanserden kurtulma söz konusu olsun, insanların sosyo-ekonomik geçmişinin her zaman bir etkisi vardır" değerlendirmesi yapıyor.
Kanada ve ABD'de yapılan çalışmalarda da yoksul bölgelerindeki ya da daha düşük eğitim ve gelir gruplarındaki kişilerde ölüm ve kansere yakalanma oranlarının daha varlıklı yaşıtlarına göre daha yüksek olduğu; akciğer, bağırsak, rahim, mide ve karaciğer kanseri riskindeki artışın özellikle belirgin olduğu sonucuna varıldı.
Araştırmacılar, bu ülkelerde de bu durumun sigara, obezite, hareketsiz yaşam, beslenme, alkol tüketimi, tarama ve tedavi alanlarındaki eşitsizliklerden kaynaklanabileceğine dikkat çekiyor.
Uluslararası Kanser Araştırmaları Ajansı (IARC) da bu farklılıkların giderilmesine yönelik önlem alınması amacıyla sosyal eşitsizlikler ve kanser üzerine bir rapor hazırladı.
Avustralya, Kuzey Amerika veya Batı Avrupa gibi yüksek gelirli ülkelerde tüm kanser türleri için kansere yakalanma oranları Hindistan, bazı Körfez ülkeleri veya Sahra altı Afrika gibi düşük ve orta gelirli ülkelerin çoğundan daha yüksek.
Bununla birlikte düşük ve orta gelirli ülkelerde kanserden ölüm oranları genellikle yüksek gelirli ülkelerle aynı derecede, hatta bazen daha yüksek olduğu görülüyor. Uluslararası Kanser Araştırmaları Ajansı'na göre, bunun başlıca nedeni söz konusu ülkelerde zamanında teşhis ve tedaviye erişimin olmaması. Kanser vakalarındaki küresel artışın en çok yoksul ülkeleri etkileyeceği tahmin ediliyor.
Ayrıca dünya genelindeki hemen hemen tüm ülkelerde, düşük sosyo-ekonomik geçmişe sahip kişiler ve yerli halklar, etnik azınlıklar ve mülteciler gibi diğer dezavantajlı gruplar arasında çoğu kanser türleri için ölüm oranlarının orantısız bir şekilde daha yüksek olduğu görülüyor.
Örneğin Kolombiya'da düşük eğitim seviyesine sahip kadınlar arasında rahim ağzı kanserinden ölüm oranı, yüksek eğitim seviyesine sahip kadınlara kıyasla neredeyse beş kat daha yüksek. Avustralya'da ise yerli halklar arasında tüm kanser türleri için ölüm oranı, yerli olmayan halklara göre yüzde 30 daha yüksek.
Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), "Kanserlerin yüzde 30 ila 50'si, tütün tüketiminden kaçınmak gibi sağlıklı bir yaşam tarzı benimseyerek ve kansere neden olan enfeksiyonlara karşı aşılama gibi halk sağlığı önlemleriyle önlenebilir" uyarısında bulunuyor. Örgüt, önlemenin kanserle mücadelede en uygun maliyetli uzun vadeli strateji olduğuna dikkat çekiyor.
DSÖ, tütünün yanı sıra alkol tüketimi, sağlıksız beslenme, hareketsiz yaşam ve hava kirliliğini de kanser için risk faktörleri olarak sıralıyor.
Bu nedenle İngiliz araştırmacılar, örneğin insanların sigarayı bırakmalarına yardımcı olan halk sağlığı programlarının önemini vurguluyor. Imperial College London'da doktora öğrencisi olan Theo Rashid, "Verilerimiz, bu halk sağlığı programlarını kaybetmeyi göze alamayacağımızı, sigara ve alkolle mücadele için ulusal ve yerel politikaları acilen yeniden uygulamaya koymamız ve güçlendirmemiz gerektiğini gösteriyor" diyor.
Risk faktörlerine ilişkin bilinçlendirme çalışmalarının yanı sıra sosyal açıdan daha zayıf bölgelerde daha organize tarama programları, mobil mamografi taramaları ve ücretsiz testler, coğrafi engellerin kaldırılması ve mali teşvikler gibi çeşitli bölgelerde başarıyla denenmiş birçok başka yöntem de bulunuyor.
Lina Jansen, "Bu tür önlemlerin uygulanmasının ülke genelinde aynı etkiyi yaratıp yaratmadığını görmek heyecan verici olacaktır" diyor. Ancak burada da her ülkenin koşulları farklı olduğu için ülkeler arasında başarı açısından farklılıklar olacağına da kesin gözüyle bakılıyor.
Jansen ayrıca önlem almanın önemini de vurguluyor:
"Sonuçlarımız, gelecekte tüm insanların sağlıklı yaşam tarzı önerilerinden ve kanser tarama testlerinden - posta kodlarından bağımsız olarak - eşit şekilde yararlanmalarını sağlamak için özel çaba sarf etmemiz gerektiğini bir kez daha gösteriyor."
Araştırmacılar, yıllardır veri analizlerini kullanarak viral enfeksiyonlar ile Alzheimer, demans, Parkinson veya Multipl Skleroz (MS) gibi nörodejeneratif hastalıklar arasında doğrudan bir bağlantı olduğunu kanıtlamaya çalışıyor.
Sadece rahatsız edici kabarcıklara değil, türüne bağlı olarak su çiçeği, zona ve mononükleoz gibi hastalıklara da neden olan birçok farklı herpes virüsü, bu araştırmaların odak noktasını oluşturuyor. Herpes virüslerinin, özellikle MS ve çeşitli kanserlerin gelişimiyle bağlantılı olabileceği düşünülüyor.
Uçuk denildiğinde pek çok kişinin aklına ilk olarak, herpes simpleks virüsü tip 1'in neden olduğu küçük uçuklar gelir. Tip 2 (HSV-2) ise genital bölgedeki kabarcıklardan sorumlu. Daha önceki veri analizleri, HSV-1'e sahip kişilerin Alzheimer hastalığına yakalanma riskinin arttığını göstermişti.
New York'taki Columbia Üniversitesi'nden araştırmacılar, kan testleri ve beyin taramaları kullanarak, HPV-2 ile enfekte olmuş hastaların beyin zarının (serebral korteks) de enfekte olmayan bireylere göre daha ince olduğunu kanıtlamayı başardı. "Journal of Neurological Sciences" dergisinde yayınlanan çalışmaya göre, HPV-2 ile enfekte olduğu kanıtlanan ortalama 70 yaşındaki 455 kişiden elde edilen veriler analiz edildi.
Çalışmada, "Sonuçlarımız, herpes simpleks virüs 2 seropozitifliğinin (belirli bir mikroorganizmaya karşı antikorların bulunmasının), beyin yaşlanmasının hızlanmasına katkıda bulunabileceğini ve potansiyel olarak yaşlanan popülasyonlarda bilişsel bozulma ve nörodejeneratif hastalıklara duyarlılığın artmasına yol açabileceğini düşündürmektedir" denildi.
Beyin zarının incelmesi genellikle Alzheimer'a işaret eder çünkü beynin bu dış katmanı bilişsel yeteneklerden, yani duyusal algıların ve hafızanın işlenmesinden birincil derecede sorumludur. Alzheimer hastalığında "amiloid" ve "tau" adı verilen birçok anormal protein, beyin zarında birikir.
Bu durum hücrenin iç kimyasını değiştirir. Amiloid "plaklar" oluşturmak üzere bir araya toplanır ve tau proteini, "yumaklar" olarak bilinen lif demetleri halinde birikir. Bu da "nekroptoz" olarak adlandırılan bir tür "hücresel intihara" yol açar ve beyin hücreleri ölür.
Bununla birlikte yeni çalışma, HSV-2'nin Alzheimer'ı gerçekten tetikleyip tetiklemediğini kesin olarak kanıtlayamıyor. Bir korelasyon çalışması olduğu için sadece herpes enfeksiyonu ile Alzheimer'ın başlangıcı arasındaki olası bir bağlantıyı ya da bu bağlantının gücünü belirleyebiliyor.
Hemen herkes, hayatında en az bir kez herpes simpleks virüsleri ile enfekte olmuştur. Bunun nedeni, herpes virüslerinin insanlara inanılmaz derecede iyi uyum sağlamasıdır. Helmholtz Enfeksiyon Araştırmaları Merkezi'nde (HZI) ekip lideri ve Braunschweig Teknik Üniversitesi'nde profesör olan biyolog Melanie Brinkmann, "Virüsler bağışıklık sistemini o kadar iyi tanıyor ki, evrim süreci boyunca bağışıklık sistemini akıllıca kandırmak için sofistike karşı önlemler geliştirdiler" diyor.
Herpes virüsleri, dokuzu insanlara özgü olmak üzere, bilinen 200'den fazla çeşide sahip. Tip 1 ve 2 herpes simpleks virüslerine ek olarak, suçiçeği ve zona hastalığına neden olan varisella zoster virüsü, mononükleoza neden olan ve ayrıca MS ve çeşitli kanserlerin gelişimiyle ilişkili olabilen Epstein-Barr virüsü de bulunmakta.
Herpes virüsü bir kez bulaştığında ömür boyu vücutta kalır. Çoğunlukla hiçbir semptom görülmez ve herpes virüsleri, vücutta "latans" yani uyku durumunda kalır. Ancak vücut şiddetli bir enfeksiyon veya stres nedeniyle zayıfladığında, tipik kabarcıklar gibi semptomlar mütemadiyen ortaya çıkar.
Viral enfeksiyonlar ve nörodejeneratif hastalıklar arasındaki bağlantının nihai kanıtı henüz bulunmamış olsa bile, bu bulgular etkili tedavilerin ve olası aşıların geliştirilmesine yardımcı olabilir.
Bugüne kadar herpes simpleks virüslerine karşı izin çıkmış bir aşı bulunmuyor. Herpes simpleks 2'ye karşı BioNTech tarafından geliştirilen aşı, halihazırda klinik deney aşamasında.
Henüz herpes virüsleri ile enfekte olmamış kişilerin, birtakım önlemler alarak kendilerini enfeksiyondan korumaları mümkün. Herpes virüsleri yakın fiziksel temas yoluyla damlacık ve smear enfeksiyonu yoluyla bulaşır. Uçuk kabarcıklarına dokunan herkes enfekte olabilir. Ayrıca prezervatif kullanımı, genital bölgede enfeksiyon riskini azaltabilir.
Herpes virüsü taşıyan kişiler, virüsleri uyku halinde durumda tutmak için güçlü bir bağışıklık sistemine ihtiyaç duyar. Uzmanlara göre, bağışıklık sistemini gereksiz yere zayıflatmamak için aşırı fiziksel zorlanma, stres ve önlenebilir enfeksiyonlardan kaçınılmalıdır.
Yaşı ileri kişiler veya kullanmak zorunda olduğu çeşitli ilaçlar nedeniyle bağışıklık sistemi zayıflamış kişiler de, bulaşıcı hastalıklara karşı düzenli olarak aşılanabilir. Zira güçlü bir bağışıklık sistemine sahip olmak, herpes virüslerinin olası etkilerini kaydadeğer ölçüde azaltmaktadır.
Kardiyovasküler hastalıklar halen dünya çapında en yaygın ölüm nedeni olarak kayıtlara geçiyor. Her yıl küresel çapta yaklaşık 17 milyon 300 bin kişi bu hastalıklardan dolayı hayatını kaybediyor. Uzmanların tahminlerine göre bu rakam 2030 yılına kadar 23 milyon 600 bine yükselecek.
Bir yandan kardiyovasküler hastalıklar artarken, diğer yandan da önleyici tedbirler ve tıptaki gelişmeler sonucunda kalp krizi sonucu meydana gelen ölümler önemli ölçüde gerileme gösteriyor. Ve yapay zeka sayesinde bu tür ölüm vakalarının daha da azalması bekleniyor. Zira uzmanlara göre yapay zekanın en büyük gücü potansiyel tehlikeleri zamanında fark edebilme yeteneğinin gelişmiş olması. Yapay zeka, en donanımlı uzman hekimin bile sahip olamayacağı bir beceriyle, muayene değerlerini çok hızlı bir şekilde tetkik edip, olası düzensizlikleri filtreleyebiliyor.
Yapay zeka teknolojisi gelecekte, örneğin göğüs ağrısından şikayetçi olan ancak CT taraması sırasında kalp krizi riski tespit edilemeyen binlerce hastanın hayatını kurtarabilecek. Çünkü koroner arterlerdeki çok küçük daralmalar genellikle muayenelerde görülmeyebiliyor. Fark edilmeyen bu tür küçük damar daralmaları iltihaplanmaya yol açabiliyor. Böylece damarlar yırtılıp arterleri tıkayarak kalp krizine yol açabiliyor. Yakın zamana kadar bu tehlikeyi önceden tespit etmek mümkün değildi.
Oxford araştırmacıları tarafından geliştirilen yapay zeka aracı, koroner arterlerde belirgin daralma olmayan hastalarda bile bu tür anormallikleri tanıyabiliyor ve göğüs ağrısı olan bir hastanın önümüzdeki on yıl içinde kalp krizi geçirme riskini tahmin edebiliyor. Çalışma, İngiliz Kalp Vakfı tarafından finanse edildi ve Philadelphia'daki Amerikan Kalp Derneği'nin bilimsel oturumlarında sunuldu.
Sadece Birleşik Krallık'ta her yıl yaklaşık 350 bin kişi kardiyak BT taramasından (kalp tomografisi) geçiyor. Bu muayene koroner arterlerdeki daralma veya tıkanıklıkları tespit etmek için standart bir test olarak kabul ediliyor.
Oxford Üniversitesi Radcliffe Tıp Bölümü'nden Prof. Dr. Charalambos Antoniades liderliğindeki ekip, çalışma için İngiltere'deki sekiz farklı hastanede bu tür rutin BT kalp taraması yaptıran 40 binden fazla kişinin verilerini analiz etti.
Söz konusu vakaların yaklaşık dörtte üçünde koroner arterlerde belirgin bir daralma belirtisi tespit edilememiş ve bu hastalar tedavi edilmeden taburcu olmuştu. Ancak veri analizleri, koroner arterlerinde belirgin daralma tespit edilemeyen kişilerin de riskli durumda olduğunu ortaya koydu. Veriler, önemli bir daralma tespit edilemeyen hastaların da kalp krizi geçirdiğini veya kalp yetmezliğinden öldüğünü gösterdi.
Öte yandan bu hastalar, en küçük belirti bile göstermedikleri için yüksek riskli hastalar olarak kabul edilmemişti.
İnsanların fark edemediğini yapay zeka görünür kılıyor. Oxford araştırmacıları tarafından geliştirilen yapay zeka aracı, iltihaplı arterlerin etrafındaki yağ değişikliklerini analiz ediyor ve gerçek riski hesaplıyor. Bu tür değişiklikler kalp krizi riskinin önemli ölçüde arttığını gösteriyor.
Dünyada bir ilk olan pilot proje çerçevesinde tıbbi ekip 744 hasta için yapay zeka tarafından oluşturulan bir risk değerlendirmesi geliştirdi. Bu bağlamda hekimler vakaların yüzde 45'inde tedavi planını değiştirdi. Çalışma sonucuna göre, söz konusu teknolojinin kullanılmaya başlanması ile yapay zeka ile muayene olanlarda kalp krizleri yüzde 20'den, kalp krizi sonucu ölümler veya felç de yüzde 8'den daha düşük gerçekleşti.
"Her yıl çok sayıda insan gereksiz yere kalp krizinden ölüyor. Hastaların tedavisini yönlendirmek için yapay zekânın potansiyelinden faydalanmamız çok önemli" diye konuşan çalışma heyetinin başkanı Charalambos Antoniades, sözlerini şöyle sürdürdü:
"Burada, hekimlere doğru bir risk resmi sunmanın tedavinin seyrini değiştirebileceğini ve potansiyel olarak iyileştirebileceğini gösterdik."
Yeni geliştirilen yapay zeka aracı aynı zamanda, yapay zekanın tedavilerin çok erken başlanmasında üstlendikleri öneme de işaret ediyor. Bu yöntemle hayat kurtarabileceği gibi, zamandan ve paradan tasarruf etmek de mümkün.
Örneğin, 2023'ün ortalarında İngiliz kardiyologlar, acil serviste kalp krizi teşhisini hızlandırabilecek bir "karar destek sistemi" geliştirmek için yapay zekayı kullandılar. Yapay zeka aracı, kandaki troponin seviyesini önceki yöntemlerden çok daha hızlı belirleyebiliyor. Troponin proteini, çürüyen kalp kası hücreleri tarafından salınır ve kalp krizlerinin teşhisinde merkezi bir rol oynar. Şimdiye kadar hastalar genellikle kalp krizi geçirmemiş olsalar bile troponin değeri belirlenene kadar hastaneye götürülüyor ya da gözlem için daha uzun süre hastanede kalmak zorunda kalıyorlardı. Yapay zeka burada zaman kazanılmasına ve gereksiz masraflar yapılamamasına katkı sunabiliyor.
Yapay zeka sadece potansiyel riskleri daha hızlı tanımakla kalmıyor, aynı zamanda bazı durumlarda insanlardan daha güvenilir bir risk potansiyelini ortaya koyabiliyor.
Yine 2023 yılının ortalarında ABD'li araştırmacılar, EKG eğrisinde şüpheli kalıplar arayan ve tehlikeli koroner arter tıkanıklıklarını deneyimli kardiyologlardan bile çok daha güvenilir bir şekilde tanıyabilen bir yapay zeka uygulaması geliştirdiler.
Yapay zeka sayesinde tehlike erken fark edilirse, riskler de o ölçekte azalmış olur. Kalp damarları tıkanmadan önce nispeten zararsız bir rutin prosedürle kateter (anjiyo) yapılıp, stentler yerleştirilir ve böylece damar genişletilerek kalp krizi büyük ölçüde önlenebilir.
Kaydedilen koronavirüs vakalarının sayısı yeniden artışa geçti. Hastalıklardan korunmanın en iyi yolunun dikkatli olmak ve aşı olduğunu vurgulayan doktorlar, herkese bir an önce grip ve koronavirüs aşısı olma tavsiyesinde bulunuyor ve hastalığı hafife almama konusunda uyarıyor. Bu hem korona, hem de grip için geçerli.
Koronavirüs aşısının grip (influenza) aşısıyla kombine edilmesi aslında mümkün. Bu konuda hem Alman Daimi Aşı Komisyonu (STIKO) hem de ABD'deki Hastalık Kontrol ve Korunma Merkezleri (CDC) hemfikir. Ancak tıp dünyasında her iki aşının da aynı kola yapılmamasının mantıklı olduğu düşüncesi hakim. Yapılan aşının türü ne olursa olsun, iğnenin batırıldığı yerde dermatolojik tepkiler ve kızarma meydana gelmesi sık sık yaşanıyor. Dolayısıyla aşılardan birinin sağa, birinin sola yapılması en mantıklı çözüm olarak görülüyor.
Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) ve çeşitli ülkelerdeki sağlık makamları da her iki aşının aynı anda yapılmasını tavsiye ediyor.
Bunun en büyük avantajlarından biri, insanın iki yerine yalnızca bir kez doktora gitmek zorunda kalması. Dolayısıyla, insanların hazır doktora gitmişken her iki aşıyı da olmaya karar vermeleri umuluyor. Böylece hem bireysel hem de toplumsal düzeyde daha iyi bir korumaya ulaşılması hedefleniyor.
Tıp dünyası, bu konudaki en ideal çözümün koronavirüs ve influenza aşılarının tek bir iğnede yapılabilmesi olduğu görüşünde. Bu çerçevede ilaç şirketleri, her iki aşıyı birleştirme konusunda başa baş bir yarış içerisinde bulunuyor.
ABD'de mRNA bazlı bir kombinasyon aşısı, ABD'nin ilaç ve aşılardan sorumlu devlet kurumu Gıda ve İlaç Dairesi'nden (FDA) "hızlı yol statüsünü" almayı başardı. Bu, söz konusu kombinasyonun geliştirilmesi ve piyasaya sürülmesinin önemli görüldüğü ve bu sürecin hızlandırılmak istendiği anlamına geliyor. Altında Pfizer ve BioNTech imzası bulunan aşının, izin çıkması açısından önem taşıyan faz 3 incelemesine tabi tutulması planlanıyor.
Rakip firma Moderna tarafından yürütülen çalışmaların da olumlu sonuç verdiği belirtiliyor. Firma, kombinasyon aşısına 2025 yılında izin çıkması için çaba sarf ediyor.
Yürütülen bir diğer araştırma kapsamında da, iki değil, tam üç hastalığa karşı aşıların birleştirilmesi için çalışılıyor. Söz konusu araştırma kapsamında, koronavirüs ve gribe ek olarak, bir solunum yolları hastalığı olan ve soğuk algınlığına yol açan RSV (Respiratuar Sinsisyal Virüs) virüsüne karşı da koruma sağlayacak bir aşı üzerinde çalışılıyor. RSV, çocuklar ve yeni doğanlarda sık sık akut bronşit ortaya çıkmasına neden oluyor.
Hâlihazırda RSV aşıları tekil olarak verilmek zorunda. Ancak ABD'de bu konudaki kararı verecek makam olan CDC, her üç aşıyı da birleştirmenin bir sakıncası olmadığını düşünüyor. Kuruluşa göre, aşılar arasındaki asgari bekleme süresine uyulduğu sürece bir sorun yok.
Uzmanlar çok az sayıda kişinin aşı olmasını endişeyle karşılıyor. Bunun nedeninin, insanların pandemiden ve aşı olmaktan duydukları bıkkınlık olabileceği belirtiliyor.
Ancak kliniklerde öksüren ve burnu akan hastaların sayısının giderek arttığı kaydediliyor. Bunun nedeni her zaman koronavirüs olmuyor: Basit bir soğuk algınlığı ve grip de sık sık konulan tanılar arasında.
Koronavirüse yakalanan kişiler ise birçok durumda bir ila iki hafta boyunca semptom gösteriyor. Hastalığın korkutucu bir boyut kazanıp hastayı hastanelik ettiği vakalar ise nadiren yaşanıyor.
Koronavirüs ve gribe karşı aşı olma tavsiyesi özellikle risk gruplarını hedefliyor. Bu gruba, 60 yaşın üzerindeki kişiler veya hâlihazırda kalp veya yüksek kan basıncı gibi hastalıklar geçirmiş olan kişiler dahil. Aynı zamanda kronik bronşit veya kronik bir böbrek hastalığı geçiren kişilerin yanı sıra diyabet hastaları da risk grubuna dahil ediliyor. Mevcut bir hastalığa sahip gençler ve çocuklar ise daha da büyük bir tehlike altında.
Aşıların yanı sıra bugünlerde unutulmuş olan bazı bilindik önlemler de, bazı yerlerde yeniden hayata geçirilmeye başladı: Örneğin Almanya'daki birçok klinik ve hastanede yeniden maske zorunluluğu getirildi. Kamusal alanlarda da maske takan insanların sayısının artmaya başladığı gözleniyor.
Veriler, antibiyotik direncinin dünya çapında son 15 yılda artış gösterdiğini ortaya koyuyor.
Orta kulak iltihabı, menenjit ve septisemi gibi bakteriyel hastalıklar çocuklarda ortaya çıktığında, sıklıkla antibiyotik ile tedavi ediliyor. Ancak sonuçları henüz açıklanan bir araştırmaya göre, piyasadaki antibiyotiklerin yüzde 50'yi aşkın kısmı herhangi bir etkiye sahip değil.
Avustralya'daki Sidney Üniversitesi'nde yürütülen araştırmanın sonuçlarına göre, bakteriler, söz konusu antibiyotiklere karşı belirli bir dirence sahip. Bu, özellikle de bağışıklık sistemi henüz gelişmemiş olan yenidoğan ve çocuklar için bir tehlike teşkil ediyor. Bebek ve çocukların bağışıklık sistemi, bünyelerine giren bakterilere karşı kendini savunacak kabiliyete henüz sahip değil.
Uzmanlar, antibiyotik söz konusu olduğunda yalnız hangi antibiyotiğin seçileceğinin değil, dozajın da önemli olduğuna vurgu yapıyor. Çocuklara ekseriyetle, ilacı almalarını kolaylaştırmak için, haptan ziyade şurup şeklinde olan antibiyotikler veriliyor ve bu ilaçlarda dozajı ayarlamak zor olabiliyor.
Antibiyotiklere her zaman ihtiyaç olmasa da bu ilaçları bazı durumlarda kullanmak gerekiyor. Örneğin streptokok gibi ağır bir bakteriyel enfeksiyon söz konusu olduğunda, üriner veya solunum yollarının olası bir enfeksiyonunu engellemek amacıyla antibiyotik kullanılıyor. Bu ilaçlar, bakterilerin büyümesini ve çoğalmasını engelliyor veya onları yok ediyor. Antibiyotikler, etkisini 24 ila 48 saat arasında, dolayısıyla hızlı bir şekilde gösteriyor.
Çocuk ve yenidoğanların sık sık geçirdiği enfeksiyonların başında, orta kulak iltihapları geliyor. Dünya Sağlık Örgütü'nün tahminlerine göre, bu dünya genelinde çocuklarda en sık görülen hastalık.
Bu hastalık söz konusu olduğunda, hastanın kulaklarının iç tabakası şişiyor ve köprüyü tıkıyor. Bu söz konusu olduğunda salgı akamıyor ve kulak zarı üzerinde baskı uyguluyor. Bu da çocuklarda büyük bir ağrıya yol açıyor. Antibiyotikler sayesinde, şikayetler oldukça hızlı bir biçimde ortadan kaldırılabiliyor.
Uzmanlar, güvenilir, yeni ve antibiyotikten daha etkili ilaçlara ihtiyaç olduğunu dile getirse de bu ilaçlar henüz mevcut değil.
Bazı enfeksiyon hastalıklarında semptomları rahatlatmak için antimikrobiyotik özelliklere sahip olan bazı şifalı otların kullanımı tavsiye ediliyor. Solunum yolu enfeksiyonlarında ise tuzlu su, ağrıyı belirli bir derecede dindirebiliyor. Orta kulak iltihabında da içine küçük doğranmış ve biraz ısıtılmış soğanların koyulduğu bir bez öneriliyor.
Ancak antibiyotikler, hâlâ en iyi ve güvenilir çözüm olmayı sürdürüyor. Örneğin septiseminin hızlı bir biçimde tedavi edilmesi gerekiyor ve eğer bu gerçekleşmezse, organ yetmezliği ve ölüme kadar varan şikayetlerin ortaya çıkma tehlikesi bulunuyor.
Dünya geneline bakıldığında, durumun özellikle de Güneydoğu Asya ve Pasifik ülkelerinde çok vahim olduğu göze çarpıyor. Endonezya ve Filipinler'de her yıl binlerce çocuk, Avrupa'da mevcut olan antibiyotiklerin mevcut olmaması veya etkisini kaybetmiş olması nedeniyle hayatını kaybediyor.
Öte yandan antibiyotiklerin yalnızca bakteriyel enfeksiyonların tedavisinde kullanılabildiği sık sık unutulan bir gerçek. Antibiyotikler, viral enfeksiyonlarda hiçbir etkiye sahip değil. Dolayısıyla doğru tedavi, öncelikle doğru tanının konulmasından geçiyor. Aynı zamanda patojenin ne olduğunun yanı sıra hastanın antibiyotiğe karşı hassasiyeti olup olmadığının da test edilmesi gerekiyor.
mRNA teknolojisi, son bir kaç yılda tıpta adeta devrim yarattı. Bu teknoloji, koronavirüs pandemisi sırasında birkaç ay gibi kısa bir süre zarfında SARS-CoV-2'ye karşı aşı geliştirilmesini sağladı. Virüs daha agresif mutasyonlar geliştirse bile mRNA teknolojisi ile yeni varyantlara karşı etkili aşılar güncellendi.
Nobel Tıp Ödülü'ne layık görülen bu teknoloji çok daha fazlasını başarabilir. Zira mRNA, kanser ile mücadele araştırmalarına yeni ivme kazandırdı.
Biyoteknoloji şirketi Curevac'ın CEO'su Alexander Zehnder, en geç beş yıl içinde mRNA teknolojisiyle geliştirilmiş kanser aşısını piyasaya sürmeyi hedefliyor.
Belirli kanser türlerine karşı etkili olacak aşıların geliştirilmesi, insanlık için önemli bir dönüm noktası olabilir.
Bild am Sonntag gazetesine konuşan Zehnder, 20 yıldır kanser aşıları için araştırmalar yürütüldüğünü, son dönemde kaydedilen ilerlemenin ise "devasa boyutta" olduğunu söyledi. Zehnder, pandemi sırasında çok deneyim kazandıklarını, yapay zekanın da artık mRNA'nın programlamasında yaşanan sıkıntıların çözümlenmesini sağlayacak boyutta geliştiğini anlattı.
Kanser aşıları bağışıklık sistemini uyararak vücudun kendi savunma sisteminin özellikle tümör hücreleriyle savaşmasını sağlıyor.
Alexander Zehnder, aşıların etsini "Kanserle ilgili ölümcül olan şey büyümeye devam ediyor olması. Kanser aşısı, kanser çoktan metastaz yapmış olsa bile büyümeyi durdurmayı amaçlamaktadır. Böylece kanser, on yıllarca birlikte yaşamaya devam edebileceğiniz kronik bir hastalık haline gelecektir. Kanser artık bir ölüm cezası olmaktan çıkacak" sözleriyle aktardı.
Curevac gibi bir diğer biyoteknoloji şirketi BioNTech de kansere karşı aşı geliştirmek için zamanla yarışıyor. Ekim 2023'ün başında BioNTech, devam eden bir klinik araştırmanın çok umut verici ara sonuçlarını yayımladı.
Bu klinik çalışmada, BioNTech'in mRNA kanser aşısı CARVac'ın deneklerde ne ölçüde etkili olduğu test ediliyor.
BioNTech CEO'su Uğur Şahin, bu sonuçlar ışığında, kanser aşılarının önümüzdeki yıllarda kullanıma sunulacağı konusunda iyimser olduğunu söyledi. Şahin Der Spiegel'e verdiği bir röportajda "2030'dan önce hastalar için büyük ölçekte bu imkanın sağlanabileceğine inanıyoruz" dedi.
Kanser aşılarının uzun vadede geleneksel kanser tedavilerinin yerini alması bekleniyor. Radyasyon ve kemoterapinin kanser hastaları için son derece zor süreçler olduğu dikkate alındığında bu çok önemli bir fark yaratabilir.
Curevac'ın CEO'su Alexander Zehnder, kemoterapi ve radyasyonun sadece tümörü değil aynı zamanda sağlıklı dokuları da hedef aldığını ve bu nedenle yan etkileri olduğunu anlatırken "mRNA'da ise bağışıklık sistemi somut olarak tek başına kanserle savaşmak üzere uyarılıyor" bilgisini aktardı.
T hücreleri, hastalıklı hücreleri yok ederek veya diğer bağışıklık hücrelerini saldırıya teşvik ederek vücudun enfeksiyonlarla savaşmasına yardımcı oluyor. Ancak T hücreleri kanser hücrelerini tanımakta çok güçlük çekiyor. CAR T hücreleri ise bunu yapabiliyor.
Avrupa'da CAR T Hücre tedavisine 2018 yılında onay verildi ve şimdilik sadece Lösemi, yani kan kanseri tedavisinde uygulanabiliyor. Ama bu tedavi yöntemi karşılanamayacak kadar maliyetli. Alman Kanser Araştırmaları Merkezi'ne göre üreticiler bir hasta için bağışıklık hücresi üretimi için 320 bin euroya kadar ücret talep ediyor.
Bu tedavide, hastanın beyaz kan hücrelerinden, yani enfeksiyona karşı vücudu savunmakla görevli lökositlerden, T hücreleri filtrelenerek alınıyor. T hücrelerinin genetiği değiştirilerek yüzeylerinde kimerik antijen reseptörleri (CAR) adı verilen özel yapılar oluşması sağlanıyor, böylelikle kanseri tanıyan ve onlarla savaşan hücrelere dönüştürülüyorlar.
Bu yolla elde edilen CAT T hücreleri hastalara yeniden verildiğinde doğrudan kanserli hücrelere saldırıyorlar. Yani bağışıklık sistemi uyarılıyor, tümör hücreleriyle savaşıyor.
Aşılar, CAR T hücreleri tümör hücrelerini bulamadıklarında ya da çok zayıf olduklarında bu süreci destekleyebilir.
Burada sadece kanser olunduğunda söz konusu olan Claudin-6 proteini yardımcı oluyor. mRNA teknolojisinin yardımıyla Claudin-6'nın genetik bilgisi kanser hücresine ekleniyor. Bu, tümör hücresinin yüzeyine kenetlenen bir antijen oluşturuyor. Bu da CAR-T hücrelerinin tümör hücrelerini tanımasını ve savaşmasını kolaylaştırıyor.
Bugüne kadar modifiye edilen T hücreleri sadece kan kanseri türleri ile mücadele ediyordu.
Ancak mRNA teknolojisindeki hızlı ilerleme, löseminin yanı sıra diğer kanser türleri için de etkili ve daha korunaklı tedavilerin gelecekte mümkün olabileceği umudunu güçlendiriyor. Bunlar arasında cilt kanseri, akciğer kanseri, meme kanseri ve pankreas kanserine karşı etkili olması umut edilen aşı çalışmaları yer alıyor.
DW Türkçe'ye VPN ile nasıl erişebilirim?
Erkeklerdeki sperm sayısının küresel ölçekte onlarca yıldır düşüş gösterdiği biliniyor. Araştırmacılar, bunun arka planında hangi nedenlerin yattığına dair çeşitli hipotezler öne sürse de, kimse sorunun nedenini tam olarak tespit edebilmiş değil.
İsviçre'de yürütülen yeni bir araştırmanın bulgularına göre, sperm sayısının düşüşüne etki ettiği kesinleşen faktörler listesine cep telefonları da eklenebilir.
2 bin 800'ün üzerinde genç erkekten alınan sperm numunelerini inceleyen İsviçreli araştırmacılar, sık biçimde cep telefonu kullanımı ile düşük sperm yoğunluğu arasında bir bağlantı tespit etti. Araştırma kapsamında telefon kullanımıyla ilgili olarak, deneklerin kendi beyanları baz alındı.
Söz konusu araştırmanın sonuçları, Fertility and Sterility (Doğurganlık ve Kısırlık) dergisinde yayımlandı. Araştırmacılar, farklı telefon kullanıcıları arasında, sperm hareketliliği veya biçimine dair bir fark ise tespit etmedi. Bilim insanları, telefonun cepte veya sırt çantasında taşınıyor olmasının sperm yoğunluğu üzerinde bir rol oynayıp oynamadığına ilişkin de herhangi bir sonuca varmadı.
2005-2018 yılları arasında yürütülen araştırma kapsamında, bilim insanları, sık telefon kullanımı ve düşük sperm sayısı arasında var olan bağlantının, araştırmanın ilk yıllarında son yıllara göre daha belirgin olduğunu keşfetti. Araştırmacılar, yayımladıkları makalede, "Bu durum, 2G'den yeni teknolojiler 3G ve 4G'ye geçişle paraleldir ve bu süreçte telefonun çıkış gücünün azalmasıyla örtüşmektedir" değerlendirmesinde bulundu.
Geçmişte yürütülen araştırmalarda da, sigara, obezite, alkol ve psikolojik stresin fertiliteyi etkilediği ortaya çıkarılmıştı. Bir diğer araştırmada da, söz konusu listeye, bazı süpermarketlerde satılan sebzelerin içerisine konulduğu plastik paketler ve pestisitte bulunan bazı kimyasallar da eklenmişti.
Cep telefonları tarafından salınan radyofrekans elektromanyetik alanların (RF-EMF) üreme sağlığı üzerinde negatif bir etkisi olduğu yönündeki kaygılar, son yıllarda artış gösteriyordu. Yapılan son araştırma, bu kaygıları doğrulamış oldu.
Söz konusu bağlantıyı mercek altına alan araştırmalarda, şu ana kadar ya yalnızca fareler ve in vitro döllenme kullanılmıştı. Dolayısıyla son araştırma, deyim yerindeyse "gerçek dünyada" gerçekleştirilen ilk araştırma özelliğini taşıyor.
Manchester Üniversitesi'nde androloji profesörü olarak görev yapan Allan Pacey, kendisinin bizzat yer almadığı araştırmayla ilgili yaptığı değerlendirmede, "Bu çalışma kusursuz değil ve yazarları bunu kabul ediyor. Ancak bu araştırma gerçek dünyada yürütüldü ve bu kanımca çok iyi bir gelişme" dedi.
İngiltere'nin en büyük doğurganlık kliniklerinden Care Fertility'den Alison Campbell, söz konusu araştırmayı "etkileyici ve yeni" olarak nitelendirdi. Ancak Campbell, düzenli olarak cep telefonu kullanan kimselerin sperm sayısındaki düşüşünün başka açıklamaları olabileceğine dikkat çekti.
Campbell, "Hâlihazırda konunun biyolojisi veya bulgunun arkasındaki mekanizmalara dair doğrulanmış bir açıklama mevcut değil" diye konuştu.
Pacey de, Campbell'ın endişesiyle örtüşen biçimde, "Cep telefonunun erkeklerin hayat tarzı veya mesleklerindeki başka bir unsurun temsili bir göstergesi olmadığına emin olamayız" değerlendirmesini yaptı.
Bilim insanları, bir gün çocuk sahibi olmak isteyen ve cep telefonu kullanan genç erkeklerin şu aşamada telaşlanmaması gerektiğini de sözlerine ekledi.
Pacey, "Eğer bir erkek endişeleniyorsa, telefonunu çantasında taşıması ve kullanımını azaltması, alınması oldukça kolay olan bir önlem olacaktır. Ancak şu anda bu tür bir önlemin sperm kalitesini artırabileceğine dair bir kanıt yok" diye konuştu. Pacey, sözlerini şöyle tamamladı:
"Bana kalırsa… Ben telefonumu pantolon cebimde taşımaya devam edeceğim."
Normalde bağışıklık sistemimiz, virüs ve bakteri gibi istilacılara saldırır ya da vücudumuzdaki hasarlı hücreleri ortadan kaldırır. Ancak multipl skleroz (MS) veya tip 1 diyabet gibi otoimmün hastalıklarda bağışıklık sistemi, "yanlışlıkla" sağlıklı hücrelere de saldırarak vücudun kendi doku ve organlarına zarar verir.
Hastalığa yakalanan kişiler, ağrının yanı sıra ateş veya yorgunluk gibi çeşitli başka semptomların da eşlik edebildiği kronik iltihaplanmadan muzdariptir. Araştırmacılar "ters aşı" olarak adlandırılan aşılarla otoimmün hastalara yardımcı olabilmeyi umuyor.
Chicago Üniversitesi'nden Jeffrey Hubbell, ters aşılar üzerine bir çalışmaya öncülük etti. Hubbell, bu aşıların gelecekte birçok otoimmün hastalığın tedavisinde kullanılabilecek "aşılamada yepyeni bir konsepti" temsil ettiğine inanıyor.
Bu aşılar halen geliştirme aşamasında. Henüz insanlar üzerinde test edilmedi. Ancak bu tür bir tedavinin başarılı olabileceğine dair umutlar hayli yüksek. Örneğin multipl skleroz için faz 1 güvenlik kontrolü çalışmaları halihazırda devam ediyor.
Geleneksel aşılar, bağışıklık sistemimizi güçlendirir ve onu sadece tehlikeli virüsler veya mikroplarla savaşması için eğitir. Otoimmün hastalıklarda bağışıklık sistemi "iyi" ve "kötü" arasında ayrım yapmaz ve "tehlikeli olsun ya da olmasın" tüm hücrelere saldırır.
Ters aşılar sağlıklı, endojen hücreleri böyle bir saldırıdan korumayı amaçlıyor. Bu süreçte hücreler, bir anlamda, "saldırma" etiketiyle işaretleniyor. Olası bir saldırının önünün kesilmesi sayesinde, rahatsız edici bağışıklık reaksiyonlarının durdurulabileceği umuluyor.
Ters aşılarla tedavinin başarılı olma ihtimali yüksek olan hastalıkların başında multipl skleroz geliyor. Bu otoimmün hastalıkta, sinirleri çevreleyen ve "miyelin tabakası" olarak adlandırılan koruyucu kılıf tahrip olur. Bu, sinir uyarılarının iletilmesinde çok önemli bir rol oynuyor. Oluşan tahribat sonucu, artık sinir hücreleri arasındaki sinyaller iletilemez hale geliyor. MS hastalığına maruz kalan kişiler, giderek daha az hareket edebiliyor ve ilerleyen süreçte genellikle tekerlekli sandalyeye bağımlı hale geliyorlar.
Tip 1 diyabet de ters aşı ile tedavi edilebilecek otoimmün hastalıklar listesinde yer alıyor. Bu hastalıkta bağışıklık hücreleri, pankreasta insülin üreten hücrelere saldırır. Böyle bir durumda insülinin dışarıdan tedarik edilmesi gerekiyor.
Otoimmün hastalıklar, günümüzde genellikle sadece bağışıklık sistemini baskılayan ilaçlarla tedavi ediliyor. Ancak bunun önemli dezavantajları söz konusu. Hubbell, "Bağışıklık sistemi baskılandığında, hastalar bulaşıcı hastalıklarla iyi mücadele edemez ve aşılara iyi yanıt veremezler. Bu nedenle de genellikle hastalığa daha yatkın olurlar" diyor.
Kahramanmaraş merkezli depremlerin üzerinden sekiz aydan fazla zaman geçmesine rağmen bölgede enkaz kaldırma çalışmaları henüz tamamlanmazken, meslek odaları ve sivil toplum kuruluşları halk sağlığını tehdit eden asbest riskine karşı yeterli önlemlerin alınmadığı konusunda uyarıyor.
Meslek odaları ve sivil toplum kuruluşları deprem bölgesinde yaşanabilecek halk sağlığı krizine karşı kamu yetkililerinin bir an önce önlem alması için çağrı yapıyor.
Hatay'da enkaz kaldırma çalışmaları sırasında birinci derece kanserojen olan asbestin yaşam alanlarına yayıldığı DW Türkçe'nin TMMOB Çevre Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi işbirliğiyle yaptığı araştırmayla ortaya çıkmıştı.
Çalışmada Hatay Serinyol, Antakya, Samandağ, Yeşilköy ve Defne'de depolama alanlarından, bina enkazlarından, yerleşim alanlarından, faunadan, toprak yüzeyinden ve çalışma sırasında kullanılan aracın üzerinden toplam 45 adet katı ve toz numunesi alındı. Alınan numunelerin 16 adedinde asbest lifleri tespit edildi.
Sonuçlar, Hatay'da asbestin toprak yüzeyine, bitkilere ve yaşam alanlarına bulaştığını, rüzgar ve araçlar vasıtasıyla Gaziantep çarşısına kadar taşınabildiğini gösterdi.
Araştırmanın sonuçlarının hangi sağlık risklerine işaret ettiğine dair Türk Toraks Derneği, İstanbul Tabip Odası ve Çevre Mühendisleri Odası (ÇMO) İstanbul Şubesi ortak basın toplantısı düzenledi.
Toplantıda konuşan İstanbul Tabip Odası'ndan göğüs hastalıkları uzmanı Dr. Esin Tuncay, bölgede yapılan çalışmadan önce yağan yağmurun fauna ve yerleşim alanlarının yüzeyinde bulunan toz yoğunluğunu azaltmasına rağmen numunelerde asbest tespit edildiğine dikkat çekerek bunun bölgede asbestin yayıldığını gösterdiğine işaret etti:
"Ulaşımda kullanılan aracın yüzeyinden alınan numunelerde asbest tespit edilmiş olması ise sadece depremzedelerin, enkazda çalışanların değil, bölgede seyahat halinde olan herkesin asbest maruziyet riski taşıdığının göstergesi."
Bölgede düzenli asbest izlemesi yapılması durumunda tehlikenin büyüklüğünün ortaya çıkacağını vurgulayan Tuncay, enkaz bölgesinde yaşayan depremzede insan ve hayvanlar, bölgede görevlendirilmiş ve özellikle enkaz kaldırma işinde çalışan tüm personelin risk altında olduğunu söyledi.
İlgili belediyeleri ve Çevre, Şehircilik ve iklim Değişikliği Bakanlığı'nı enkaz kaldırma çalışmalarının yönetmeliklere uygun olarak yapılmasını sağlamak için göreve çağıran Tuncay, "Aksi taktirde 'hizmet kusuru' sonucu halk sağlığının tehlikeye atılması söz konusu olacağından hukuk mücadelesinin başlatılması kaçınılmazdır" uyarısı yaptı.
Dünya Sağlık Örgütü tarafından "kesin olarak kanserojen" olarak tanımlanan asbestin tek bir lifi dahi, akciğer kanseri ve akciğer zarı kanseri (mezotelyoma) neden olabiliyor.
Esin Tuncay, akciğer kanseri ve mezotelyomanın, asbest maruziyetinden 10 ile 40 yıl sonra ortaya çıktığını belirtti. Asbestin akciğer kanseri ve mezotelyoma dışında gırtlak, yutak, yumurtalık, mide ve bağırsak kanserlerine de neden olabileceğini ifade eden Tuncay, "Asbest solumak ayrıca akciğer dokusunda sertleşme ile seyreden Asbestozis hastalığına, akciğer zarında sıvı birikmesi, akciğeri saran zarın kalınlaşması ve kireçlenmesine de neden olmaktadır" diye konuştu.
Türk Toraks Derneği'nden Dr. Haluk Çalışır, DW Türkçe ve ÇMO İstanbul Şubesi'nin ortak çalışmasının bölgeye ilişkin uzun süredir yapılan asbest uyarılarının ne kadar yerinde olduğunu gösterdiğini söyledi.
Bölgede bulunan ya da bölgeyle temas etmiş herkesin kanser riskiyle karşı karşıya olduğunu vurgulayan Çalışır, bu önemli halk sağlığı tehdidine karşı önlem çağrısı yaptı. "Ortada bir sağlık riski var. Yönetmeliklerden de bağımsız olarak kamu kurumlarının önlem alması gerek" diyen Çalışır, Sağlık Bakanlığı, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı'nın bölgedeki asbest riskine ilişkin ortak çalışma yürütmesi gerektiğini vurguladı. Çalışır'a göre bölgede hem ortam havasından hem de bazı seçilmiş alanlardan numune alınıp düzenli ölçümler yapılması gerekiyor.
Bölgede sağlık taramalarının da yapılması gerektiğine işaret eden Çalışır, "Bu iddialar ve saptamalar kamu idaresine bir sorumluluk da yüklüyor Asbeste ilişkin kamunun da önlemleri bizler kadar sorgulaması gerekiyor" diye ekledi.
Bölgede yayıldığı tespit edilen asbeste ilişkinciddi kanser risklerinin söz konusu olduğunu, ancak kanser riskinin uzun vadede ortaya çıkabileceğini ifade eden Çalışır, asbestten bağımsız olarak ortaya çıkan tozun da önemli sağlık riskleri söz konusu olduğunu vurguladı.
Toz bulutu içerisinde gözle görülemeyecek kadar küçük toz parçacıklarının (2.5 mikron çapında) akciğerlere ulaşarak hem inflamasyona neden olduğuna hem de kana karışarak özellikle damar hasarına yol açtığına dikkat çeken Çalışır, bu hasarın, hayati organlarda kalp krizi, inme ve felçler gibi yaşamsal hastalıkların ortaya çıkmasına neden olduğuna işaret etti.
Çalışır'a göre toza maruziyet ayrıca akciğer ve mesane kanseri, solunum yollarında alerjik reaksiyonların artması, KOAH ve astım gibi hastalıkların aktive olmasına da neden oluyor. Diğer yandan gebelik sırasında anne karnında ve bebeklik döneminde akciğer gelişim bozukluklarından otizme varan çok sayıda sağlık sorununa yol açıyor.
TMMOB Çevre Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi'nden Utku Fırat da bundan sonra atılacak adımlara ilişkin, devam eden enkaz kaldırma çalışmalarında gerekli önlemlerin alınması ve rüzgar yönü hesaplanarak yaşam alanlarının ve depolama alanlarının rüzgardan etkilenmeyecek alanlara taşınması gibi önlemler alınabileceğine işaret etti.
Bölgede toz ve asbest maruziyet riskinin bu kadar büyük olmasının başlıca nedeninin, atık yönetim uygulamalarında yapılan hatalar olduğunu vurgulayan Fırat, "Yetkililere düşen görev, bu tehditleri görmezden gelmek değil, alınması gereken acil önlemleri hayata geçirmektir" dedi.
DW Türkçe'ye VPN ile nasıl ulaşılabilir?
Pestisitlerin kullanım amacı, böcek gibi bitki zararlılarını ya da yabani otları önlemek, yok etmek, püskürtmek veya azaltmak.
Ancak bu kimyasal maddeler hedef zararlıya seçicilik göstermediği için hedef dışındaki canlılara da zarar verebiliyor. Bu nedenle güvenlik testlerinden geçen pestisitler bile akademik literatürde son derece tartışmalı.
Bir pestisit için çeşitli sağlık zararlarına yol açtığına ilişkin kanıtlar biriktikçe kullanımına sınırlama ya da yasaklama getiriliyor. Ancak bir pestisite yasaklama getirilmesi o pestisitin gıda sisteminden çıktığı anlamına gelmiyor.
Avrupa Birliği (AB) mevzuatına göre yasaklanan pestisit türlerinin Türkiye'de kullanımı halen yaygın. Bu durum genellikle AB'ye ihraç edilen ürünlerde yapılan tespitlerde ortaya çıkıyor.
AB Komisyonu, gıda ve yemlerde yapılan kontroller sırasında tespit edilen gıda güvenliği risklerini, Gıda ve Yemler İçin Hızlı Alarm Sistemi (RASFF) portalı üzerinden herkesin erişimine açık olacak şekilde bildiriyor. Komisyona bağlı Alarm ve Dayanışma Ağı (ACN) ise RASFF portalındaki bildirimlerin de dahil olduğu senelik raporlar yayınlanıyor.
2022 yılına ait rapora göre pestisit başta olmak üzere tarım zehiri kalıntılarının bulunmasıyla ilgili olarak en çok bildirim yapılan menşe ülke Türkiye. Buna göre Türkiye kaynaklı ürünler için toplamda 557 bildirim yapıldı. Türkiye'yi 299 bildirimle Hindistan izledi. Türkiye, 2021'de de 405'i pestisit olmak üzere toplamda 613 bildirimle listede ilk sırada yer almıştı.
Geçen yıl ise Türkiye menşeili 430 parti ürün pestisit kalıntısı nedeniyle RASSF'ye bildirildi. 2022'de pestisit bildirimi yapılan meyve ve sebzeler arasında biber ve narenciyenin yanı sıra üzüm, asma yaprağı, patlıcan, kabak, domates, karpuz ve armut bulunuyor.
Gıdalardaki pestisit kalıntılarına ilişkin olarak en çok bildirim yapılan ürün kategorisi 594 bildirimle meyve ve sebze olurken bunun yarısından fazlasını 299 bildirimle Türkiye'den gelen meyve sebzeler oluşturuyor. Tespit edilen en yaygın pestisitler ise klorpirifos (251), etilen oksit ve 2-kloroetanol (186) ile klorpirifos metil (142).
Klorpirifos, Avrupa Gıda Güvenliği Otoritesi tarafından 2016'da yasaklanmış, aynı karar Türkiye'de de eş zamanlı olarak alınmıştı. Buna rağmen ihraç edilen ürünlerde bu maddelerin bulunması yasaklı olan pestisitlerin de hâlâ sofralarımıza girebildiğini gösteriyor.
ACN raporuna göre Türkiye menşeli ballar da yüzde 93 ile en yüksek şüpheli numune oranına sahip oldu. Türkiye'den gelen 39 parti tohum, kabuklu yemiş ve türevi ürünlerde ise aflatoksin tespit edildi.
Tarım ve Orman Bakanlığı'nın internet sitesinde yer alan bilgilere göre toksik bir madde olan aflatoksin, gıda ve yemlerde en önemli bulaşanlardan biri olarak kabul ediliyor ve gıda güvenliği açısından önemli bir tehlike oluşturuyor. Aflatoksinlerin yüksek dozlarda tüketildiğinde zehir etkisi gösterdiğine işaret eden Bakanlık, tüketicilerin korunması amacıyla ithalat, ihracat ve rutin kontroller sırasında numuneler alınarak laboratuvar analizlerinin yapıldığını, zararlı olabilecek miktarda aflatoksin içeren gıda ve yemlerin tüketime sunulmadığını belirtiyor.
Türkiye, Avrupa'daki tarım zehiri bildirimlerinde ilk sırada gelirken Tarım ve Orman Bakanlığı Gıda ve Kontrol Genel Müdürlüğü, Türkiye genelinde geçen yıla ait pestisit kullanım miktarlarını yayımladı.
Resmi verilere göre Türkiye'de 2013'te 39 bin 440 ton olan pestisit kullanımı 2015'ten sonra keskin bir artış göstererek 2020 ve 2021 yıllarında 53 bin, geçen yıl ise 55 bin ton seviyelerine ulaştı.
1980'lerde ise bu rakam 7-8 bin ton civarındaydı.
Pestisitlerin yarısı 10 ilde
Tarım ve Orman Bakanlığı'na göre 2022 yılında pestisitin en fazla kullanıldığı il 4 bin 272 tonla Antalya oldu. Bu ili 4 bin 213 tonla Manisa, 3 bin 985 tonla Mersin, 3 bin 276 tonla Adana ve 2 bin 280 tonla Malatya izledi.
Resmi verilere göre Türkiye'nin 10 ilindeki pestisit kullanım miktarı 28 bin 136 tonu bulurken bu rakam Türkiye genelinde kullanılan pestisitin neredeyse yarısına denk geliyor.
Öte yandan Tarım Bakanlığı bu hesaplamayı yaparken total pestisit miktarını Türkiye'deki tarımsal alana bölüyor. Bakanlık 10 yıl öncesine kadar ilçe ve lokasyon bazında rakamları yayınlarken bu bilgiler artık kamuoyuyla paylaşılmıyor.
Tarım ve Orman Bakanlığı'na göre Türkiye'de en fazla kullanılan pestisit türleri ise fungisit (yüzde 35), herbisit (yüzde26), insektisit (yüzde 22) ve akarisit (yüzde 4) olarak sıralanıyor.
Kullanılan pestisitlerin geçtiği güvenlik testleri ve bir zararının olmadığına yönelik iddialar ise akademik literatürde son derece tartışmalı. Bir herbisit olan glifosat Uluslararası Kanser Araştırmaları Ajansı'na göre ‘Grup 2A kanserojen' ancak Türkiye kullanımı halen devam ediyor.
Pestisitler atıldığı ortamda kalmıyor. Atmosfere karışıyor. Toprak su içerisinde akışkan olduğu için başka ortamlara geçiş yapıyor, gıdalarda kalıntı bırakıyor.
DW Türkçe'ye konuşan Türk Tabipleri Birliği (TTB) Halk Sağlığı Kolu Üyesi Dr. Ahmet Soysal pestisitlerin akut ve kronik etkileri olduğuna işaret ediyor.
Akut etkilerin uygulama yanlışları yüzünden pestisitleri tarımsal alanda uygulayanlar ve çevresindeki insanlar üzerinde görülebileceğini belirten Soysal, “Uygulama esnasında koruyucu malzeme kullanılmazsa ya da dozu çok fazla atarlarsa akut tablo ortaya çıkar.
Bu akut tabloda solunum sisteminde, bronşlarda salgı artışı, bronkospazm, solunum zorluğu, mide bağırsak sisteminde bulantı, kusma, karın ağrısı, pankreatit, kardiyovasküler sistemde kalbin giderek yavaşlaması, hipotansiyon ve aritmiler ortaya çıkar. Ölüme kadar gider. Bütün bunlara nörolojik etkiler de eklenebilir” diyor.
Soysal, pestisitlerin toplumsal yönden esas önemli sağlık etkisinin kronik etkiler olduğuna dikkat çekiyor.
Soysal, tüketilen meyve ve sebzeler ya da uygulama yanlışları nedeniyle içilen sulardan alınan pestisitlerin kronik etkilere yol açtığına işaret ediyor. Türkiye'de pestisitler kullanıldıktan çok kısa süre sonra hasat yapıldığı için bizzat o pestisitlerin kullanıldığı besin maddeleri ile insanlara ağız sindirim yoluyla bulaşabildiğini dile getiren Soysal, "Pestisitler insan vücuduna alındıktan sonra yağ dokuda, böbreklerde ve karaciğerde birikince etkisi vardır ve insan vücudundan atılamaz" diyor. Pestisitlerin belli bir düzeyi geçtikten sonra sağlık sorunlarına yol açtığını ifade eden Soysal, bu sağlık sorunlarının başında kanserlerin ve doğumsal anomalilere neden olan etkilerin geldiğine dikkat çekiyor.
Bir kadın, sokak ortasında baygın bir şekilde yere yığılıyor. Yoldan geçenler yardıma koşuyor, ancak hasta tepkisiz. Ağır ve düzensiz nefes alıyor. Birisi hemen ambulansı arıyor.
Acil durum çağrısı ile ambulansın gelişi arasında çok değerli bir zaman geçiyor. Yaşam, ölüm ya da kalıcı beyin hasarı açısından her dakika hayati öneme sahip. Kalp masajı ve suni solunum yoluyla yapılan ilk yardım, bu noktada hayat ile ölüm arasındaki ince çizgiyi belirleyebilir. Başlatılan "resüsitasyon" (yeniden canlandırma) önlemleri, hastanın hayatta kalma şansını iki, hatta üç katına çıkarabilir.
Ancak ABD ve Kanada'da yapılan yeni bir araştırmaya göre, kalbi duran hastaların yalnızca yarısı, bu duruma tanık olan kişilerden hayat kurtarıcı "kardiyopulmoner resüsitasyon" (kalp ve akciğerin yeniden canlandırılması desteği) alıyor. Araştırmacılar ayrıca kadınlara, erkeklerden daha az yardım edildiğini ortaya koyuyor.
Montreal Kalp Enstitüsü araştırma merkezinden Sylvie Cossette liderliğindeki ekip, 2005-2015 yılları arasında ABD veya Kanada'da hastane dışında "kardiyovasküler arrest" (kalbin pompalama işlevini yerine getirmeme durumu) geçiren 39 bin 391 hastanın verilerini inceledi. Hastaların sadece yüzde 54'üne, orada bulunan bir kişi tarafından kardiyopulmoner resüsitasyon uygulandığı saptandı. Vakaların yüzde yüzde 55'inde ilk yardım alanları, erkeklerin oluşturduğu görüldü.
Eğer fenalaşma vakası kamuya açık bir alanda meydana gelmişse cinsiyet farkı daha da belirginleşiyor: Sokak ortasına yığılıp kalan bir kadının ilk yardım alma şansı yüzde 61'de kalıyor. Araştırmaya göre erkekler biraz daha şanslı: Vakaların yüzde 68'inde çevredekiler, yeniden canlandırma önlemleriyle erkeklere yardım etmeye çalışıyor.
Kanada'daki Hôpital du Sacré-Coeur de Montréal'de acil tıp doktoru olan ve araştırmayı yürüten ekipte yer alan Alexis Cournoyer, kadınların yardım alma ihtimalinin neden daha düşük olduğunu sadece tahmin edebiliyor: "İnsanlar, kadınlara dokunmaktan ya da onları incitmekten korkuyor olabilir. Ayrıca bir kadının kalp krizi geçirme ihtimalinin daha düşük olduğunu düşünülebilir."
Araştırmacılar bu etkinin genç kadınlarda, yaşlılara kıyasla daha fazla olup olmadığını kontrol etmiş, ancak burada bir fark bulamamışlar.
Sylvie Cossette ve Alexis Cournoyer'in çalışmasından elde edilen bir diğer bulgu da yaşlı insanların, en azından özel bir ortamda, örneğin kendi evlerinde, olay yerinde bulunanlardan ilk yardım alma olasılıklarının daha düşük olduğu gerçeği. Ancak burada daha az yardım alanlar kadınlar değil, erkekler.
Araştırma ekibinin başkanı Sylvie Cossette, "Bu farklılıkların arkasında ne olduğunu anlamak için konuyu daha ayrıntılı olarak incelemek istiyoruz. Bu, kalp masajına ihtiyaç duyan herkesin, cinsiyet, yaş ya da memleketlerine bakılmaksızın, ilk yardım almasına yardımcı olabilir" diyor.
Sokak ortasında yere yığılan kadın şanslı. Zira çevredekilerden birinin temas etme korkusu yok ve cesurca müdahale ediyor. Kadınla yüksek sesle konuşuyor ve omuzlarını sallıyor. Tepki gelmeyince nefes alıp almadığını kontrol etmek için bir elini alnına, diğerini hastanın çenesinin altına koyuyor ve başını geriye eğiyor. "Hiperekstansiyon" adı verilen bu hareket, solunum yollarının temizlenmesine yardımcı oluyor.
Kadının düzensiz ve hırıltılı solunumu, kalp durmasının ilk aşamasının tipik bir belirtisi. İlk yeniden canlandırma önlemi olarak, derhal kalp masajı yapmak gerekiyor.
İlk yardımı yapan kişi, bir elinin avuç içini göğüs kafesinin ortasına yerleştiriyor ve ikinci elini, ilkinin üstüne koyuyor. Kollarını uzatarak göğüs kafesini beş ila altı santimetre aşağı bastırıyor.
Bu işlem hızlı bir şekilde gerçekleşmeli: Hastanın göğüs kafesi, dakikada 100 ila 120 kez omurgaya doğru bastırılır. Pratik bir ipucu: Bee Gee'nin "Stayin' Alive" şarkısının ritmi, doğru kalp masajı ritmi bulmaya yardımcı olabilir.
Bu noktada Alman Kalp Vakfı'nın uyarısı da büyük önem taşıyor: "Kalp masajına başladıktan sonra buna ara verip, örneğin ağızdan ağıza resüsitasyon (suni solunum) gibi başka yeniden canlandırma önlemlerine geçilmemelidir!"
Bireysel resüsitasyon adımları ne kadar karmaşık olursa, acil bir durumda bunları kullanmaya cesaret edebilecek insan sayısı da o kadar az olur. Bu nedenle az ve öz ilk yardım yapmak, hiç yapmamaktan çok daha iyidir.
Sleep Health dergisine göre araştırmacılar, öğle uykusu ile beyin hacminin küçülmesi arasında nedensel bir ilişki kurmayı başardılar.
Buna göre ara sıra şekerleme yapmak, uzun vadede beynin toplam hacminin daha büyük kalmasına yardımcı oluyor. Bu da ilerleyen yaşlarda demans (bunama) ve kalp sorunları başta olmak üzere, pek çok hastalığın ortaya çıkma riskini azaltıyor.
Çalışma için Uruguay Üniversitesi ve University College London'dan araştırmacılar, İngiltere'deki Biyobank Araştırması arşivinde kayıtlı olan ve yaşı 40 ila 69 arasında değişen 378 bin 932 kişinin verilerini analiz etti. Uzmanlar, uyuma alışkanlıkları ile genetik özellikler arasında bir bağ tespit etti.
Massachusetts General Hospital'da uyku üzerine uzmanlaşmış doktorlara göre, gün ortasındaki kısa uykunun özellikle önemli olduğu üç tip insan var: Çok erken kalkanlar, uyku bozukluklarından mustarip olanlar ve genetik olarak daha fazla uykuya ihtiyaç duyanlar.
Uzmanlara göre bazı insanlar, genetik özelliklerinden dolayı, dışarıdaki güzel havaya rağmen kendilerini yorgun hissedip uyumaya ihtiyaç duyabiliyor.
Öğle uykusunun, zihinsel yetenekleri geliştirip geliştirmediği henüz bilinmiyor. Michiganlı uyku araştırmacıları, uyku ile bilişsel yetenekler arasında neredeyse hiçbir bağ bulamadı. Uruguay'da yapılan çalışmada da uzmanlar, gün içinde kısa süreli uyuyanlarda refleks veya görsel algılama performansındaki artışa dair bir kanıta rastlamadı.
Diğer yandan Çin'de yapılan bir araştırmaya göre, yaşlılarda öğle uykusunun bilişsel yetenekleri geliştirdiği düşünülüyor. Ancak bu araştırmanın yöntem ve koşulları hakkında çok fazla ayrıntı bilinmiyor.
Öğle uykusu pek çok Batı ülkesinde hoş karşılanmazken, Japonya, Çin ve İspanya gibi ülkelerde hayli yaygın. Delaware Üniversitesi'nden Xiaopeng Ji, "Çin'de öğle uykusu, iş yerindeki birçok yetişkin ve okuldaki öğrenciler için öğle yemeği sonrası rutin programa entegre edilmiş durumda" diyor.
"Hipertansiyon" dergisinde yazılanlara göre, kısa öğle uykusu göründüğü kadar masum ve zararsız değil. Aksine: Yine Çinli uzmanlara dayandırılan bir araştırmaya göre, sık veya düzenli şekerleme yapmanın, hiç öğle uykusu uyumayanlara kıyasla, yüksek tansiyon riskinin yüzde 12 ve felç riskinin yüzde 24 daha yüksek olduğu belirtiliyor.
Ancak söz konusu araştırmanın denekleri arasında çok yüksek oranda erkek, düşük eğitim ve gelir düzeyine sahip katılımcılar, düzenli olarak sigara içen ve alkol alan, uykusuzluk çeken veya "gece kuşu" olma olasılığı daha yüksek kişiler bulunuyor. Bu nedenle araştırma sonuçlarına da temkinli yaklaşmak gerekiyor.
Yüksek tansiyon ve obezite de uykululuğa yol açabilir. Obez insanların genelde uykuya daha fazla meyilli oldukları biliniyor. Arizona Üniversitesi'nden uyku araştırmacısı Michael Grandner, sağlıksız yaşamın yol açtığı pek çok hastalığın sebebi olarak gün içindeki kısa uykuları göstermenin, doğru bir yaklaşım olmadığı görüşünde: "Örneğin kötü bir gece uykusu, vücut sağlığını olumsuz etkiler. Gün içinde kestirmek, gece uykusunu telafi etmek için yeterli değildir."
İsviçre'de yapılan bir başka araştırmaya göre ise arada bir kestirmek, kalp sağlığına iyi geliyor. Bunun için haftada sadece bir ya da iki kez, gün ortasında kısa bir uyku molası vermek yeterli. Bochum Ruhr Üniversitesi Herne Marien Hastanesi Direktörü Dr. Hans-Joachim Trappe, "Ara sıra yapılan bir 'şekerleme' kardiyovasküler riskleri önemli ölçüde azaltıyor. Ancak her gün düzenli yapılan öğle uykuları için aynı şeyi söyleyemeyiz" diyor.
Özetle: Kendisini yorgun hissedenlerin, ara sıra gün ortasında 20 ila 30 dakika arasında kısa bir uyku molası vermesi, beyin ve kalp sağlığı için oldukça yararlı. Ancak uzmanlar, özellikle geceleri uykusuzluk çekenlerin, öğle uykusundan uzak durmalarının daha sağlıklı olacağını vurguluyor.
Bugün 26 Eylül Mezotelyoma Farkındalık Günü. Türkiye'de yapılan araştırmalara göre ülke genelinde her 100 bin kişiden 2'sinde, çevresel etkilenme olan yerlerde ise her yüz bin kişiden 60'ında mezotelyoma yani akciğer zarı kanseri görülüyor.
Mezotelyoma ölümcül bir hastalık ve sadece asbest maruziyeti ile ortaya çıkıyor. Dünya Sağlık Örgütü'ne (DSÖ) göre "birinci derece kanserojen" olan asbestin bir tek lifi bile mezotelyoma oluşumuna yol açabiliyor.
Çevresel etkilenmeler mezotelyoma riskini 30 kattan fazla artırırken, uzmanlar kentsel dönüşüm ve deprem bölgesinde asbeste karşı önlem alınmazsa gelecek 30 yıl içinde vaka sayılarının artacağı konusunda uyarıyor.
Mezotelyomaya dikkat çekmek ve bu konuda farkındalığı artırmak için dünyada 19 yıldır anılan Mezotelyoma Farkındalık Günü, Türkiye'de ilk kez 2021'de bir asbest mağdurunun girişimiyle gündeme geldi.
Bu asbest mağduru, babası Erol Yıldız'ı mezotelyomadan yitiren çevre mühendisi Çiğdem Yıldız.
Malatya Hekimhan'da asbeste maruz kalarak mezotelyomadan vefat eden babası Erol Yıldız'ın ardından Türkiye Asbest Mağdurları Grubu'nu kuran Yıldız, uzun yıllardır babasının yaşadığını başkaları yaşamasın diye mücadele ediyor.
Türkiye'de sanayi ve inşaatlarda kullanılan asbest dışında, kırsal alanda asbest bulunduran kayaçlar üzerine kurulu köyler bulunuyor. Buralarda halk arasında "beyaz toprak" da denilen asbest, 1930'lardan 1970'li yıllara kadar evlerin sıva ve badanasında, damlarında izolasyon maddesi olarak yaygın kullanıma sahipti.
DW Türkçe'ye konuşan Yıldız, "Hekimhanlıyız biz. Babam 9 yaşına kadar burada yaşamış. Sonra yatılı okulda okumak için köyden çıkmış. Anladığımız kadarıyla asbeste net olarak 0-9 yaş arasında maruz kalmış. Babam öğretmendi, sonra ilköğretim müfettişi oldu. Yıllar sonra 65 yaşındayken tanı koyuldu. Dördüncü evredeydi ve hastalık başka organlara da yayılmıştı. Dönüşü yoktu. 19 ay yaşadı" diyor.
Bacak ağrısı şikayetiyle hastaneye gittiklerini ve hastalığın çekilen tomografi ile anlaşıldığını anlatan Yıldız, "Babama nereli olduğu soruldu. Tomografide asbest liflerine rastlandı ve tanı o şekilde kondu. İnanılmaz ağrılı bir hastalık. Hasta morfin türevi ilaçlarla ayakta durabiliyor, ki durabiliyor diyemem. Hekimlerimiz çok ilgiliydi. Babamı kaybedeceğimi de bana ifade ettiler açıkçası. Ben bunu kabullendim ama babamın çaresizliği karşısında çok çaresiz kaldım. Ve bizim gibi olan insanlara ulaşmak istedim" diye konuşuyor.
Bugün kentlerde asbest soluyan çoğu insanın bunun farkında olmadığını dile getiren Yıldız, yıkılacak milyonlarca binayı düşününce daha çok kentsel dönüşüm tarafında farkındalık yaratmaya çalıştığını söylüyor:
"İnsanlar yakınlarını kaybediyorlar, ‘kader' diyorlar ve kenara çekiliyorlar. Kentsel dönüşümle birlikte milyonlarca bina yıkılacak, milyonlarca insan asbest solumaya başladı. Bugünkü çocuklar maalesef yirmi, yirmi beş yaşında mezotelyoma hastası olabilir. Herkesin haklarını bilmesi gerekiyor. Bunun için de uzman desteği gerçekten çok önemli. Bizlerin yalnız bırakılmaması çok önemli. Ben onlarca hasta yakınıyla görüştüm. Herkes çaresiz."
Asbeste bağlı mezotelyoma hastalığı nedeniyle ölen Haydar Yıldız'a ise 2012 yılında 44 yaşındayken tanı konuluyor.
DW Türkçe'ye konuşan eşi Yeter Yıldız, "Yedikule Göğüs Hastalıkları Araştırma Hastanesi'nde uzun yıllar tedavi gördü. Kırkın üzerinde kemoterapi aldı. Altı sene sürdü. Yedinci seneden gün aldı, eşimi kaybettik. Öldüğünde 49 yaşındaydı. Çok eziyet çekti" diyor.
Hadımköy'de bir demir fabrikasında çalışan Yıldız'ın, uzun yıllar farklı fabrikalarda çalıştığını söyleyen Yıldız, hastanede tanı koyulduğu sırada doktorların eşinin nereli olduğunu sorduğunu ve Erzincan'da memleketle ilgili çevresel maruziyetin söz konusu olabileceğini ifade ettiklerini anlatıyor: "İki yıl önce görümcemi de aynı hastalıktan biz kaybettik. Kendisi hiç fabrikada çalışmamıştı, Hollanda'da yaşıyordu. Asbestle ilgili tedavi görüyordu. 65-66 yaşındaydı. Çocukları beyaz topraktan öldüğünü söyledi."
Haydar Yıldız'ın yeğeni Kenan Yıldız ise amcasına mezotelyoma teşhisi konulduktan sonra asbest mücadelesine başlıyor.
"Amcam sigara kullanmaz, içki kullanmaz, kahveden içeri girmez, hatta çayda radyasyon var diye çay bile içmezdi. Çok da sağlıklıydı. 2012 yılında mezotelyoma teşhisi konulunca mezotelyomanın asbest ile ilgili bir hastalık olduğunu öğrendim ve asbest nedir araştırmaya başladım" diyen Yıldız, süreç içerisinde bu konudaki farkındalığının arttığını, önce iş güvenliği uzmanı, ardından asbest söküm uzmanı olup Türkiye'nin ilk asbest laboratuvarını kurduğunu anlatıyor.
Laboratuvar işine hem ailesinden başka insanların asbeste maruz kalıp kalmadığını hem de hangi ürünlerde asbest olup olmadığını öğrenmek ve bunu insanlara aktarmak için girdiğini ifade eden Yıldız, Asbest ve Tehlikeli Atıklar Derneği üzerinden de bilinçlendirme kampanyaları yapıyor.
Türkiye'de asbestin zararları çevresel ve endüstriyel maruziyet şeklinde ortaya çıkıyor. Asbestin kullanıldığı başlıca endüstriyel alanlar, tekstil, filtreler, gemi yapımı, uçak yapımı, çimento üretimi, otomobil yapımı, izolasyon ürünleri, su boruları yapımı, petrokimya endüstrisi, gaz maskelerinin yapımı, yer karoları ve kaplama levhaları diye sıralanıyor.
Endüstriyel asbest maruziyetine ilişkin ise mezotelyomanın meslek hastalığı kabul edildiği tek bir vaka var.
Emekli olduktan 19 yıl sonra kansere yakalanan, 2012 yılında ise yaşamını yitiren elektrik kaynakçısı Zafer Genç'in meslek hastalığından öldüğü, ailesinin uzun yıllar boyunca verdiği adalet mücadelesi sonucu 2022 yılında kabul edildi.
Emekli olmasının üzerinden 19 yıl geçtikten sonra Ağustos 2009'da 'sol yan ağrısı ve nefes darlığı' şikayeti ile İstanbul Süreyyapaşa Göğüs Hastalıkları ve Göğüs Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi'ne giden Zafer Genç'e yapılan testlerin ardından mezotelyoma teşhisi konuldu.
Genç, mezotelyomanın meslek hastalığı olduğuna ilişkin 2012 yılında İstanbul Meslek Hastalıkları Hastanesinden heyet raporu aldı. Eşi Aysel Genç, meslek hastalığı sebebiyle iş göremezlik aylığının bağlanması için Beyoğlu Sosyal Güvenlik Merkezi ve ardından Yüksek Sağlık Kurulu'na başvursa da iki başvurusu da reddedildi. Zafer Genç, Mayıs 2012'de yaşamını yitirirken eşinin hukuk mücadelesi devam etti. Aysel Genç, 2016 yılında, eşinin meslek hastası olması sebebiyle ölümünün ve meslek hastalığı maluliyet oranının tespitine ilişkin İstanbul 20. İş Mahkemesi'nde dava açtı.
Adli Tıp Kurumu tarafından hazırlanan raporda, "Hastalığın meslek hastalığı olduğu ancak hastaneden taburcu olunduktan birkaç gün sonra ölümün gerçekleşmesi sebebiyle hastalık ile ölüm arasında illiyet bağı kurulamamıştır" ifadesine yer verildi. Bunun üzerine dosya Adli Tıp Genel Kurulu'na gitti. Kurul, ölümün meslek hastalığından kaynaklı olduğuna kanaat getirdi.
Yerel mahkemenin ölümün meslek hastalığından kaynaklı olduğu tespit etmesinin ardından, davalı Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) ve Deniz İşletmeleri AŞ istinaf yoluna başvurdu. İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 33. Hukuk Dairesi tarafların talebi reddetti. Bunun üzerine taraflar temyiz talebiyle Yargıtay'a başvurdu. Yargıtay 10. Hukuk Dairesi, 2022'de yerel mahkemenin kararını onadı ve mezotelyoma Türkiye'de ilk kez, ailesinin hukuk mücadelesi sonucu meslek hastalığı olarak kabul edilmiş oldu.
Uzun yıllar İstanbul ve Ankara meslek hastalıkları hastanelerinde çalışan İş ve Halk Sağlığı Bilimi Uzmanı Dr. Özkan Kaan Karadağ, "Aslında deneyimlerimiz ya da bilimsel yayınlar genellikle işçiler üzerinde kurulu, ilk kez işçiler etkilendiler ve işçilerde bu hastalıkla karşılaşıldı. Yapılan çalışmalar ve izleme yöntemlerine göre asbestli işlerde çalışan işçilerde yüzde 5 oranında mezotelyoma gelişimiyle karşılaşılıyor" diyor.
İşçilerde 30'lu yaşlarında etkilenmeler görülüp 70'li yaşlarında mezotelyomadan ölümlerle karşılaşıldığını ifade eden Karadağ, "İzlenen işçilerin bir kısmı da doğal nedenlerle yaşlanmaya bağlı öldüler. Ülkemizde bugün beklenilen ya da bugün yaşanılan etkilenme biçimi ise genç insanlarda kanserle ortaya çıkacağı için bu rakam yüzde 5'in çok üstünde de çıkabilir. Sıfır yaşında etkilenmeler göreceğiz. Kentsel dönüşümle önümüzdeki 40 yıl içerisinde 40 yaşlarında, 30 yaşlarında, 50 yaşlarında genç insanların ölümleriyle karşılaşacağız" uyarısı yapıyor.
Çevresel etkilenmelerin mezotelyoma riskini 30 kattan fazla artırdığına işaret eden Karadağ, "Özellikle de şunu ifade etmek lazım. Kentsel dönüşümü plansız gerçekleştirmek, önümüzdeki dönemde asbest etkilenmesinin yanı sıra çok yüksek miktarlarda maliyetlerle de karşılaşmamıza yol açacaktır. Bu maliyetleri ekonomik olarak da alabilirsiniz, sosyal anlamda da alabilirsiniz. Babasız, annesiz kalan çocuklardan bahsedeceğiz bundan 40 yıl sonra. Asbest etkilenmesinin bu açıdan farklı değerlendirilmesi de gerekiyor" diye ekliyor.
Dünya çapında yaklaşık 55 milyon insan, Alzheimer hastalığını da içeren demanstan muzdarip. Hastalığa yakalananların üçte ikisi gelişmekte olan ülkelerde yaşıyor. Yaşlanan nüfus göz önüne alındığında, bu sayının 2050 yılına kadar yaklaşık 139 milyona yükseleceği ve özellikle Çin, Hindistan, Güney Amerika ve Afrika'da dramatik bir hal alacağı tahmin ediliyor.
Dünyanın dört bir yanındaki araştırmacılar, onlarca yıldır Alzheimer'ı tedavi edecek bir ilaç arayışında. Şimdiye kadar elde edilen başarılar oldukça sınırlı düzeydeydi. Araştırmaların geldiği son noktada ise "Lecanemab" adlı etken maddeye büyük umutlar bağlanmış durumda. ABD Gıda ve İlaç Dairesi tarafından 2023 yılı sonuna kadar onaylanması beklenen bu antikor, hastalığın erken aşamalarında ilerlemesini yavaşlatabilir.
Etkili ilaçların geliştirilmesi bugüne kadar oldukça zordu. Çünkü Alzheimer hastalığına dair tüm beyin süreçleri henüz açıklığa kavuşturulmamıştı. Buna Alzheimer hastalarında beyin hücrelerinin neden öldüğü sorusu da dahildi.
Alzheimer hastalarının beyinlerinde amiloid ve tau adı verilen birçok anormal protein birikiyor. Ancak bu iki protein arasındaki doğrudan bağlantı şimdiye kadar belirsizdi.
Belçikalı ve İngiliz araştırmacılar şimdi bu gizemi çözdüklerine inanıyor. "Science" dergisinde yayınlanan yeni bir çalışmaya göre, beyinde biriken anormal proteinler ile bir tür hücre ölümü olan "nekroptoz" arasında doğrudan bir bağlantı var.
Normalde nekroptoz, özellikle bağışıklık reaksiyonları veya enflamatuar (iltihap) süreçleri sırasında istenmeyen hücrelerin ortadan kaldırılmasını ve böylece yeni hücrelerin oluşmasını sağlar. Besin kaynağı kesildiğinde hücreler şişer, plazma zarları tahrip olur, hücre iltihaplanır ve ölür.
Araştırmaya göre, Alzheimer hastalarında beyin hücreleri iltihaplanıyor çünkü nöronlar arasındaki boşluklarda anormal amiloid birikiyor. Bu da hücrenin iç kimyasını değiştiriyor.
Amiloid, "plaklar" oluşturmak üzere bir araya toplanıyor ve tau proteini "yumak" adı verilen lif demetleri halinde birikiyor. Bu etkileşim sayesinde beyin hücreleri, MEG3 molekülünü üretmeye başlıyor. Araştırma ekibi, MEG3'ü bloke etmeyi başardı ve beyin hücreleri de hayatta kaldı.
Bunu yapmak için araştırmacılar, insan beyin hücrelerini, özellikle büyük miktarlarda anormal amiloid üreten ve genetiği değiştirilmiş farelerin beynine nakletti.
Araştırma ekibinin üyelerinden olan İngiltere Demans Araştırma Enstitüsü'nden Prof. Bart De Strooper, Alzheimer konusunda dönüm noktası niteliğindeki bulguyu şöyle açıklıyor: "İlk defa Alzheimer hastalığında, nöronların nasıl ve neden öldüğüne dair bir ipucu elde ettik. Bu konuda 30-40 yıldır pek çok spekülasyon yapıldı ama kimse mekanizmaları tam olarak belirleyemedi."
Belçikalı ve İngiliz araştırmacılar, bu yeni bulguların Alzheimer ilaçlarının geliştirilmesi için yepyeni imkanlar sağlayabileceğini umuyor.
Bu umut temelsiz değil, çünkü son zamanlarda Lecanemab gibi, özellikle amiloid proteinini hedef alan ilaçlar geliştirildi. Eğer MEG3 molekülünü uygun ilaçlarla bloke etmek mümkün olursa, beyin hücrelerinin ölümü de durdurulabilir.